Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Parmakla gösterilen yere değil de, parmağın ucuna bakmak..

(27 Şubat 09 tarihli) Son yazıma aldığım bazı tepkiler, o yazının bazılarının zihinlerinde, "filana oy verin veya filanlara vermeyin " tavsiyesinde bulunmak için yazıldığı gibi bir manânın algılanmasına vesile olduğunu göstermekte..

Elbette, bir yazıdan, isteyen istediği manâyı çıkarır.. Ancak, bir yazının içinde net olarak söylenmiyen bir sözü, net olarak söylenmiş gibi göstermeye ve niyet okumaya yönelmek yanlıştır.. Muhakkak ki, bir sözün söyleyeni kadar, söylenilenin, muhatabının ne anladığı da önemlidir. Lakin, söz sahibinin kasdetmediği manâları söylenmiş gibi, zoraki sözkonusu etmek de yanlış olmalıdır..  Kabul, sözü söyleyen de, yanlış manâlara alınmayacak- çekilmeyecek netlikte söylemeli ve aksi halde, sözlerinin, nicelerini yanlış manalara yönlendireceğini düşünmelidir..

Ama, o yazımda gerçekten de öyle bir manâ mı vardı; yoksa, asırlar boyunca lâyıkı veçhiyle yerine getirilemediğinden yakınılan bir"şûrâ/ istişare" mes"elesine ve halk kitlelerinin böyle bir istişarede yerinin olup olmadığına mı değinilmekteydi?

İlk paragrafları bir daha aktarayım buraya:

(Yeni bir seçim sath-ı  mailindeyiz.. Mahallî seçim bile olsa, küçümsenemiyecek bir sosyal konu bu.. (") Çeşitli cenahlar, gruplar, partiler, cereyanlar veya ideolojilerden niceleri, iktidarını korumak; kimileri iktidarı elde etmek; kimileri "Bu yarışta biz de varız.."  demek ve kimileri de, bugün için bir iddiaları olmasa bile, kendilerinin seçim dengelerini ve dolayısiyle sosyal hayatın dengelerini zorlayabilecek bir "çekirdek kadro" olarak hayatiyet güçlerini koruduklarını göstermek için,  bu mücadeleye var güçleriyle sarılmaktadırlar..

Bizim inancımıza karşı bir tuzak olarak kurulmuş olan bir sistemi bertaraf etme gücümüz yoksa; günlük hayatımızı sürdürmek için, nasıl ki gayrimeşru" iradelerin kimlik ve pasaportlarını, paralarını taşıyor; bir takım değerler sistemini ve kanunî müeyyidelerini yerine getirmek zorunda kalıyorsak; mahallî idarelerin iradelerini de, aynı şekilde ve istemiyerek de olsa..

Bu bakımdan, halkın günlük hayatının daha kolaylaştırılmasını sağlıyacak münasib yöntemlerle sürdürülmesinde, bu temelinden bozuk olan sistemin kurumlarını temelinden düzeltmek imkanımız yoksa, en azından, daha münasibinin işbaşına gelmesinde etkili olmak imkan ve ihtimalini de gözönünde bulundurmak akl-ı selimin de bir gereğidir..  Çünkü, sistemi toptan, temelinden de reddedip, halkımızın inanç temellerine göre yeni ve sağlıklı bir nizam oluşturmak mücadelesi, sözlü iddiaların dışında, fiilî olarak ortaya konulamadığı müddetçe, bir masabaşı kuruntusu ve bir laf ebeliğinden öteye bir manâ ifade etmemektedir.. )

*

Evet, bu görüşler üzerine kurulu bir yazıdan,  (şuna oy verin/ vermeyin) ya da, (bu tâgûtî rejimi kabullenin) manâsı mı çıkıyor; yoksa, müslüman toplumlarının yönetilmesinde, "şurâ"  usûlüne riayetle mükellef olduğumuz halde, bunun uzuuun asırlar içinde yerin getirilemeyişinin hicranı mı?  Özünde, (kendi inanç sistemimiz açısından) gayrimeşrû rejimleri temelden değiştirme gereğine işaret edilmekle birlikte, bunun mümkün olmadığı zaman ve zeminlerde, değişik taktik ve stratejim metodların takib edilebileceği hatırlatması yapılması, sahiden de, toplumu, tâgûtî güçleri benimsemeye davet midir?

Böyleyken, parmakla işaret edilmek istenen yere değil de, "parmağın  ucuna bakmak" gibi bir noktaya dikkat kesilmek, (kendime aid olan, meramımı iyi anlatamama sorumluluğu da dahil) epeyce hazîndir, bence..

*

Çünkü, o yazıda, Resul-i Ekrem (S)"in rıhletinin hemen sonrasından itibaren, asırlar boyunca, "şûrâ" emr-i ilâhîsinin çok sağlıklı bir uygulamasının yapılamadığına dair örnekler zikrediliyor ve halkın rey ve iradesinin hiçe sayıldığı ve müslümanların büyük kısmının bu konuda çok sağlıklı usûl / metodlar geliştiremedikleri anlatılmaya çalışılıyordu.. Elbette günümüze de dolaylı atıflar yapılıyordu, ama, bu, kesinlikle tâgûtî sistemlerin kabulü manâsında değildi.. Belki, günlük hayat mekanizmasının  işleyişindeki sosyal sorumluluklarımızdan çaresizlik zırhına bürünerek kaçınmamak hatırlatması yapılıyordu..

Böyleyken, konunun Osmanlı"yı yok saymak gibi bir manâya geldiğini yazanlar bile çıktı..

Halbuki, Osmanlı öncesi uzun asırlar da aynı çerçevede değerlendirilmişti, geniş çapta.. Kaldı ki, Osmanlı, sevabıyla -günahıyla tarihe intikal etmiştir..

Ama, nicelerimizin kafasında,  Osmanlı hasreti henüz de yerini koruyor.. Ama, bunda genel çizgileriyle, bir güce, ihtişama çarpılmışlık, bir "güce taparlık" havası da kendisini hissettirmekte değil midir?

Sahi, Osmanlı, çok haklı ve doğru değerler ve temeller üzerine oturduğu düşünüldüğü için mi, hayranlıkla anılıyor ve geri gelmesi bekleniliyor; yoksa, onun gücüne duyulan bir hayranlık ve bir güce taparlık  mı sözkonusu?

Unutmayalım ki, Rusya"da yapılan anketlerde, en çok da Stalin"in sevildiği anlaşılıyor.. Hattâ, "Zulüm yaptıysa yaptı da,  o zulme uğrayanlar her halukârda ölmüş olacaklardı.. Ama, bize güçlü bir dünya devleti bırakmıştı.." mentalitesi açıkça dile getirilerek.. 

Aynı sefil mentaletinenin, bizim toplumumuzdaki -hattâ- nice müslümanlarca bile, ünlü bir "zamâne fir"avunu" için de dile getirilebileceğinin ipuçlarını görmekteyiz; "Evet, bazı acılar olmuştur, ama, olacak o kadar.. Bakınız bugün bölyesine bir güçlü ülke varsa, onun sâyesinde..." gibi lafları geveleyen nice zavallı müslüman tipler yok mu aramızda?

Sözkonusu yazıda anlatılmak istenen, herhalde, "müslüman halkların bir sürü gibi güdülmemesi" gerektiğine vurgu yapmak ve bunun için de, kendi sosyal yönetimlerinde, - ilahî emirde buyrulduğu üzere- "şûrâ" yönteminin önemine işaret etmekti..

Yani, müslüman toplumlarının bir yığın ve kalabalık değil, hedefi, proğramı, imamı/lideri,  sorumlulukları belli bir cemaat, şuûurlu olarak hareket eden bir sosyal kitle olduğu vurgusu.. 

Ve yazık ki, müslüman toplumlar böyle bir şuûrlu kitlevî / sosyal hareketi bir bütün olarak gerçekleştirememişlerdir..

Yeri gelmişken bir anekdotu aktarayım..

*

25 yıl öncelerde, bir Kurban Bayramı sabahında, Kuzeydoğu İran"da halkının büyük kesimi türkmen olan Gunbed-i Kaavus şehrinde, o yörenin ünlü sünnî ulemâsından birisini ziyaret etmiştik birkaç arkadaşla.. Aksakallı, 85 yaşlarında bir zat idi... (Orta Asya, Afganistan ve Kafkaslarda, kişinin hiç ilmi olmasa bile, sadece aksakallı olması, kendisine saygı gösterilmesi için yeterli bir sebeb sayılır. Çünkü,  "rîş-sefidân"ın, "aksakallılar"ın hiç ilim ve hattâ bilgileri bile olmasa, onların  uzun hayat tecrübeleri, onlara saygı ve itibar gösterilmesi için yeterli sayılır.) 

Bu zatın, Şah"ın son dönemlerinde, halkın Şah"ı destekleme mitinglerine katılımı için çağrılar yaptığını ve katılmayanların nikahının düşeceği  gibi psikolojik ve manevî  baskılar  uyguladığını; buna rağmen, İslam İnkılabı gerçekleştikten sonra, hakkında,  "sünnilere baskı yapılıyor diye bir velvele koparılabilir.." gibi bir görüntü ortaya çıkmasın gerekçesiyle, kendisine  dokunulmadığını biliyorduk..

Halbuki, Şah"a destek veren şiî ulemânın canları epeyce yanmıştı..

Bayram günü olması hasebiyle, "hoca"nın evi dolup taşıyordu.. Yaklaşık 50-60 kişi vardı.. Bize,  "İstanbul"dan gelen qonaklarımız.." diye daha bir itibar edildi ve has "qonak"lara sunulan deve sütü ikram edildi.. (Ben köpüklü görünüşünden bile hoşlanmamış ve tadına bile bakmamıştım, içen arkadaşların ise, sindirim sistemleri alt-üst olmuştu; alışmadığımız bir şey olduğnudan olmalı...)

Türkmenler, sünnî oldukları için, İran toplumunun büyük ekseriyetini oluşturan şiî müslümanlardan biraz soyutlamışlardır kendilerini..  Şiî olan azerîler ise, başta Tahran olmak üzere, İran coğrafyasının ve toplumunun toplumun hemen her kesiminde bulunurlar.. Dilleri de, azerî türkçesinden epeyce farklı ve Anadolu türkçesi konuşanların anlamakta zorlanacağı bir lehçedir..

Ziyaret ettiğimiz "rîş-sefid" âlim, Kafkas kökenli, Dağıstan taraflarından gelme olduğu için, dili Anadolu türkçesine daha yakındı, benim için daha anlaşılır idi.. Kendisine "Şeyh Şâmil"in hemşehrisi olduğu" gibi bir-iki cümle söylediğimde, tabiatiyle, Şâmil"i benimsediğini göstermek istercesine gururlanmış; "Onun gibisi bugün yok..." demiş ve ben de, "Bir bakıma, o,  o dönemin İmam Khomeynîsi idi.." demiştim de, suratında kekremsi bir ifade ile bu benzetmeden hoşlanmadığını hissettirmeye çalışıp, "Khomeynî, sadece Şah"ı yendi, İmam Şâmil ise, koskoca Rusya Çarlığı"yla savaştı..." diye tamamlamıştı, cümlesini.. Ve bana da, "Ehh, öyle de efendim, İmam Khomeynî de, sadece Şah"la değil, Amerikan emperyalizmiyle de savaşmakta.. İmam Şâmil geçen yüzyılın İmam Khomeynîsi idi; İmam Khomeynî de bu zamanın İmam Şâmili.."   demek düşmüş ve o da, sohbeti "Tabiî, tabiî.. " diyerek, başka bir vâdiye kaydırmıştı..

Derken, "İslam Cumhuriyeti" uygulamasına nasıl baktığını sorduğumda, "Yahçıdır (iyidir) amma, ikide bir seçkilere giderler, halka  soruşurlar, halk ne anlar kişverin müdiriyetinden (ülke yönetiminden)!.. Halk hayvandır.."  deyivermez mi!.

Orası tıklım tıklım doluydu, halkımızla.. Ve halkımız hiç tepki vermemişti, kuzu kuzu dinliyorlardı.. Sadece bir arkadaşımız kulağımı eğildi de, "Ağabey, bir "mööööööö" diyesim geliyor.." dedi; işaretle öyle bir şey yapmamasını söyledim..

Yakın zamanlara kadar, müslüman coğrafyalarının çoğu yerlerinde, kendilerini ulemâdan bilen kimselerin halk kitlelerine bakışının genel çerçevesi, yazık ki böyleydi..  Devamlı bir "eğitilmiş çaresizlik" idmanına tâbi tutuluyordu, kitleler..

*

Halkla ilgili bu gibi değerlendirmelerde, miladî-19. yüzyılda,  özellikle de Rusya"daki "narodnik"/  halkçı hareketlerin etkisi olmalı..  Çünkü, o hareketler genelde, Kilise'ye de karşı idi..  Çünkü, Kilise hem dini temsil ediyor ve hem de sermayedârları/ kapitalistleri, güçlüleri koruyordu.

"Narodnik"ler de bu yüzden, Kilise'nin insanları inanç adına zorbalığa, zulme, karanlığa teslim olmaya çağırdığını iddia ediyorlardı ve bu iddia ve isnad, büyük çapta doğruydu da.. Ama,  "narodnik"ler, bununla yetinmeyip, bütün dinleri de aynı kefeye koyarak, bir dinsizlik propagandasına ağırlık veriyorlar ve bu durumda da, halkla pek işleri olmasa bile, ideoloji olarak "ateizm"i benimseyen çevreler de, o "narodnik"/ halkçı hareketlerle dirsek temasında bulunuyorlardı.. Ki, bizim toplumumuzda,  Osmanlı"nın son dönemiyle, Cumhuriyet  adına oluşturulan yeni saltanat döneminde, Saray"dan ve yüksek sosyete çevrelerinden kalma ve de, yoksul halk kesimleriyle hemen hiç bir ilgisi olmayan "ateist"lerin veya "ateist" eğlimlilerin, "halkçı" gibi gözükmeleri ve komünist- sosyalist cereyanlarla ve kitlelerle aynı safta yer almaları, garib ise de, işte bu fikrî temel birliğinden kaynaklanıyordu..

Ve tıpkı, bazı "müslüman" tiplerin, Kilise ile darwinistler arasında cereyan eden,  yaratılışla ilgili  teorik/ nazarî mücadelede,  bugün, bir müslüman olarak illâ da Kilise"nin safında yer tutmak gerektiğini zannetmeleri gibi; o zaman da nice müslümanlar, "narodnik"lere karşı, Kilise"nin tezlerine yakın duruyorlar ve kendi ülkelerindeki halkın, Kilise toplumlarıyla büyük çapta bir sosyal benzerliği olmamasına rağmen; halktan korkuyorlar, halkın görüşünü almaktan, halka sormaktan kaçınıyorlardı..

*

Halbuki, İran"da İmam Khomeynî, milyonları harekete geçirerek ve silahsız bir halk hareketiyle ve amma yine de 100 binden fazla kurban vererek devirmişti, Şehinşahlık düzenini..

Ama, bu da öyle bir anda olmamıştı.. Toplum gemisini, bir küçücük kayık gibi kolayca hareket ettirmenin  mümkün olmadığını, İran uygulaması bize öğretmiş olmalıdır.. Geçilmesi, aşılması gereken bir çok merhaleler vardı, ve o merhalelerin aşılması için, önce kurulu düzenlerin sınırları içinde de olsa, direniş faaliyetleri veya şeklen kaanunî zuhûr imkanları arandı.. Ve nihayet, bütün o yolların semeresiz kaldığı kitlelerce anlaşılınca ve de, toplumun inanç değerleri ve kültürü Hz. Huseyn"in Kerbelâ"daki büyük "qıyâm"ının usâresiyle ve gözyaşlarıyla, asırlarca, nesilden nesile aktarılarak beslenince..

Bir sosyal patlama meydana gelebildi ve o gibi büyük sosyal patlamalar da her zaman tekerrür edecek değildir..

Sosyal değişimin ezelî kanunu, "Bir halk, kendini değiştirmezse, Allah onların halini değiştirmez.." mealindeki (Ra"d Sûresi, 11. âyet), unutulmamalıdır..

Ve Ummî Sinan"ın beytini de unutmamalıyız:

"Bir testiyi bir pınara koysalar, kırk yıl anda durursa, kendi dolası değil.. "

*

Ve,  bayrak tartışmaları yapılırken..

Özellikle Ortadoğu"daki son gelişmelerin ışığında, ulusal veya mahallî bayrakların yükseltilmesi, âdetâ bir cinnet haline dönüşme eğilimi göstermekte.. Bu eğilim karşısında hıncını frenleyemiyen kimileri de, sırf sembollere düşmanlığa veya o sembolleri daha bir kutsamaya doğru yönelmektedirler.. Hakan Albayrak kardeşimiz geçenlerde, "türk bayrakları"  konusunda belli bir hassasiyet gösterenlerin, aynı tavrı "Filistin bayrakları" veya diğer bayraklar konusunda da gösterip gösteremiyeceklerini sözkonusu etmişti ve bence, haklı bir yaklaşım idi.

Muhtevası veya şekilleriyle bize karşı çok açık bir düşmanlık ilamı mahiyeti göstermiyorsa,

başkalarının bayraklarına, sembollerine düşmanlık göstermenin, onların o sembolleri daha bir kutsaması gibi fanatik bağlılıklara vesile olduğunu  her yerde görebiliriz.. Bunu kendi ülkemizde de bazı bayrakların, hattâ bazı spor kulübü bayrak ve flamalarının kutsanmasına kadar vardırılan fanatikliklerde de görebiliriz..

1 Mart günü de Hürriyet"te, Malatya"daki bazı camilerde, türk bayraklarının asıldığı ve bunu bazı "hoca"ların kendi inisiyatifleriyle yaptıkları ve kimsenin de, onları "bayrak düşmanı" diye suçlamaya uğrayacakları korkusuyla indiremediğine dair bir haber vardı.. Bu eğilim birçok ülkede giderek artıyor ve cihanşumûl bir dinin mâbedleri mahallî-ulusal mâbedler olmaya doğru yol alıyor.. Ve bundan pek rahatsız da olmuyoruz..

Müslüman olan bir alman, hacca giderken,  kendisine verilen hacc levazımatı çantasının üzerinde kocaman bir türk bayrağını görünce, rahatsız olduğunu ve "Ben cihanşumûl bir dinin temsilcilerinin, her türlü ayırım işaretlerinden soyutlanarak kaynaşacakları Hacc mekanlarına gidiyorum, orada kendimi onlardan farklı veya ayrı gösterecek hiçbir iz taşımak istemiyorum, siz ise bana, bir ülkeye aid bir bayrağın damgasının vurulduğu çantalar veriyorsunuz.." diye itiraz ettiğinde, "Ne o, alman bayrağı mı olmalıydı?" diye karşılık aldığını ve bu kaba tepkiden dolayı rencide olduğunu yazmıştı..

Ben de Avrupa"da  bir çok yerde Türkiye"lilerin camilerine TC bayraklarını asmalarının  doğru olmadığını hatırlattığımda, hem de nice müslüman tiplerce bile yadırgandığımı söylemeliyim..

Ama, o tip müslümanlardan biriyle, bir gün, Dortmund civarında  bir mescide girdiğimizde, kıble tarafında, bilmediğimiz bir bayrak görmüş ve birlikte rahatsız olmuştuk.. Koyu kızıl bir zeminde, yeşil çizgilerle çizilmiş 5 köşeli bir yıldız vardı ve bu bayrağın hangi ülkeye aid olduğunu bilmiyordum.. Sorduk.. Meğer o mescidi, Marokenler (Mağribliler/ Faslılar) açmışlar ve kendi ülkelerinin bayrağını asmışlardı.. Böylece Fas bayrağının şeklini de öğrenmiştim.. Yanımdaki arkadaş, "Bunu da mı görecektik, bunun ne gereği var?" bile diyebilmişti.. Ama, kendi ülkesine aid bayrağın mescidlerde sergilenişini ise, gaayet tabiî bir durum olarak görmeye devam ediyor, bir hassasiyet göstermiyordu.. 

Evet, insan beynine, hayat için gerekli-gereksiz yığınla yüklemenin yapıldığı hele de bu çağda aidiyetimizi, durduğumuz yeri, mensubiyetimizi dışımızdakilere bayrak ve benzeri sembollerle gösterirken, başkalarına, buluşacağımız ortak noktayı da açıklamış oluyoruz..

Bayrak da bunlardan birisi.. Ancak bunu 'bayrak fetişizmi' denilebilecek bir noktaya taşımamak gerekir.. Unutmayalım ki, en berbat  batakhanelerdekiler bile, bir açıklama yapmak istediklerinde, ellerine bir bayrak aldıklarında, nicelerimiz, onları, her ne olursa olsunlar, onları kendimize diğerlerinden yine de daha bir yakın hissedebiliyoruz!!.

En profesyonel rakkaselere taş çıkarttığı söylenebileceolan hadise çapında mübtezel bir "rakkase"nin "eurovision şarkı yarışması"nda bir ulusal bayrağın ardına sığınarak sergilediği ibtizal, onun adetâ sessizce tolere edildiğini ve düşülen durumun vehametini göstermiyor mu?

Resul-i Ekrem (S)  zamanında, müslümanların kendilerini diğerlerinden ayırdetmek için, 'beyaz bayrak'  kullandıklarını biliyoruz.. Rivayetlerde 'siyah bayrak'tan da sözedilmiştir ve Eba Muslim Khorasanî'nin 'siyah bayrak'larla Asya içlerinden kopan bir fırtına gibi gelip Emevî rejimini yerle bir ettiği de bilinmektedir..

Bugün "türk bayrağı"  denilen sembol, gerçekte, türk kavimlerinin bayrağı değildi..  Sultan Alpaslan'dan önceki türk kavimlerinin bayraklarında hayvan ve kurukafa resimlerinin bulunduğu bildirilmektedir.. Alpaslan bunları temizletmiş ve 'Kelime-i Tevhid'i yazdırmıştır bayrağa..

"Hilâl'in müslümanlığı temsil eden bir sembol olarak ortaya çıkışı, Haç (salib)  işaretli bayraklarla Kudüs'ü almaya gelen Hristiyanların 200 yılı bulan saldırıları sırasında olmuş ve bu sembol, bugün Malezya'dan Cezayir'e, nice müslüman toplumlarca benimsenmiştir. Özellikle de Ortadoğu"nun çeşitli müslüman halkları asırlarca bu sembolün altında birlikte savaştılar..

Yani, 'hilâl'  sadece türk kavminin bayrağını anlatmıyor; belki, bir itiqadî temeli olmasa da, çoğu müslüman toplumlarca kabul edilen bir ortak sembol..

"Türk bayrağı" denilen sembol ise, muhakkak ki, TC rejiminin ve devlet otoritesinin sembolüdür.. Ama, hiçbir bayrak kutsal değildir, onların temsil ettiği ileri sürülen manâlar kutsal ise, o manâlara liyâkat ve sadâkate bakılmalıdır. 

Keza, sadece tek bir rejimin bayrağına karşı düşmanca tavırlar geliştirmenin, bizi ve  diğerlerini gereksiz hassasiyetler girdabına sürükleyeceği de unutulmamalı ve atılan taş, ürkütülen kurbağaya değmelidir.. Günlük hayatta, dayatılan veya hükûmet/ devlet otoritesini kabul manâsında mecburen istifade edilen bazı sembolleri sıradanlığa mahkum etmek, önemsemeyip, hışım ve enerjilerimizi daha verimli vâdilere yönlendirmek de bir yol olamaz mı?

haksöz haber

Bu yazı toplam 1519 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar