Taraf'tan 'Güneydoğu Ergenekon'u dosyası

Taraf'tan 'Güneydoğu Ergenekon'u dosyası

Taraf Gazetesi geçtiğimiz günlerde yayımladığı yazı dizisinde PKK-JİTEM ve Hizbullah ilşkilerini konu edindi. Yazıyı aynen aktarıyoruz.

Güneydoğu Ergenekon'u (1): Fırat'ın ötesi adaleti çağırıyor

Ergenekon, Güneydoğu'da 'devlet'in ta kendisi. Askerden de polisten de 'devlet' diye bahsediyorlar. Ve devlet ilk kez umut vermiş onlara. Yirmi yıldır mahkum oldukları korkuyu aşıp, savcılıklara dilekçe yağdırıyor, 'adres' veriyorlar.

"Helikopterden taburun ortasına atılmışlardı. Oğlumu bir çizgi şeklinde taramışlar. Helikopterden atıldığında, vücudu ikiye bölünmüştü."

"Köyü taradılar. Kızım daha ilk anda vuruldu. Bütün köy kaçtı, ben kızımın cesedinin başında bekledim sabaha kadar." 

"Köylüleri topladılar. Aralarından seçip götürdüler. Ertesi gün cenazelerin tabura getirildiğini öğrendik. Savcı eşliğinde alabildik cenazeleri. Hiçbir tutanak tutulmadı."

"Biri beyaz Toros, bir siyah araba arama noktaları kurmuşlardı. Kimlik kontrolü yapıyorlardı. Alıp, o beyaz Toros'a bindirdiler. Bir daha görmedik."

"Muhtarı arayıp, hindi istediler. Üçü götürdü. Akşam eve dönmediler. Sabah gittiğimizde karakolun bahçesinde hindiler duruyordu. Ama onları bir daha görmedik"


Yirmi yıllık sessizlik
Artık içlerine gömdükleri acılarını haykırıyor, neredeyse 20 yılı aşkın bir zamandır çaresiz ve sessiz bekleyişten vazgeçip, savcılıklara, barolara, derneklere gidiyor, hayatlarında ilk kez dilekçe verip, adaletin yerine gelmesini istiyorlar.
Ergenekon davası, bir çoğumuz için Türkiye'nin hukuk devleti olması yolunda kritik bir viraj. Güneydoğu'da ise çok daha fazla anlam ifade ediyor. Onlar için Ergenekon, bir ölüm-kalım davası. Bütün dikkatleri  yaşamlarının bundan sonraki akışını belirleyecek en hayati konu olarak gördükleri bu davaya çevrili. 
Bugün Ergenekon davasının tutukluları arasında geçen bazı isimler, onların kabusu olmuş yıllarca. Levent Ersöz, Zekeriya Öztürk gibi isimlerin tutuklanabileceğine, yargılanabileceğine inanmakta zorluk çekseler de bu dava onların ilk kez umut etmesini sağlamış. Çocuklarının, kardeşlerinin, kocalarının, babalarının artık kaybolmayacağına, bütün köyün gözü önünde kurşuna dizilip, 'çatışmada öldü' denmeyeceğine, kaçırılıp işkence yapılıp, bir dere kenarında, su kuyusunda, terk edilmiş bir harabede cesetlerini bulmayacaklarına, evlerinin bir daha yakılmayacağına, kitleler halinde katledilmeyeceklerine inanmak istiyorlar.

Burası Şırnak cumhuriyeti

Bölgede başvuru sayısı hızla artıyor. Bazıları geçmişte de savcılıklara dilekçe vermiş, ama çoğunluğu başvuru yapmayı bile düşünmemiş. Şırnak Barosu'na son bir ayda yapılan başvuru 70'e yakın. Çoğunluğunu ilk kez yapılan başvurular oluşturuyor. Nedenini de Güneydoğu'da adeta 'efsane' haline gelmiş,  "Şırnak cumhuriyet, Silopi başkentti" sözüyle açıklıyorlar. Anlatımlarına göre bu 'cumhuriyet'te, yasaları koyan, uygulayan, yargılayan, hüküm veren ve infaz edenler hep aynı kişiler.
Birkaç günde 30'a yakın 'O hal' mağduruyla yaptığım görüşmelerde öykülerin hemen hepsi 90'lı yıllarda başlıyor, "İlk kez şimdi dilekçe verdim" ya da "Dilekçe vermiştim ama bir şey çıkmadı"yla bitiyor. Anlatılanların çoğunda 'adres'ler, isimler, merkezler aynı:

Kayıp değiller, failler belli

Kendilerinin de ısrarla vurguladığı gibi faili meçhul, ya da kayıp değil hiçbiri. Tanıklar, yerler, tarih belli. En az Aygan kadar ünlü, ondan çok daha fazla korktukları itirafçıların adlarını veriyorlar. Komutan isimleri sayıyorlar, 'ünlü' polislerden bahsediyorlar. İsimlerini bilmediklerini de tarif ediyorlar.
Ama bölgede yerleşmiş, kimi sivil unsurların ve itirafçıların adlarını söylemekte tereddüt ediyor çoğu. Çünkü hala etkili olduklarını, savcılığa dilekçe vermeye giderken kendilerini göz hapsinde tutarak baskı kurmaya çalıştıklarını anlatıyorlar. Hatta bazı polis şeflerinin bu isimlerin önünde ceketini iliklediğini iddia ediyorlar. Onlar için Abdülkadir Aygan'dan çok daha ünlü ve tehlikeli olmuş bu isimlere henüz dokunulmamış oluşu, en önemli korku nedenlerinden.

Artık bu korku bitsin
     
Kuşaklar boyu süren dehşet yıllarına rağmen isteklerini "Geçmişe sünger çekmeye hazırız. Yeter ki bu korkudan kurtulalım. Artık başımıza bunların gelmeyeceğinin garantisi verilsin" sözleriyle tarif ediyorlar.
Somut talepleri ise; "Anlattıklarına ilişkin Abdülkadir Aygan'ın ifadesine başvurulması, o dönem görev yapmış yetkililerin kimliklerinin belirlenmesi, komutanların, savcıların, belediye başkanlarının, kaymakamların dinlenmesi."
Yani hukuk devletlerinde zaten yapılanları, onlar daha yeni talep edecek cesareti gösteriyorlar.
Diyarbakır-Silopi hattında dinlediğim onlarca kişinin sözleriyle şekillenen tablo, bugüne kadar bütün  bildiklerimizin, tahmin ettiklerimizin, zannettiklerimizin çok ötesinde.

İnsan olmaktan utandım

Şunu eklemeliyim ki; bize öğretilen en önemli mesleki ilkelerden  olan 'gazetecinin özne olmaması'na sonuna kadar katılsam da bu kez bu kuralı çiğneyeceğim. Dinlediğim her bir öykü travma etkisi yarattı. Yalnız o acıyı hissetmedim, insan olmaktan utandım, suçluluk duydum. Günlerce uyuyamadım. Anlatılanlar gözümün önünde canlandı. Bazen bu duygular ikiye katlandı. Zaman zaman inanmakta zorluk çekip, şüpheye düştüm. Ama her biri diğerini doğruluyordu. Kullandıkları kavramları bile yerine oturtmak zamanımı aldı. Örneğin söze çocuğunun, babasının ya da kardeşinin kayıp olduğunu söyleyerek başladı çoğu. Ama öyküleri ilerledikçe kayıp olmadıklarını fark ettim. Onlar "kayıp"ı, yitirdikleri canlar için kullanıyordu. Kayıp kavramını, bizdekinin tersine 'belirsizliği' dışlayarak kullanıyorlardı. Faili meçhulleri de öyle. Çünkü nereye gittikleri de belliydi, kimin aldığı da, öldüren de. Kayıp dedikleri, alamadıkları cenazelerdi, bir mezarı bile olmayanlar.
Bu tanıklıkları yorumsuz size aktarırken umudumuz bunların bir daha yaşanmayacağı bir ülkenin yaratılmasına katkıda bulunmak.

Tanıklığa çağrı
Güneydoğu'da mağdurlar, yakınları, avukatlar, insan hakları aktivistleri yaratılan bu korku ve dehşet tablosunun, o dönem Güneydoğu'da görev yapmış pek çok askerin, sivilin, yetkilinin de vicdanlarını sızlattığına eminler. Onlara bir çağrı yaparak, gördüklerini, yaşadıklarını, bildiklerini anlatmalarını istiyor ve şöyle sesleniyorlar: "Lütfen tanıklık yapın. Vicdanınızın sesini dinleyin. Eğer çekiniyorsanız, gizli tanıklıktan yararlanabilirsiniz. O günlere dönmemek için, adaleti sağlamak için konuşun. Barolara, sivil toplum kuruluşlarına başvurun. Bunun bir insanlık görevi olduğunu unutmayın. Bu vahşete tanık olmak bile mağdur olmaktır. Siz de mağdursunuz. Yerine getirdiğiniz emirlerin ağırlığıyla yüzleşin. Adaleti hep birlikte sağlayalım!"

"Helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü"
Cemalettin Bayan, oğlu Sadun'u 1988 yılında 'kaybeder.' Gece yarısı Derebaşı ile Kösrak köyü arasındaki bir yerden silah sesleri duyarlar. Sabah, beş kişi köyde yetiştikleri sebze meyveyi  Silopi'ye götürüp satmak için yola koyulurlar. Köyün yaklaşık 300 metre ilerisinde, 80-100 kişilik bir asker grubu önlerine çıkar ve durdururlar. Yola yakın bir yerde de iki çoban koyun otlatmaktadır. O iki köylüyü alıp komutanın yanına getirirler.   

Çocuklarımızı alıp gittiler

"Bana 'sen köye dön', bunlar bize gece çatışmanın olduğu yeri gösterecek' dediler. Bu yedi kişinin hepsinin yaşı da 30'un altındaydı. Ben köye döndüm mecbur. Onlar çocukları alıp gitti. Sadun, Üzeyir Arzıg, Reşit Eren, Fevzi Bayan ve iki çoban Abbas Çiğdem'le Münir Aydın'ı götürdüler. Akşama kadar bekledik. Gelen giden yok. Bütün gece bekledik. Sabah İlçe Jandarmaya gidip, çocukları sormaya karar verdik. Neredeyse bütün köy toplanıp, Silopi'ye gittik. Bazı köylüler, gece helikopterden taburun ortasına birilerinin atıldığını gördüklerini söylediler."
Cemalettin ve diğer çocukların aileleri Silopi Tabur Komutanlığı'na giderler. Önce çocukların cenazelerinin orada olduğunu kabul etmezler. Onlar ısrar eder, 'cenazelerimizi verene kadar buradan gitmeyiz' derler. Gerilim yükselir, tartışma büyür, olaylar çıkar. Kaymakamlık binası taşlanır. Hürriyet Gazetesi olayı "Bunlar Türk olamaz" manşetiyle duyurur. Ama olayların çıkış nedenini yazmaz.
Sonunda komutan, 'savcıyı getirin, cenazeleri öyle veririm' der. Gidip savcıyı getirirler. Savcı eşliğinde tabura girerler.
"Taburun eğitim alanında, etrafı toprakla çevrili bir çukura yan yana dizmişlerdi. Oğlumu teşhis ettim. Sadun'u sırtından çizgi halinde taramışlardı. Helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü. Ağladık, bağırıp, çağırdık. Bir komutan yanımıza gelip bizi azarladı, 'susun' dedi. Hepsini alıp, bir traktörün arkasına dizdik. Camiye götürdük. İlçe halkının neredeyse tamamı toplandı. İlçe merkezindeki mezarlıkta kanal şeklinde, büyük bir mezar kazdık. Onları yan yana, tek sıra halinde gömdük.

Köyü boşalt emri gelir

Olaydan iki üç gün sonra Avukat Orhan Doğan ve o dönem ANAP milletvekili olan Nurettin Yılmaz taziyeye gelirler, bilgi alırlar. Cemalettin Bayan hepsine oğlunu askerlerin öldürdüğünü anlatır. Onlar gittikten sonra Cemalettin Bayan'ı, İlçe Emniyet Müdürlüğü'nden çağırırlar. Yasadışı gösteri organize etmekten ifadesini alırlar ve sorarlar: "Oğlunu kim öldürdü?" Cemalettin söyler: "Oğlumu askerler öldürdü." Oysa 'resmi' açıklama yedi gencin PKK ile çıkan çatışmada öldürüldüğüdür. Akşam bırakırlar. Köye döndüğünde muhtar olan kardeşi Abdülkerim'den, köyün boşaltılması için emir geldiğini, eğer boşaltmazlarsa kimseyi canlı bırakmayacaklarını söylediklerini öğrenir. Köyü boşaltıp, Silopi'ye taşınırlar. Hayvanlarını yarı fiyatına satıp, kiraya çıkarlar. İlkbahara kadar sessizce beklerler. İlkbahar geldiğinde kaymakama çıkıp, sebze-meyvelerini toplama izni isterler. İzin çıkar. Ama sabah gidip, akşam dönmek koşuluyla. Bir sabah yine köye giderlerken tam Yazı köyünden geçtikleri sırada askerler yolu çevirir. Herkesin geçmesine izin verirler ama Cemalettin'in katırını tutarlar.

Oğlumu askerler öldürdü dayağı

"Önce ayrıntılı bir arama yaptılar. Sonra komutan beni dövmeye başladı. Bir astsubaydı, komutan. Hem de soruyordu: 'Oğlunu kim öldürdü?' Ben yine oğlumu askerler öldürdü, dedim. Ağzıma öyle bir vurdu ki dişlerim elime döküldü. Karnıma, başıma, enseme vurdu. Yere düştüm, tekmeledi yine. Bayıldım. Kendime geldikten sonra bir askere, katırımı hazırlayıp beni göndermesini emretti. Komutan uzaklaşınca, asker yanıma geldi. Beni bir kütüğün üstüne çıkarıp, katıra binmeme yardım etti. O sırada kısık sesle 'seni öldürdüler amca ama elimden gelen bir şey yok' dedi."

Polis Yusuf  gelince anladım ki...

Cemalettin Bayan'ın yaşadıkları bununla kalmaz. Bir gece damda yatarken, komşunun evine polisler gelir. Komşudan kendisini sorduklarını duyunca, 'onlara bir zarar gelmesin diye' kafasını kaldırır ve 'Cemalettin benim' der. Bölge halkının yakından tanıdığı Polis Yusuf'u görünce başına gelecekleri anlar. Götürüp nezarete atarlar. Gerisi, daha önce başına gelenlerin aynısıdır. Bir kaç kez daha nezarete alınır, dövülür, hakarete uğrar. Ama o inatla oğlunu askerlerin öldürdüğünü her yerde tekrarlar.
Cemalettin Bayan, bölge için, özellikle de o dönem için oldukça cesur bir örnek. Hiç vazgeçmeden adaletin gerçekleşeceği günü beklemiş. O nedenle de öyküsünü bitirirken söylediği son söz "ölümüne davacıyım" oldu.

Güneydoğu Ergenekon'u (2): Kıbrıs gazisine PKK'lı dediler

Gözaltına alındı, bir daha görülmedi. Beyaz Toros'a bindirildi, geri dönmedi. Yer gösterecekti, cesedi verildi. Köy tarandı, Hediye öldü. Çatışmada vuruldu denen Fevzi Bayan'ın taziyesine Ecevit'ler bile geldi.

Helikopterden Silopi Tabur Komutanlığı'nın ortasına bırakılanlardan biri de Fevzi Bayan'dı. Babası Fadıl Bayan, gazilere verilen oğluna ait askeri kimliği hep üstünde taşıyordu, adaletsizliğin simgesi gibi. Elleri titreyerek kimliği uzatırken "O Kıbrıs gazisiydi. Kurşuna dizip, PKK'lı olduğunu iddia ettiler" dedi, kısık bir sesle. Fadıl Bayan olaydan kısa bir süre sonra Bülent Ecevit ile Rahşan Ecevit'in taziyeye geldiğini, bilgi aldığını ama bir daha ses çıkmadığını anlatırken, gecikmeli bir sitemi dillendiriyordu.

Bütün köy tanıktı

Bayan ailesinin bunları yaşadığı tarihler 1988-1989'dur. Öncesi de vardır ama 1993, 1994, 1995 hatta 2000'li yılların ortasına kadar değişen pek bir şey olmaz. Örneğin Şırnak'ın Damlarca Köyü'ne ateş açıldığında yıl 1993'tür. 18 yaşındaki Hediye yere yığılır. Bütün köy ateşten kaçarken, baba Mehmet Erbey kızının ölüsü kollarında sabahı bekler. Erbey'in iddiasına göre ateş edenler asker, komutan da Cemal Temizöz'dür. 1987'den itibaren bölgede faaliyet yürüten JİTEM'de, Albay Arif Doğan, Binbaşı Cem Ersever, Albay Aytekin Özen, Binbaşı Cahit Aydın, Albay Nurettin Ata, Binbaşı Abdülkerim Kırca, Yüzbaşı Ali Yıldız ve Yüzbaşı Cemal Temizöz komutanlık yapar. Dolayısıyla halkın yakınen tanıdığı isimler arasındadır.

Savcılar ihbar saymıyor

JİTEM'in infaz timlerindeki itirafçı, korucu gibi sivil unsurlar ise o yıllarda sayısı 10 binli rakamlara ulaşan kayıpların sorumluları arasındadır. Bu kayıplardan biri de Hasan Ergul'dur. 10 yıl boyunca hiçbir iz bulunamayan Ergul hakkında, ilk bilgiler Aygan'ın itiraflarıyla ortaya çıkar. Aygan, JİTEM kurbanlarını anlatırken Ergul'un, Silopi'den alınıp Diyarbakır JİTEM'e götürüldüğünü, orada sorgulanıp öldürüldükten sonra Hazar Gölü kıyısına atıldığını söyler. Atıldığı yerin krokisini de açıklar. Aygan'ın itirafları resmi mercileri harekete geçirmese de ailesi ocak ayının 27'sinde Silopi Başsavcılığı'na başvurarak, tarif edilen yerin kazılmasını, DNA tetkiklerinin yapılmasını istedi. Şimdi o da binlerce kayıp yakını gibi sonucu bekliyor.

"O komutan devleti kirletti"

Kardeşi Fevzi Bayan'ı 1989 yılının sonbaharında kaybeden Fadıl Bayan, Silopi'nin Derebaşı Köyü'ndendir. Köy, Cudi Dağı'nın tam eteğidir. Bir gün PKK yaklaşık 300 kişilik bir grupla köyü çevirir. Herkesi camiye toplar. Önce propaganda konuşmaları yapar, sonra da 14 genci seçip, zorla götürür. Yaklaşık 20 gün sonra bir gece yakındaki Körseli adlı Süryani köyünün yakınında operasyon olur. Geç saatlere kadar silah sesleri... Korkudan köylülüler uyuyamaz. Sabahleyin Silopi'yi sebze-meyve ve odun götürenler birlikte sabah 06.30 civarında yola düşerler. Gerisini Fadıl Bayan şöyle anlatır: "Tam köyün çıkışına geldiğimizde askerlerin yolu tuttuğunu gördük. Kardeşim Fevzi ile Abbas Çiğdem koyunların başındaydı. Yanlarında da köyden bir çocuk vardı. Asker komutanın emri üzerine Fevzi ile Abbas'ı da komutanın yanına getirdi. Bizim köylüler arasından da dört kişiyi seçtiler. Komutan dedi ki, 'bunlar bize gece çatışmanın olduğu yeri gösterecekler, siz gidin'. Hepsini alıp çatışmanın olduğu Deştik mevkiine götürdüler. Biz hiç bilemedik ki öldürecekler. O gece bize haber geldi, hepsi kurşuna dizilmiş."
Gücü olan herkes, bütün köylü, kadın-erkek yaya Silopi'ye gidip  Tabur'un kapısına dayanır, cenazelerini ister. Olaylar çıkar. Sonunda savcı eşliğinde cenazeleri alırlar. Bayan, Tabur komutanına "Bu çocuklar PKK'lı değildi" der. Ama komutan "PKK'lıydı, çatışmada öldüler" yanıtını verir. İşte bunu ölümden de ağır bulur Fadıl Bayan. İlk günkü öfkesiyle devam eder sözlerine: "Benim oğlum Kıbrıs gazisiydi. Olaydan 10 gün kadar sonra Bülent Ecevit ile Rahşan Ecevit, taziyeye geldi. Olayı anlattık. Ama Ankara'ya gittikten sonra bir daha ses çıkmadı. Ben 65 yaşındayım. Biz hepimiz Türküz, aynı bayrak altındayız. Bu komutan hem bizi üzmüştür, hem devleti kirletmiştir. Devletten rica ediyorum, bu çocukları öldürenlerin cezasını çekmesini istiyorum."

'Serbest bırakıldı' ama kayıp
Abubekir Aras, 1994 temmuzundan beri kayıp. Babası Abdurrahman Aras, Cizre'de bildiri dağıtan Hediye Ugiş'in yakalanmasından sonra başlarına gelenleri anlatırken aslında bir döneme damgasını vermiş klasik bir kayıp öyküsünü de anlatıyor: "Hediye Ugiş, oğlumun adını vermiş. Bir sabaha karşı evden aldılar. Av. Aydın Satıcı, emniyeti aradı. Evden alındığında cumartesiydi. Her yeri aradık ama 'bizde yok' dediler. Pazartesi adliyeye gidip bekledik. Evrak getiren polisler 'bıraktık' dediler. Onu işkencede gören biri var. Cizre Savcılığı'na, Şırnak Valiliği'ne, Diyarbakır Emniyeti'ne  İHD'ye başvurduk. Yanıt alamadık. İki üç ay sonra Vali Kamil Acun Cizre'ye gelince ayaklarına kapanıp yalvardım. 'Öldürmüşseniz cesedini verin' dedim. 'Araştıracağım' dedi. Beş altı gün sonra iki polis evime geldi. Bana 'oğlun emniyetten bırakılmış' dedi. Oysa o tanık, oğlumla iki-üç gün nezarette birlikte kaldıklarını, ağır işkence gördüğünü anlatmıştı. Onu işkenceden geçiren de TEM'de Mehmet adlı polismiş..."
Babanın ısrarlı başvuruları üzerine Cizre Savcılığı emniyetten bilgi ister. Savcılığa 3. Sınıf Emniyet Müdürü H. Hayri Aslandağ imzasıyla şu yazı gönderilir: "Abubekir Aras 17.07.1994 günü saat 05.30'da nezaret altına alınmış, aynı gün saat 20.30 sıralarında salıverilmiştir."

Tarih 23.05.95'ti, beyaz Toros'a bindirdiler...
Ato Ergul, 23.05.1995 yılından beri kayıp olan abisi Hasan Ergul'un bulunması için savcılığa dilekçe verdi. Ergul dilekçesinde, Aygan'ın itiraflarında abisinin cesedinin bulunduğu yeri de tarif ettiğini söyleyerek, kazı yapılmasını talep etti. "Çukurca'nın Yeniköy mezrasında yaşıyordu. Hasan'ın Silopi'de bir ortağı vardı. Traktöre buğday doldurup, ortağın payını götürmek için çocuğu ile beraber Silopi'ye gidiyor. Buğdayı boşalttıktan sonra dönmek için yola çıkıyor. Silopi çıkışında, yol üstünde biri siyah, biri beyaz Toros durdurup, almak istiyor. Gitmemek için mücadele veriyor ama silahları çekip götürüyorlar. Bütün aramalarımıza rağmen hiçbir haberini alamadık. Kardeşimin çocuğunu ise orada bırakıyorlar. O zamanlar 5-6 yaşlarındaydı. Tanıdık bir köylü görüp, çocuğu yanına alıp götürüyor. Zaten abim götürülürken başka gören köylüler de oluyor. Onu götüren taksilerin JİTEM araçları olduğunu söylediler.
Abimin hiçbir örgütle alakası olmadığını herkes bilirdi. Zaten daha önce de birkaç kez gözaltına alınmış, bırakılmıştı. Bazı yerlere götürüp, eline kaleşnikof verip fotoğraflarını çektiklerini söylemişti, bir keresinde. Ben 9 yıl korkudan Silopi'ye gelemedim. Annem bir dilekçe vermiş, bir iki ay sonra. Kayda geçti mi bilmiyoruz. Ancak Aygan'ın ilk açıklamalarından sonra biz uğraşmaya başladık.

Hazar'ın kıyısına atıldı

Aygan beyanlarında, Hasan'ı Silopi'den aldıktan sonra Diyarbakır JİTEM'e götürdüklerini, orada sorgulanıp öldürüldükten sonra Hazar gölü kıyısına atıldığını söyledi. Aygan'ın daha önce söylediği Murat Aslan'ın başına gelenler ve gömüldüğü yer konusunda bütün söyledikleri doğru çıktı. Kendisinin ifadesine başvurulmasını, bunları kimlerle yapmışsa hepsinin sorulmasını istiyorum. Hepsinden şikayetçiyim. Aygan'ın açıkladığı krokiyi de verdim savcılığa. Oranın kazılmasını ve DNA testinin yapılmasını istiyorum."

Yüzbaşı Temizöz sorgulansın
Mehmet Erbey, Güçlükonak, Damlarca Köyü'nden. Kızı Hediye'nin ölümünden sorumlu tuttuğu Cemal Temizöz'ün sorgulanmasını istiyor. Köylerine ateş açan askerlerin o dönemde Yüzbaşı olan Cemal Temizöz'ün emriyle hareket ettiğini öne süren Erbey'in kendi ağzından öyküsü:
"1993 yılı, sonbaharıydı. Akşam namazına az vardı. Bizim köy, Düzoava ile Yuvarlık köyleri arasındadır. Bu arada yüksek bir zirve vardır. İşte o zirveden birden köye tank ve toplarla ateş açıldı. Kızım o ateş başlar başlamaz vuruldu. 18 yaşındaydı. Herkes apar topar köyden kaçtı. Ben Hediye'nin başında bekledim. Göğsünden vurulmuştu. Sabah oldu, askerler gidince, mezarlığa götürüp gömdük. Korkudan şimdiye kadar hiçbir yere başvuramadık. O top, tankın Temizöz'ün emrinde olduğunu herkes biliyordu. O ateş açıldığında iki ölü daha oldu. İki de yaralı vardı. Abdülrezzak Sezgin'in de kızı ile kardeşinin oğlu Mehmet öldü. Üçünü camiye götürdük, yıkadık gömdük. Şu güne kadar hiçbir şey yapmadık. Ama şimdi ölümüne kadar davacıyım."

Güneydoğu Ergenekon'u (3): Gözleri 'özde' itirafçılarda

Tanıklar konuştukça JİTEM elemanlarından yepyeni isimler de kayıtlara girmeye başladı. 'Sözde' itirafçı Aygan yurtdışına kaçtı ama Abdülhakim Güven, Adem Yakın gibi 'özde' itirafçılar hâlâ bölgede kol geziyor.

"Haziran falandı. Cem Ersever görüşmeye geldi. Altı ay sonra abim kayboldu."

"Askeri birliğin içinde kamuoyunda itirafçı olarak bilinen Abdülhakim Güven, 'Bedran' kod adlı Adem Yakın ve Beşir vardı."

"Dört ay sonra Botaş yakınlarındaki kuyuda cesetler bulundu."


Mağdurların her biri, asker-polis-itirafçı üçlemesinin bir başka boyutunu tanımlıyor, yıllarca süren dehşeti 'ete kemiğe büründürüyor', kanlı bir tarihin yakın tanıkları olarak belki de geleceğe yön veriyorlar.

Cem Ersever işbirliğine zorladı

Yıllar sonra resmi kayıtlarda yerini alan ifade sahiplerinden Doktor Sabri Soysal, 1995 yılından beri kayıp olan abisi Süleyman Soysal'ın öyküsüne, neredeyse bir kayıp 'klişesi' ile başlıyor: "Alışveriş için Özgenköy'den Silopi'ye gitmiş. Öğleden sonra dönmüş. Döndükten hemen sonra bir telefon gelmiş. Yengemin anlatımına göre  'Benim acil bir işim çıktı. Silopi'ye geri gidiyorum' deyip çıkmış."
Süleyman Soysal'ın en son görüldüğü yer Çimen tesislerinin yakını, tarih ise aralık ayının 29'udur. Tanınmış isimlerdendir. Kullandığı otomobilin markası Mercedes olduğu için gözden kaçması zor biridir. Görgü tanıklarına göre, Silopi'den köye dönerken Çimen tesisleri civarında durdurulur. Durduranlar ise beyaz Toros'la mavi renkli iki otomobildir.

Beyaz Toros durdurdu

"Biri kardeşimin yanına biniyor. Ve iki araç aralarına abimin arabasını alarak, kilise mevkiinde, bugünkü un fabrikasının yolu üzerinde güneye doğru ilerliyorlar. Ertesi gün Başköy'den arabanın bulunduğu haberi geldi."
O sıralarda Mersin'de görev yapan Sabri Soysal, köye iki kez gelir. Ve her iki gelişinde de beklenmedik biçimde yaşamının en önemli iki anına tanık olur. İlki;  komutan Cem Ersever'le tanışması, ikincisi ise abisinin kaybolmasıdır.
"Sanırım haziran ayıydı. Ersever abimle görüşmeye iki siville geldi. Birlikte oturduk, sohbet ettiler. Abime 'Sen sevilen birisin, devlete yardımcı olman lazım' dedi. Abim de 'biz zaten karşıt bir şey yapmamışız' diye cevap verdi. Ersever, 'bize yardımcı olursan, her tür sorununu çözeriz' gibi sözler etti. Sonra da abimle yalnız konuşmak istedi. Onlar gidince abime ne istediğini sordum. 'Benim resmen muhbirlik yapmamı istiyor. Yapmazsam sıkıntı çekeceğimi söylüyor' dedi. Abim kabul etmediğini söyledi."

Eşimin yüzünün yarısı yoktu

Leyla Aybı'nın eşi Damlaca Köyü'nde orman işçisidir. 1993 yılı kış aylarında "Tansu Çiller'in özel timi bastı" diye söze girer Aybı. Eşi İbrahim Aybı'yla birlikte, Raşit Direkçi, Mahmut Çevik, Şehmus Çevik ve Derviş Geyaş'ı alıp götürürler. Hemen ardından silah sesleri gelir. Koşarak sesin geldiği yere gittiklerinde gördükleri manzara şudur:
"Hepsinin cesedi paramparçaydı. Eşimin yanına eğildim ki yüzünün yarısı yoktu. Üstümüzde ise bir askeri helikopter çok alçaktan tur attı. Ben bu sırada ellerimle onun başından akan kanları toplamaya çalışıyordum. Kocamı sırtlayıp köye getirdim. Köydeki mezarlığa gömdük. Mezarlığı gösterebilirim. İlk kez başvuruyorum."

'Çok ceset vardı, hepsini çıkaramadık'
Mehmet Ömeroğlu (Soyadını daha sonra değiştirmiş) ve Ahmet Şayık, otomobilleri ile birlikte Habur Sınır Kapısı'na gider, bir daha dönmezler. En son görüldükleri yer, Horoz nakliyatın bulunduğu, Habur- Haçkonaklama arasındaki mevkide kurulu arama noktasıdır. Gözaltına alındığını gören şoförler haber verince, savcılığa, emniyete, jandarmaya giderler ama yanıt değişmez: "Bizde yok."
Araç üç gün sonra Çukurca Köyü'nün yakınında yanmış halde bulunur. Kardeşi Salih Tayboğa, 1994 yılında kaybolan kardeşini dört ay sonra bir kuyudan çıkarır: "Botaş karakolunu geçince Sinan lokantasının yanındaki kuyuda cenazeler olduğunu duyduk. Onu da şöyle öğrendik: Kumçatı'dan kaçırılıp öldürüldükten sonra kuyuya atılanlardan biri  Korucubaşı Osman Demir'in yeğeniydi. Araya hatırlı kişileri sokmuş ve cenazenin yerini bulmuştu. Belediye ekipleriyle  kuyudan üç ceset çıkardık. Tanınmaz haldelerdi. Suyun içinde çürümüşlerdi. Savcı da vardı. Sonra Başköy'de Silopi mezarlığına defnettik. Kimlikleri tespit edilemedi."

Üç itirafçı, bir komutan
İzzet Padır'ın 1994 yılının haziran ayında Üçağaç Köyü, Zıristan mezrasından alınışını oğlu Harun Padır'ın ağzından aynen aktarıyoruz: "Askeri birlik köyü sardı. Köylüleri toplayıp, kimlik kontrolü yaptı.
Birliğin içinde itirafçılar Abdülhakim Güven, Bedran kod adlı Adem Yakın ve Beşir de vardı. Köyden, İzzet Padır, Abdullah Özdemir'le beni aldılar. Beni o gece bıraktılar. 'Diğerlerini sonra bırakacağız' dediler. Daha sonra yaptığımız başvuru üzerine savcılık, Cizre İlçe Jandarma Komutanlığı ile yazıştı. Komutan Cemal Temizöz'dü. Temizöz, 'şahısları aldık ama bıraktık' demiş. Adı geçen itirafçılarla Cemal Temizöz'ün sorumlu olduklarına inanıyoruz."

Güneydoğu Ergenekon'u (4): İşaret 'itirafçı komutanlar'dan

Onlar, Aygan'ın sözünü ettiği itirafçıları yıllar önce pek çok 'kayıp' öyküsünün aktörü olarak tanımışlardı. Her biri 'son'u olmayan öykülerinde farklı bir isimden söz ediyor; 'komutan'ın yanına 'Berdan'ı, 'Hakim'i ekleyerek...

Bölge halkı üzerinde sadece isimlerinin bile korku yaratmaya yettiği itirafçılar, mağdurların ifadelerine yeni yeni yansımaya başlasa da Abdülkadir Aygan bazılarını gayet iyi tanıyordu. Aygan, bu isimlere ilişkin 2004'te bilgi verirken, itirafçı ve askerlerden oluşan timlerin faaliyetlerine de ışık tutuyordu: "Aslen Cizre'li olan itirafçı Abdülhakim Güven, Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi'nden bırakıldıktan sonra Cizre'de Jandarma Komutanı Yüzbaşı Cemal Temizöz'ün emrine girdi. Ve Adem Yakın, Hıdır Altuğ, Berces Ergin, Hüseyin Bülbül, Sefer Bildik gibi itirafçı ve uzman çavuşlardan oluşan bir ekip kuruldu. Bunlar o yörede Cizre Jandarma İlçe Komutanlığı emrinde çalışan kişilerdi. Resmi olmamasına rağmen o zaman yüzbaşı olan, sonra da JİTEM Komutanı olan ilçe komutanı Cemal Temizöz, bunların yanına iki üç tane de uzman çavuş vermişti. Onlar da sivil giyimliydi. O bölgede terör estiriyorlardı."

'Berdan' alıp götürdü

Kimilerinin 'sözde itirafçı' diye nitelendirdiği Aygan'ın açıklamalarını doğrulayan bir örnek de Reşit Acar'ın anlattığı kardeşi Mehmet Acar'ın 1994'teki kayboluş öyküsü.
"Şubat ayıydı. Abdülhakim Güven, 'Berdan' ve 'Hakim' kod adlı itirafçılarla, bir sivil daha, üç kişi Toros marka beyaz bir binek arabayla köye geldiler. Abdülhakim Güven o zaman bıyıklıydı. Sonra gördüğümde bıyığını kesmişti. Orta boylu, beyaz tenli, koyu renk saçlı biri. Berdan esmer, kıvırcık saçlıydı. İkindi vakti geldiler. İfadesini alacağız diye, İlçe Jandarma'ya götürdüler."
Reşit Acar, kardeşinin alınması üzerine korucubaşına gidip, 'hatır' için aracı olmasını ister. Mehmet bırakılır ama bir hafta geçmeden aynı ekip tekrar gelir. Köy yolunda duran arabadan Bedran inip Mehmet'i çağırır.
"Giderken kardeşim bana 'Eğer iki gün içinde dönmezsem beni sorun' dedi. İki gün bekledik, gelmeyince yine korucubaşı Demir'e gittim. 'Eve gidin' dedi. Baktık yardım etmeyecek, jandarma komutanlığına gittik, 'Buraya geldi ama bıraktık' dediler."
Reşit Acar, kardeşinin örgüte yardım yataklıkla suçlandığını, altı ay cezaevinde yatttığını da aktardıktan sonra şu ayrıntıyı veriyor: "O dönemde Abdülhakim Güven de cezaevindeydi. Kardeşimi oradan tanıyordu. Bugüne kadar hiç savcılığa başvurmadık. Zaten sonuç alınmıyordu."

"Anladım. Babam gitti..."

Kavallı Köyü muhtarı olan Yusuf Kalenderoğlu, 22.02.1995'te işleri için Silopi'ye gider. Dönemin kaymakamı ile görüştükten sonra, akrabaları Ahmet Dansık ve babası Mehmet Dansık'ın aracıyla köye dönmek üzere yola çıkarlar. Şahin Kalenderoğlu babasının görüldüğü son noktayı ayrıntıları ile anlatıyor:
"O hafta JİTEM elemanları sivil araçlarla arama noktaları kurmuşlardı. Beyaz ve siyah iki Toros arabaları vardı. Ortaköy ile BOTAŞ'ın bitişiğindeki Selebiye mezrası yolu ve Kavallı Köyü yolunda kimlik kontrolü yapılıyordu. Biz o zaman anlamıştık birilerini alacaklarını. Babamlar, Selebiye mezrasından Kavallı'ya giden yolda, BOTAŞ'taki askeri noktada alınıyorlar.
O zaman 'Muhtar Ali' diye bilinen JİTEM binbaşısı,  Silopi İlçe Jandarma Komutanı Abdullah Üsteğmen, 'Cengiz' kod adlı Mahmut, Uzman Çavuş Özcan, Bekir Üsteğmen, Ali Binbaşı'nın emrinde çalışıyorlardı.
1993-95 arasında bunlar faaliyetteydi. Bizim köy, ilçe jandarma komutanlığına bağlıydı. Babamlar o akşam gelmedi. Sabah Silopi'de herkesi aradık. En son görenler 'Eve geliyordu' deyince, ben anladım. Babam gitti..."

"Siz götürdünüz dedim"

Savcıya, emniyete, kaymakama çıkarlar. Hepsinden "Bizde yok" yanıtı alınca bu kez toplu olarak ilçe jandarmaya giderler. Şahin Kalenderoğlu, bu kez açıkça İlçe Jandarma Komutanı Abdullah üsteğmene "Siz götürdünüz. O siyah, beyaz taksiler kimin, nasıl kimlik kontrolü yapıyorlar" der ama yanıt değişmez: "Bizim sivil ekiplerimiz yok." Bu sözü duyan "Mahmut" adlı itirafçı Şahin Kalenderoğlu'yu bir süre rahatsız etse de, babasının peşini bırakmaya niyeti yoktur.
"İki gün sonra Diyarbakır'a Hasan Kondakçı Paşa'nın yanına gittim. Diyarbakır Asayiş Komutanıydı. Alay komutanı da Mete Sayar'dı. Kondakçı Paşa bana, 'Ben de arıyorum, acaba PKK dağa mı götürdü' dedi. Ben de 'PKK BOTAŞ'la Silopi arasında nasıl götürecek' dedim."
Bütün uğraşılarına rağmen Şahin Kalenderoğlu tam 14 yıldır babasının izine ulaşamadı.

Hindi götürdüler, dönmediler
Zınar Fındık'ın savcılığa verdiği dilekçe pek çoğu gibi iki satırlık. Oysa babası Mehmet Fındık ve amcaoğlu Ömer Fındık'ın kayboluş öyküsü "pes" dedirtecek cinsten. İşte oğlu Zınar Fındık'ın ağzından bir yılbaşı ziyaretinin hiç bitmeyecek bir kabusa dönüşmesinin öyküsü:
"31 Aralık 1995'te muhtar olan abimi Silopi Jandarma Komutanlığı'ndan arıyorlar. 'Yılbaşı için bize birkaç tane hindi getirin' diyorlar. Silopi Jandarma Komutanlığı, BOTAŞ Jandarma Karakolu, İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne vermek için sekiz-dokuz tane hindi koyuyorlar arabaya. Akşam geri gelmediler. O zamanlar akşam dışarı çıkmazdık. Hava kararıp eve gelmeyince endişelenmeye başladık. Üç araba dolusu insan İlçe Jandarma Komutanlığı'na gittik. 'Evet geldiler ama buradan emniyete gittiler' dediler. Emniyete gittik, onlar da 10-15 dakika önce çıktıklarını söyledi. Belki köye dönmüşlerdir diye köye gittik, kimse gelmemiş. Yeniden jandarmaya, emniyete gittik 'Haberimiz yok' dediler. Görenlerin anlattığına göre, önce babam girmiş emniyete. O çıkmayınca Ömer gitmiş sormaya ama o da çıkmamış. Sabah emniyet müdürlüğüne gittiğimizde, götürdükleri hindiler hâlâ emniyetin bahçesindeydi. Silopi Jandarma Komutanı Halil Yüzbaşı'ydı. Onlar misafirliğe gitmişlerdi, ama iki kurum arasında kayboldular. Dönemin emniyet müdürü ile Halil Yüzbaşı'nın ifadesinin alınmasını istiyoruz."

Güneydoğu Ergenekon'u (5): Domuz bağının ucu karanlıkta

Hizbullah operasyonlarında yakalanan bombaların ordu malı çıkması da JİTEM bağlantısını üst düzey bürokratların açıklaması da durumu değiştirmeye yetmedi. Şimdi umut, Ergenekon soruşturmasının Fırat'ın ötesine geçmesi.

JİTEM'in 1990'lı yıllara damgasını vuran en önemli faaliyetlerinden biri de Hizbullah'la ilişkisiydi. 'Büyük' Hizbullah operasyonu yapıldı, bazı liderleri yargılandı ama onları örgütleyen, eğiten, infaz listesi veren isimler perde arkasında kaldı. Oysa konuyu ilk dillendiren öldürülen JİTEM komutanı Binbaşı Cem Ersever, "Hizbullah ile bağlantılı iki kişi Alaattin Kanat ile Adem Yakın'dı. Güvenlik kuvvetleri Hizbullah'ı koruyup güçlendirmişlerdi. Hizbullah'ın tetikçilerinin çoğu itirafçıdır" demişti.
Bu bağlantı daha sonra Meclis Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'na bilgi veren Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek tarafından da doğrulanmıştı. 1994 yılında Batman'a atanan Şimşek, şunları söylemişti: "Ne yazık ki Hizbullahçılar, bir dönem askerden yardım gördüler. Buradaki bazı askeri birliklerde silahlı eğitim yaptılar, lojistik destek gördüler."

Hizbullah'ın karargahı: Yolaç

Daha da ayrıntılı açıklamalar yapıp isim ve yerler veren Abdülkadir Aygan, Hizbullah'ın bir karargahını da  "Diyarbakır-Silvan yolu üzerinde bulunan Yolaç (Susê) Köyü. Hatta şehitlikleri de var onların" diye tarif etmişti. Ama kimse bu karargahların orada yaşayan insanlara nasıl yansıdığını sorgulama gereği duymamış, mağdurlar ise korkudan yıllarca ağızlarını bile açamamışlardı. Aygan'ın Susê Köyü dediği, burada tam bir terör estiren Hizbullah'ın vahşeti ancak yıllar sonra "domuz bağı"  ve işkence hücreleri ile kamuoyunun gündemine gelmişti. Oysa infaz timlerinin alıp götürdüğü yer de, kimin götürdüğü de çevredeki herkesçe biliniyordu. Yarattıkları dehşet o kadar büyüktü ki, Diyarbakır İHD Şubesi'nde görüştüğüm A.D, bugün bile isminin açıklanmasını istemiyor.

Göç ettiler yine de kurtulamadılar

Abisini 1993 yılında 'kaybeden' A.D kendi öyküsünü anlatırken, 1990-1993 yıllarında Silvan'a hakim olan atmosferi de aktarıyor: "O dönem faili meçhuller çok yoğundu. Esnaf saat 11.00'de dükkan açıp, saat 14.00'de kapıyordu. Kahvede otururken gündüz gözü insanlar alınıp, öldürülüyordu. Öyle bir ortamdı ki, bizim de başımıza gelir mi, diye korkmayan yoktu. Biz de abimle korkudan göç ettik."
Ağabeyiyle birlikte Kaymakamlığın açtığı Halk Eğim Merkezi'nde kurs görüp, dokuma ustası olan A.D, yine Kaymakamlığın aracılığı ile 1993 yılında Antalya Halk Eğitim Merkezi'nde iş bulunca çok sevinir. Hem meslek sahibi olmuştur hem de o korku atmosferinden kurtulacaktır. Dönemin Silvan Emniyet Müdürü ve Kaymakam Vekili Vehbi Yıldız, "Gidin, orada size göre iş var" der. Abisi de Tarsus'ta senelerce aynı kişinin yanında, aynı kahvede çaycılık yapar.
Herşey yolundadır, ta ki Silvan'da kalan anneleri vefat edene kadar. Mecburen Silvan'a gelip, annelerinin cenaze törenine katılırlar. Taziyeleri kabul ettikten sonra A.D Antalya'ya döner. Abisi bir süre daha kalacaktır. Ama bir hafta geçmez ki, abisinin acı haberi gelir.

"Kaçıranlar komşumuzdu..."

"Abim elektronikten anlardı. Bir tanışımızın televizyonunu tamir için Silvan'a gidiyor. Dönerken silahlı, sivil giyimli iki kişi yolun ortasından kaçırıyor. Herkes görüyor ama kimse korkudan şahitlik yapmıyor. Bir kadın babama, abimi kaçıranların A.G ve A.G olduğunu söylüyor. Bunlar bizim komşumuz, düşünün. Evleri bize 500 metre. Birlikte tarla ekip, biçmişiz. Babam hemen G'lerin evine gidiyor. Durumu anlatıp, abimin nerde olduğunu niye kaçırıldığını soruyor. Olayı inkar etmiyorlar ve babama 'İslamiyet'in şartlarına göre geri vereceğiz, ama önce cemaate ifade verecek' diyorlar."

Hizbullah'la Özel Tim birlikteydi

Aradan birkaç gün geçip, B.D gelmeyince babası tekrar G'lerin evine gidip sorar. Ama bu sefer reddedip, "Gören kimmiş, onu söyle" derler. Gören kadının da öldürüleceği bilindiğinden elbette adını veremezler: "Zaten öyle bir durum vardı ki, Batman'dan Silvan'a gelip, Silvan'dan Batman'a gidip öldürüyorlardı, tanınmasınlar diye. Suse köyünde bir camii vardı, Hizbullah'ın karargahıydı. Oraya götürdükleri kimse sağ çıkmazdı. Özel Harekat Timleri ile birlikte çalışırlardı. Bunu çevredeki bütün halk bilirdi, ama kimse ses etmezdi."
Bütün bunları metanetle anlatmaya çalışan A.D, Hizbullah operasyonu sonrası  girilebilen camideki hücrelere sıra geldiğinde gözyaşlarını tutamaz.
"Ben bizzat gördüm. Bir insanın ancak oturursa sığabileceği genişlikte hücrelerdi. Kanlı insan elbiseleri bulduk. Bir ceketi abimin ceketine benzettim. Herhalde abime de oralarda eziyet etmişlerdi. Kim bilir ölüsünü nereye attılar."
A.D'nin anlatımına göre, dilekçelerini işleme bile koymaz savcı. 2002'de Silvan Cumhuriyet Savcılığı'na tekrar dilekçe vermeye gittiğinde ise savcı "abinden haber alırsan bize de bildir" deyince çok kızar. "Biz 1993'den beri arıyoruz, bizi arayacağını bilsek niye buraya gelelim" der. Bugüne dek alabildikleri tek yanıt ise  abisinin PKK'nın dağ kadrosunda olduğudur. "Tanık var, herkes tanık, bunun doğru olmadığına. Yine de böyle söylüyorlar. Abim elektronik işler yapar, çaycılık yapar, akşamları saz çalar türkü söylerdi. Kürtçe türküler söylediği için muhtemelen kin aldılar."

Dehşeti çocuk gözüyle anlattı
Nevzat Polat, babası Sabri Polat ve amcası Abidin Polat'ın gözaltına alındığı 1994 yılında henüz 14 yaşlarında bir çocuktur. Babası ve kardeşiyle Şırnak'tan amcasının tarla işlerine yardım için Buğdaylı Köyü'ne gelirler. Hikaye de burada başlar: "Amcam pamuk ekmişti. Ben, kardeşim ve tarlada çalışırken uzaktan bir askeri aracın geldiğini gördük. Ama fazla ilgilenmedik. Aklımıza hiç bizle ilgili bir şey olabileceği gelmedi. Askerler bizim orda durup, 'Sabri ve Abidin Polat kim' diye sordular. Ortaköy Karakolu'ndan Gökhan adlı bir astsubaydı komutan. Ortaboylu, siyah saçlı biriydi. Babamla amcamı tekme tokat döverek araca bindirdiler. Ben o güne kadar hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım. Kardeşim Ali de 12 yaşlarındaydı o zaman. İkimiz ağlaya ağlaya arabanın peşinden koşmaya başladık. Yaklaşık iki km. falan koştuk arkalarından. Bizi fark edince durdular. İkimizi de dövüp 'geri dönün' diye bağırdılar. O sırada pamuk tarlalarının arasında beyaz bir Toros arabayı fark ettik. Babamla amcamı askeri araçtan indirip, o Toros arabaya bindirdiklerini gördük. İki gün sonra amcamı bıraktılar. Ama üçüncü gün yeniden çağırdılar. Ben 'amca gitme' dedim. 'Gitmezsem devlete karşı suçlu konuma düşerim', dedi ve gitti. Bir daha ikisini de görmedik."

TARAF