İsa Yusuf Alptekin

İsa Yusuf Alptekin

Bir ömür boyu Doğu Türkistan’ın hürriyeti için mücadele eden, bu davayı tanıtmak ve dünya kamuoyunun desteğini kazanabilmek için dünyayı dolaşan İsa Yusuf Alptekin...

Vatan için vatandan ayrıldık

İSA YUSUF ALPTEKIN: "Bazı olayların anlatılması imkansız olur. Ümitlerin tükendiği bir anda Hindistan sınır karakolu gözükmüştü. Tükenen ümit ve bittiğini sandığımız hayat, karakolun gözükmesiyle yeniden başlamış oldu. Bir anda karşı tepeden Çin askerleri devriyesi gözüktü. Üzerimize geliyorlardı. Gençler bana ve Mehmet Emin Buğra'ya koşup 'Siz Doğu Türkistan davasını anlatıp ülkemizin kurtuluşuna katkıda bulunabilecek insanlarsınız. Biz ellerimizdeki silahlarla Çin askerlerini oyalar ve sonunda davamız uğruna şehit oluruz' dediler.

Ülke dışına çıkmaya sabahlara kadar süren toplantılardan sonra karar verdik. Urumçi'den yola çıktık. İlk hedefimiz Keşmir. Ancak bu hedefe varmak için yüksek karlı dağları aşmak ve tehlikelerle dolu bir yolculuk bizi bekliyordu. Biz yola çıkarken bunun kolay olmayacağını biliyorduk. Her şeyi göze alarak iki kafile halinde yola çıktık.

Uzun ve yorucu olan bu yolculukta yaya olarak karlı dağlara tırmandık. Kadınlar ve çocuklar dağların yüksekliği arttıkça dökülmeye başladı. Himalaya Dağları'nın sert rüzgarı ve dondurucu soğuk, açlık ve susuzluk içinde kıvranıyorlardı. Başı eğilmez, bileği bükülmez yiğitler bu durum karşısındaki çaresizlik içinde, gözyaşlarını sızlayan yüreklerine akıttılar. Ben bu yiğitleri o güne kadar hiç ağlarken görmemiştim. El ve ayak parmaklarımız donmuştu. Öyle zor anlar yaşadık ki, ölüm kalım an meselesiydi. Yollar bitmek bilmiyordu. Gittikçe, sanki yollar uzuyordu. Yanımıza aldığımız yiyecek ve içeceklerimiz tükenmişti. Gücümüz, moralimiz ve ümidimiz bitmek üzereydi. Dakikalar saat, saatler gün olmuştu sanki.

"ÇIN ASKERLERI ÜZERIMIZE GELIYORDU"
Bazıları ümidini tamamen yitirmiş ve "geri dönelim" demeye başlamıştı. Bu bir bitmişliğin ifadesi idi. Fakat geri dönüş imkansızdı. Dünyada eşine zor rastlanır bir hayat mücadelesinde kilometre taşı olan bu yolculuğu yaşamayanlar tasavvur dahi edemez. Bazı olayların anlatılması imkansız olur. Ümitlerin tükendiği bir anda Hindistan sınır karakolu gözükmüştü. Tükenen ümit ve bittiğini sandığımız hayat, karakolun gözükmesiyle yeniden başlamış oldu. Bir anda karşı tepeden Çin askerleri devriyesi gözüktü. Üzerimize geliyorlardı. Gençler bana ve Mehmet Emin Buğra'ya koştular. "Siz Doğu Türkistan davasını anlatıp ülkemizin kurtuluşuna katkıda bulunabilecek insanlarsınız. Biz ellerimizdeki silahlarla Çin askerlerini oyalar ve sonunda davamız uğruna şehit oluruz. Ancak siz kurtulmalısınız. Milletimizin size ihtiyacı var. Siz kafileyi alıp biz savaşırken sınırı geçin" diye yalvarıyorlardı.

"HEPSI ŞEHIT OLDU"
Zaman çok kısaydı ve oyalanma yerine karar verip hareket etmek gerekiyordu. Kabul ettik ve kafileye öncülük yaparak sınırı geçerek Hindistan'ın Ladak şehrine varmış olduk. Çinli askerlerle gençlerimiz arasında çatışma son kurşuna kadar sürdü. Gençlerimizin tek hedefi onları oyalamak ve kafilenin sınırı geçmesini sağlamaktı. Onlar son kurşuna kadar savaştı ve bizim sınırı geçmemizi sağladılar. Hepsi sonunda şehit oldu. Onlar kanla yazılan tarihimizin kahramanları olarak tarihe geçmişlerdir.

TÜRKIYE'MIZE ULAŞMAK NASIP OLDU
Kafileden 49 kişinin donan el ve ayak parmakları kesildi. Kızım Yalkın'ı bu yolculukta kaybettik. Oğlum Arslan'ın ayak parmakları dondu ve kesildi. Bizim asıl hedefimiz Türk dünyasının tek ümit kapısı Türkiye'mize ulaşmaktı. Doğu Türkistan'dan kaçarak dış ülkelere iltica edenlerin büyük çoğunluğunun Türkiye'de olduğunu biliyordum. Ben de, ailem de ve bizimle yola çıkan diğer aileler de Türkiye'ye yerleşebilme hayalini taşıyorduk. Hasretiyle yanıyorduk. Çeşitli yolları denedik ve sonunda 1954 yılında Türkiye'mize ulaşmak nasip oldu. Resmen Türkiye'ye sığınma müracaatında bulunduk. İstanbul'a yerleşir yerleşmez ilk işim Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti'ni kurmak oldu.

"BIRÇOK GAZETE VE DERGIYLE SESIMIZI DUYURUYORDUK"
4 Aralık 1957 tarihinde 1712-1958-11126 sayılı kararla Türk vatandaşlığına kabul edildik. O günden sonra işlerimiz biraz daha kolaylaştı ve önümüz açıldı. O yıllarda vatan ve milletini seven, davasına bağlı, fedakar ve vefakar Türk vatandaşlarımızın maddi ve manevi destek ve yardımlarıyla Doğu Türkistan davası ve Komünist Çin istilası altında kalan Doğu Türkistan'daki gerçek durum hakkında konferanslar tertipleme ve birçok İslam ülkesini ziyaret ederek birçok devlet ve hükümet başkanlarını bilgilendirme imkanı bulduk. Birçok kitap ve broşürün basılması ve dünyanın dört bir yanına ulaşması yine o destekler sayesinde olmuştur. Doğu Türkistan'ın manevi lideri Mehmet Emin Buğra'nın büyük fedakarlıkları sonucu 1960 yılında ''Türkistan'' ve ''Türkistan'ın Sesi'' adlı Türkçe ve Arapça dergilerle, İngilizce olarak ''The Voice of Turkestan" dergileri büyük ses getirmişti. Ayrıca Kahire'de değerli insan Doğu Türkistanlı alim Mehmet Emin İslami ile İbrahim Vasili tarafından çıkartılıp Arap dünyasında Doğu Türkistan davasını anlatan "Savt-ül Türkistan" dergisiyle haber ve yorum akışını sağlıyorduk.

"DOĞU TÜRKISTANLILAR CEMIYETI'NI KURDUK"
1960'ta Doğu Türkistanlılar Cemiyeti'ni kurduk. Artık belli bir adres ve buluşma yerimiz vardı. 11 Haziran 1965 tarihinde değerli dava kardeşim, dostum, Doğu Türkistan'ın manevi liderlerinden M. Emin Buğra'nın vefatından sonra yalnız kaldım. Rahmetliden sonra ilk toplantıda Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti'nin başkanlığına arkadaşlar ittifakla beni seçtiler. 1978 yılında Esir Türkler Haftası münasebetiyle bir basın bildirisi yayınlamıştım. Bu esnada evime dönerken yolda bir trafik kazası geçirdim ve iki ayağım kırıldı. Uzun zaman hastanede kaldım. Çalışmalarım büyük ölçüde aksadı. Gözlerim tedrici olarak acizleşti. Daha sonra gözlerim tamamen görmez oldu. Dünyam karardı. Fakat gözlerim görmediği halde toplantılara koşuyor ve nefesim yettiğince Doğu Türkistan'ı anlatıyorum.

"VAKFIN ÇALIŞMALARINDAN AYRILMAK ZORUNDA KALDIM"
1990 yılında hem derneğin ve hem de vakfın çalışmalarından ayrılmak zorunda kaldım. Gözlerim görmüyordu, artık takatim kesildi ve dizlerim tutmaz oldu."

GÖZLERIMI KAYBETTIM ANCAK MÜCADELEMDEN HIÇBIR ŞEY KAYBETMEDIM
Büyük dava adamı, hürriyet ve istiklalin en ateşli savunucusu asırlık mücadeleci İsa Yusuf Alptekin Bey'i Ağustos 1994'te oğlu İlgar Alptekin'in evinde ziyaret etmek, hayır duasını almak ve bir kere daha Doğu Türkistan davası ile şanlı mücadelesini kendisinden dinlemek nasip oldu. İlerleyen yaşına rağmen mücadele azminden hiçbir şey kaybetmemişti. ''Nasılsınız?" diye sorduğumda "Gözlerimi kaybettim ancak Doğu Türkistan'ın hürriyeti için başlattığımız mücadeleden hiçbir şey kaybetmedim" diyordu. Anlatmaya doymuyordu. Anlattıkça eski günleri hatırlıyor ve görmeyen gözlerinden yaşlar damlıyordu. Onun büyük mücadelesini saygıyla selamlıyor, Yüce Allah'tan rahmet diliyorum. Aziz ruhu şad olsun. Doğumundan 95 yıl sonra, 17 Aralık 1995 tarihinde hayata gözlerini yumdu.

Asrın çınarı göçtü
Bir ömür boyu Doğu Türkistan'ın hürriyeti için mücadele eden, bu davayı tanıtmak ve dünya kamuoyunun desteğini kazanabilmek için dünyayı dolaşan İsa Yusuf Alptekin'in ölüm haberi Türkiye başta olmak üzere tüm Türk dünyası tarafından büyük bir üzüntü ile karşılandı. Albayrağın yanında gökbayrak yarıya indirilmiş. O gün büyük bir lideri, büyük bir dava adamını kaybetmenin üzüntüsü yaşanıyordu. Haber kısa zamanda yayıldı. İsa Yusuf Alptekin'in yorgun gözlerini yumduğu İstanbul Ataköy'deki evi bir anda dolup taştı. Herkeste hüzün ve gözyaşı vardı.
Müslüman Türk dünyasının yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri
İsa Yusuf Alptekin'in 18 Aralık 1995 tarihinde İstanbul Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazına Türkiye'nin dört bir yanından sevenleri katıldı. Cenazede tekbirler getirerek peşinden yürüyen on binlerce insan, Doğu Türkistan'da yanan hürriyet ateşinin sönmeyeceğini, gökbayrağın hür olarak albayrağın yanında dalgalanacağını ve onun başlattığı davaya sahip çıkılacağını haykırıyorlardı. Yapılan konuşmalarda bu kararlılık dile getiriliyordu. Evet artık o, yani davanın büyük lideri İsa Yusuf Alptekin yok. Ancak onun açtığı ve aydınlattığı yoldan ileriye koşan on binler var.
Müslüman Türk dünyasının yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olan ve hayatını Doğu Türkistan davasına adayan İsa Yusuf Alptekin'in sesi, ebediyen kulaklarımızda çınlamaya devam edecektir .

Nefsinden fedakarlık yapmayan bir insan faydalı olamaz

Erkin Alptekin, babasını anlatıyor...Babasının vefatı üzerine, Doğu Türkistan davasını uluslararası kuruluşlarda ve BM bünyesinde faaliyet gösteren 'Temsil Edilmeyen Milliyetler' bölümünde temsil eden Erkin Alptekin, ricam üzerine kaleme aldığı yazısında büyük dava adamı babası İsa Yusuf Alptekin'in mücadele felsefesini ve Doğu Türkistan davasını şu şekilde özetlemektedir.

Ben Çin'in Lancu şehrinde doğdum. Mali durumumuz pek iyi değildi. Çocuklarına birkaç gram et yediremediği için annemin zaman zaman ağladığını çok iyi hatırlarım. Babam bu sıralarda Milliyetçi Çin Parlamentosu'nda milletvekili idi. İyi kötü maaş da alıyordu. Zamanı gelince babama, bize niçin doğru dürüst bakamadığını sordum. Babamdan aldığım cevap şu olmuştu:
''...Oğlum, benim aldığım para Doğu Türkistan davasını Çin ve dünya kamuoyuna duyurmak için çıkartmakta olduğum gazeteye ancak yetiyordu. Ayrıca, Asya ve Orta Doğu ülkelerine yaptığım gezi sırasında yetim kalmış pek çok Doğu Türkistanlı gençle karşılaştım. Onları perişan olmaktan kurtarmak, mümkün olduğu kadar onlara biraz eğitim imkanı sağlayabilmek, milli ve dini şuur aşılayabilmek gayesiyle onları Çin'e getirttim. Nahkin'de (o dönemde Milliyetçi Çin'in başkenti idi) bir enstitü açtım. Bu enstitüye, çeşitli dönemlerde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nden kaçıp Milliyetçi Çin'e gelip sığınan Tatar kökenli Türk öğretmenleri yerleştirdim. Bunun için size doğru dürüst bakamadım..."

"Doğu Türkistan'a döndük"
Günü geldi ve Milliyetçi Çin'den ayrılarak Doğu Türkistan'a döndük. Babam Doğu Türkistan hükümeti Genel Sekreteri olmuştu. Urumçi şehrinde bir arkadaşımdan bisiklete binmesini öğrendim. Bisiklete binmeyi öğrendiğimi gösterebilmek için babamın işten dönmesini bekledim. Maksadım bana bir bisiklet almasını rica etmekti. Babam geldi, önce bisiklete binip bir tur attıktan sonra, bana bir bisiklet almasını rica ettim. Aldığım cevap şu olmuştu:
'' ...Oğlum, Çinliler halkımızı çok geri bıraktı. Ülkemizde doğru dürüst bir eğitim yuvası yok. Merkez hükümetten mali yardım istiyoruz fakat vermiyor. Biz kendi imkanlarımızla bir şeyler yapmak için yarından itibaren ülke çapında bağış toplama kampanyası açıyoruz. Sana bisiklet alacak parayı bu bağış kampanyasına verelim. Halkımız aç ve sefil bir vaziyetteyken sen bisikletle dolaşırsan Allah buna razı olmaz."

"Kuru ekmekle yetinirdik"
1949 yılında Hindistan'a iltica ettik. Evde Alptekin ailesinin dışında babamla Doğu Türkistan'dan ayrılan babamın beş yakın mesai arkadaşı vardı. Canlarını kurtarıp zor çıktıkları için onların elinde de maddi imkan yoktu. Çok dar imkanlar içinde olmasına rağmen onların imkanlarını da babam karşılıyordu. Sofraya önce onlar oturur, sonra onlardan artanları biz yer içerdik. Bazen evde yemek az pişmişse kuru ekmekle yetinirdik. Ayrıca üzerimizde doğru dürüst üst baş da yoktu. Annem, babamın eski bir ceketini söküp bana palto olarak dikmişti. Bu eski ceketle okula gitmeye utandığım için okuldan kaçardım. İsyanım üzerine babam beni bir gün karşısına alıp şunları söylemişti:
''...Oğlum, bizimle beraber olan bu aydınlar, 'vatan için vatandan ayrılıyoruz' diye çoluk çocuklarını terk edip memleketten ayrılan insanlardır. Eğer ben önce kendi çoluk çocuğuma yedirir, içirir, giydirir, vatan ve millet diye benimle memleketten ayrılan bu insanları ihmal edersem, bu benim insanlık anlayışıma ters düşer. Bunun için sizden anlayış ve fedakarlık bekliyorum. Bu zor günler de bir gün geçecek. Unutma ki; nefsinden fedakarlık yapmayan bir insan vatan ve milletine gerçek anlamda faydalı olamaz..."
1954 yılında Türkiye'ye gelip yerleştik. Ama yukarıda anlatmaya çalıştığım durum aynen devam etti. Şartlar o kadar zordu ki, yazmakla anlatmam mümkün değil. Ancak ailece sabrettik.

"Başkalarını kötüleyerek yükselemezsiniz"
Bütün bu fedakarlıklara rağmen babam İsa Yusuf Alptekin zaman zaman çeşitli çevrelerin eleştirilerine hedef olmuştur. Özellikle kendisine yakın bildiği kişilerden gelen yıkıcı eleştiriler, suçlamalar ve vefasızlıklar babamı çok üzerdi. Ama bizlere belli etmemeye çalışırdı. Biz ise, eldeki belgelere dayanarak bu eleştiri, suçlama ve töhmetlere cevap verilmesi gerektiğini savunurduk. Ama babam:
'' ...Oğlum, eleştiriler demokrasinin bir icabı. İnsan olarak benim de hatalarım vardır. Eğer insanlar kendi kusurlarını büyük, başkalarının kusurunu küçük görmeyi öğrenmezlerse kendilerini ıslah edemezler. Bu yıkıcı eleştiri, suçlama ve töhmetlere cevap vermeye kalkarsanız bunu yapan insanlarla aynı seviyeye düşersiniz. Siz yine de bu insanlara karşı saygılı davranın. Doğu Türkistan'da şu söz çok önemlidir. 'Özengni er bilseng başkısını şır bil'. Bunun anlamı şudur: 'Kendinizi er bilirseniz, başkasını daima şir/aslan bilin.' Yükselmek istiyorsanız, önce başkalarını yüceltin. Çünkü başkasını kötülemek suretiyle hiçbir zaman yükselemezsiniz..." derdi.

Başkasının başarısı kendi başarımız
Babam, bir başkasının başarısını daima kendi başarımız ve başkalarının başarısızlığını da kendi başarısızlığımız olarak kabul etmemiz gerektiğini söylerdi.
Buna örnek olarak mücadele arkadaşı merhum Mehmet Emin Buğra beyle arasında geçen bir hatırasını nakletmişti. Bir kısım yurttaşlar bir gün merhum Mehmet Emin Buğra Bey'e "Siz devamlı evde oturuyorsunuz. Dışarıya çıkmıyorsunuz, toplantılara katılmıyorsunuz ve kendinizi tanıtmıyorsunuz. İsa bey devamlı dışarıda, toplantılara katılıyor ve sizden daha çok tanınıyor" demişler.
Bunun üzerine merhum Mehmet Emin Buğra bey söz konusu yurttaşlara;
''.... Allah insanları yaratırken hepsine birer ayrı kabiliyet bahşetmiştir. Allah bana okuma, araştırma ve yazma kabiliyetini vermiş. Bu işler dışarıda koşturmakla yapılamaz. İsa beye ise koşturma, konuşma ve insanlarla ilişki kurma kabiliyeti vermiş. Aslında her ikimiz aynı maksatlar için mücadele ediyoruz. Kısacası birbirimizi tamamlıyoruz. Onun başarısı benim başarım, benim başarım da onun başarısıdır..." demiş.
Bu nedenle babam, eğer bir Doğu Türkistanlının başarısını kendi başarımız olarak kabul etmeyip, kendimizi haset, kıskançlık ve entrikalara kaptırıp, onun başarısını baltalamaya kalktığımız takdirde, bu olumsuz ve faydasız davranışımızla Doğu Türkistan davasına son derece zarar vermiş olacağımızı ifade ederdi.

"Bize nasihatleriyle yön verirdi"
Bize ''vatan için vatandan ayrıldık'' ilkesini aşılamaya çalışan merhum babam İsa Yusuf Alptekin, ''Bir Doğu Türkistan Türkü olarak Doğu Türkistan davası için, bir Türk olarak Türklük davası için, bir Müslüman olarak İslam davası için ve bir insan olarak da insanlık davası için hizmet edin" tavsiyesinde bulunurdu.
'Mücadele' sözünü, bir milletin yok oluşuna giden yıkılışına mani olmanın temeli olarak tarif eden babam, zaferin ancak haklı bir mefkure, doğru bir metot, sağlam bir politika, düşmandan üstün bir strateji, ehil bir kadro ile kazanılabileceğini belirtirdi. Teşkilatın ise bir inanç, fikir, karar ve hareket birliği olduğunu söyleyen babam, bunun da ancak bütün teşkilatın ve azalarının mefkureye ve programa sarsılmaz bağlılığıyla sağlanabileceğini ifade ederdi. Babam, bir milletin davasını omuzlayıp yola çıkacak olanların hisleriyle değil, mutlaka akıl, mantık ve bilim yoluyla hareket etmesi gerektiğini söylerdi.

"Kendimizi bilimle donatmalıyız"
"Kendimizi bilimle donatmalıyız" gerçeğini vurgulardı. İlme verdiği önemi şu şekilde ifade ederdi:
"Doğu Türkistan Türklerinin en büyük düşmanı cehalettir. Çinliler Doğu Türkistan Türklerini özellikle cahil bıraktılar. Bunun için de cehalete karşı savaş ilan etmemiz gerekmektedir." Babam, Büyük Türk bilgini Yusuf Has Hacip'in "...Biling bil kişi bol, bedütgül özüng, ya yılkı atalğın kişidin jirak.." yani "....Bilim al kendini yükselt, aksi halde hayvan ismini alarak insanlıktan uzaklaş" sözlerini sık sık tekrarlardı. Başarının da ancak planlı, programlı ve disiplinli bir çalışmayla elde edileceğini ifade eden babam, ne kadar haklı olursa olsun şiddet yoluyla bir davanın meşru kılınamayacağını ve bu nedenle de Doğu Türkistan davasının mutlaka barışçı yollarla yürütülmesi gerektiğini belirtirdi. Babam Doğu Türkistan'ın önemini bize şu şekilde anlatırdı:
"... Doğu Türkistan, Doğuyu Batıya bağlayan tarihi 'ipek yolu' üzerinde olması nedeniyle, değişik din, dil, ırk ve renkteki insanların zamanla Doğu Türkistan'a yerleşip bu ülkeyi kendi anavatanı olarak benimsemişti. Bu nedenle başka din, dil, ırk ve renkteki insanlara karşı daima hoşgörü vardır..."

"VATAN SEVGISI IMANDAN GELIR"
İsa Yusuf Alptekin, dış ülkelerde yaşayan Doğu Türkistan Türklerinin, anavatandaki soydaşlarının çok küçük bir azınlığını oluşturduğunu, dolayısıyla bu azınlığın temel görevlerinin, yaşadıkları ülkelerin anayasa ve dernekler kanunu ile BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çerçevesinde, Doğu Türkistan'daki çoğunluğun dileklerini dünya kamuoyuna yansıtmak olduğunu ısrarla belirterek, bunu yapmayanların vatana ihanet suçu işlemiş olacakları uyarısında bulunurdu. Hep şunları tekrar ederdi: "...Ama ne yaparsanız yapın, mutlaka imanınızı güçlendirin. Çünkü, vatan sevgisi imandan gelir. İmanı güçlü milletleri hiçbir güç yok edemez."

Yetmiş yıllık mücadele hayatının 40 yılını Türkiye'de geçiren merhum babam İsa Yusuf Alptekin, Türkiye'yi Türklük aleminin "Anası", "Yegane Müstakil İstinatgahı" ve "Ümit kaynağı'" olarak kabul ederdi. Söz Türkiye'den açılınca gözleri dolar ve şöyle derdi: "...Türk tarihi, kültür ve medeniyetinin en eski beşiğidir."
Rahmetli, Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve sosyal sıkıntıları da çok iyi biliyordu. Bunun için de, "...Türklük aleminin anası daha fazla yıpratılmamalı" der ve ilave ederdi: "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım." Düşmanı çok, dostu az Türkiye'nin başka bir devletin önünde zor duruma düşürülmemesi gerektiğini ifade ederek, "Gerektiğinde Türkiye'nin yüksek çıkarlarının kendi milli çıkarlarımızdan üstün tutulmasını da bilmek zorundayız" derdi.

"BAŞBAKAN'IN DİK DURUŞU TAKDİRE ŞAYAN BİR OLAYDIR"
Diğer bir hatıramı yeri gelmişken nakledeyim. İsa Yusuf Alptekin vefat ettiği günün akşamı evinde toplanmıştık. Kur'an okunuyor ve gözyaşları içinde dualar yapılıyordu. Zamanın İstanbul valisi ile içeriye giren İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, şimdiki Başbakan R. Tayyip Erdoğan'a bizim hürmeten oturmadığımız İsa Yusuf beyin koltuğunu gösterdik. O hemen "Bu koltuk rahmetlinin oturduğu koltuktu öyle mi" diye sordu. Ben hemen cevap verdim. "Evet efendim, buyurun" dedim. Sayın Başbakan "Ben o büyük insanın koltuğuna oturamam. Ancak onun koltuğunun dibinde diz çöker otururum" diyerek sevgi ve saygısını göstermişti. Okunan hatm-i şerifin son cüzünü sayın Başbakan okumuş ve hatim duasını o yapmıştı. Bu tavrı onu küçültmedi, aksine büyüttü. Bugün aynı Başbakan'ın "Çin'de yaşananlar adeta soykırımdır" ifadesiyle bir gerçeği dile getirmesi ve tüm baskılara rağmen geri adım atmaması takdire şayan bir olaydır. Dik duruşunu takdir ve tebrik ediyorum...

Mehmet Koçak - Vakit