Halkın Zikir Anlayışı

“Zikir”, sözlükte; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, hatırlatma demektir. Bir başka deyişle ‘zikir’, kişinin mârifet (bilgi) olarak elde ettiği şeyi korumasını sağlayan bir faaliyettir ki, bu; zihne aittir.Kavram olarak ‘zikir’; Allah’ı anmak üzere yapılması veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd, duâ, ibâdet ve övgü gibi fiiller ve sözlerdir.

 

Zikir, insanın bilgi olarak elde ettiği şeyleri muhâfaza altında tutmasına ve gerektiğinde hatırlamasına imkân sağlayan bir bellek anlamında potansiyel bir gücü ifade ettiği gibi, bir şeyin kalben veya sözlü (dil ile) hatırlanması şeklinde aynı gücün harekete geçirilmesine de denir.[1]Kalp veya dil ile zikir, unutulmuş bir şeyin yeniden hatırlanması, ya da hâfızadakinin unutulmamak üzere sürekli canlı tutulması şeklinde olabilir.[2]

 

 

“Zikir”, aslında kalbin, anılan kimseye dikkat kesilmesi ve ona karşı uyanık olmasıdır. Bunu dil ile ifade etmeye zikir denilmesinin sebebi, kalpteki zikre (hatırlamaya) işaret etmesindendir. Bazılarına göre zikir, insana sevap kazandıran her türlü amelin genel adıdır. Zikir, Allah’a itaattir. O’na itaat etmeyen kişi, diliyle ne kadar tesbih ederse etsin veya tevhid kelimesini söylerse söylesin, gerçek zikri yapmış olmaz.

 

 

Halkın Zikir Anlayışı

 

Kur’an’la bağı koparılan halkın, kendilerine din anlatan kesimlerin de büyük etkisiyle zikri, hem de birçok yönden doğru anlamadığını ifade edebiliriz. Bunlar;

 

1- Zikrin tanımı ve mâhiyetini doğru bilmez. Kur’an’da 30’dan fazla farklı anlamda kullanılan bu kavramı halk sadece dille bazı kelimeleri tekrar etmek anlamında kullanır, diğer anlamları yok sayar.

 

2- Dille tekrarın dışında anlamlarını kabul etmediği için, zikrin başta Kur’an okuma, Allah’la beraber olma, tefekkür gibi anlamlarını uygulama gibi bir gereksinim duymaz.

 

3- Dille yapılan zikrin hangi kelimelerle yapılması gerektiğini de bilmez. Kur’an ve Sünnette tavsiye edilmeyen, hatta şirk anlamı olan kelimeleri efendisi vird olarak verdiği için zikir diye terennüm eder. Lâ mevcûde illâllah gibi.

 

4- Sadece tarikata girenlerin dille de olsa zikir yapacağını düşünür. Bütün mü’minlerin Allah’ı zikrin bütün anlamlarıyla ve hayatının bütün alanlarında ve zamanının tümünü kuşatacak şekilde zikretmesi gerektiğini bilmez ve önemsemez.

 

5- Dille yapılan zikrin usûl ve âdâbında da tarihsel süreç içinde özellikle tasavvufçuların icat ettikleri bid’atleri sürdürür, en azından bu bid’atlere karşı sesini çıkarmaz.

 

5- Zikirden uzak yaşadığı gibi, zikirden gâfil yaşayanlara itaat edilmemesi Kur’an’ın emri olduğu halde; onları destekler, sevmek ve itaat etmekte bir sakınca görmez.

 

6- Çok zikreden kişinin aklını yitireceğine, meczup olacağına inanır. O yüzden şeyh gibi bir şahsın hangi kelimeyi ve hangi sayıda tekrar etmesi gerektiğiyle ilgili görev vermesi gerektiğini düşünür.    

 

Kur’ân-ı Kerim’de Zikir

 

“Zikr” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de 292 yerde geçer. Sadece “zikr” kelimesi ise, 76 yerde zikredilir. Sadece emir halinde 37 yerde geçer. İslâmî kavramlardan, anlamı en çok daraltılanlardan biri “zikir” kavramıdır. Zikir kelimesi, çok geniş bir anlama ve muhtevâya sahip olduğu halde, neredeyse tek anlama indirgenmiş ve içi boşaltılmıştır.

 

“Zikr” kelimesi, Kur’an’da 30'un üzerinde farklı anlamlarda kullanılmaktadır: Zikir kelimesiyle ifade edilen bu anlamlar: Zikretmek, söylemek, bahsetmek, konuşmak, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, gereğini yapmakla birlikte hatıra getirmek, kadrini bilmek, tefekkürle birlikte hatıra getirmek, mükâfatlandırmak, övmek, şükrünü edâ etmek, tekbir getirmek, telbiye, duâ ve yakarış, söz, laf, kıssa, haber, Kitab, Kitab indirme, Kur’an, Kur’an dışnda ilâhî kitaplar, Peygamber, şân, şeref, şeref verici husus, nasihat ve düşünceye sevkeden husus, düşünce, ikaz ve nasihat, delil, hatırlamaya (ibrete) sevkeden vaaz ve öğüt anlamlarına gelir. [3]

 

Kur'an'da “zikir” kelimesinin anlamlarını göstermek için, bu kavramın geçtiği âyetlere örnekler vererek belirtelim:

 

Anlamak,[4]Anlatmak,[5]Besmele,[6]Bilmek,[7]Dâvetetmek,[8]Delil,[9]Düşünenler,[10] Düşünmek,[11]Görmek,[12]Hatırlamak,[13]Hatırlatmak,[14]İbâdet etmek,[15]İbret almak,[16]İman etmek,[17]İtaat etmek,[18]Kıssa,[19]Kitap,[20]Konuşmak,[21]Kulluk Yapmak,[22]Kur'ân-ı Kerim,[23]Levh-i Mahfuz ya da Tevrat,[24]Mükâfatlandırmak,[25]Namaz kılmak,[26]Okumak,[27]Öğüt,[28]Öğüt almak,[29]Öğüt vermek, Sevmek,[30]Söylemek,[31]Şeref,[32]Şerefli, [33]Şükretmek, [34]Uyarı, [35]Vahiy, [36]Yol gösterme,[37]Erkek. [38]

 

 

Kur’an’da bu kadar farklı anlamlarda kullanılan, dolayısıyla çok boyutlu ve insan hayatının bütününü kuşatan zikir, aynı zamanda insanın farklı şekillerde icrâ edebileceği ibâdettir. Zikir, dille, kalple, düşünce ile ve bedenin diğer organları ile yerine getirelebilen bütüncül bir özelliktir. İnsanın sadece dil ile bazı kelimeleri tekrarlaması, filin sadece bir organını tutup onu o parça ile değerlendiren körün tutumuna benzer. Otuzdan fazla anlamından birini almak ve sadece dil ile bazı kelimeleri tekrar etmek zikir değil; zikirden sadece bir bölümdür. Bu parçacı anlayış, dinin tahrif edilmesi demek değilse, en azından gaflet ve cehâlet ürünüdür.

 

Sadece dille, alışkanlık kabilinden, tören havasıyla edâ edildiğinde gerçek anlamda zikir kabul edilemez. Zikir, gönül, tefekkür/düşünce, dil ve eylem bütünlüğü ile edâ edilmesiyle Kur’an’ın istediği gerçek zikir ve kulu Allah'a yaklaştıran ibâdet özelliğinde olacaktır. Zikrin esası kalple, gönülle zikirdir, Allah’tan gâfil olmamaktır. Bu da, başlıca üç çeşittir:

 

1- Allah’ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek,

 

2- Allah’ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerini, Allah’ın bildirdiği sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah’ın vaadini ve tehdidini ve bunların delillerini düşünmek,

 

3- Maddî ve mânevî varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşâhede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının sonu, zirvesi yoktur.

 

Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, O da ona lâyık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi zikrederek karşılık verecektir. “Beni zikredin; Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin; sakın nankörlük yapmayın!”[39]

 

Zikir, mârifet ve bilgi ile olmalıdır. Allah’ın zikir emri karşısında ilk duyulan şey, âcizlik ve Yaratıcı’nın kudretine teslim olma arzusudur.[40]

                                  

                    

Namaz ve Kur’an’dan Sonra En Faziletli Zikirler; Tehlil, Tesbih, Tahmîd, Tekbir

 

Peygamberimiz hangi kelimelerle zikredileceğini şöyle belirtir: “Kelimelerin en güzeli dört tanedir: 'Sübhânallah ve el-hamdü lillâh ve lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber.”[41] Bunlara, hadisteki sırasıyla; tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir.

 

 

Rabbimiz buyuruyor ki: “Gerçekten Ben, Ben Allah’ım. Ben’den başka ilâh yoktur; şu halde Bana ibâdet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.”[42] Bu âyette Allah’ı zikretmek üzere namaz kılmak emrediliyor. Çünkü namaz hem dinin direği, hem de zikrin ve kulluğun bütün unsurlarını bünyesinde taşımaktadır. Namaz; hazırlığından tutunuz da sonundaki selâma kadar her bir rüknü, her bir unsuru birer zikirdir. Kıyam, kıraat, Sübhâneke, Fâtiha Sûresi, rükû, secdeler, tesbihler, salevatlar, duâlar ve diğerleri, zikirden başka bir şey değildir. Öyleyse en büyük zikir namazdır. Ancak namaz zikr’in bir şekli, bir bölümüdür. Zikir, namazı da içine alan daha geniş bir ibâdettir. “Doğrusu namaz kötü ve iğrenç şeylerden alıkor, Allah’ın zikr’i ise en büyüktür.” [43]

 

Halkın zikir konusundaki yanlışlarından biri de; çok zikredenin aklını kaybedeceği, kafayı yiyeceği, meczupların böyle olduğu şeklindeki görüştür. Bunun Kur’an’la uyumlu bir görüş olmadığı gibi, tam aksine, Kur’an hükümlerine terstir. Aslında zikir ibâdetinin bir sonu yoktur. Kur’an; “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin ve O’nu sabah akşam tesbih edin.”[44] buyurarak, mü’minlere günün her saatinde Allah’ı zikretmelerini emrediyor. Sabah-akşam günün her saatini kapsar ve mü’min her güne ait ibâdetlerini yerine getirir.

 

“...Rabbini çok zikret; sabah akşam tesbih et.” [45]

 

 “Sabah akşam Rabbinin adını zikret!”[46]

 

“Öyle adamlar vardır ki (Allah’ı tesbih ederler), ne ticâret ne de alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz…” [47]

 

“... Allah’ı çok zikredin ki başarıya erişesiniz.” [48]

 

 “...(Kur’an tilâveti ve ilimle, tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbirle) Allah’ı çokça zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (işte) Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” [49]

 

“Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.”[50]

 

“Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” [51]

 

 

Mü’minin yerine getirdiği bütün ibâdetler birer zikirdir. Mü’min, Rabbini ne kadar anarsa ansın, hangi güzel zikirle hatırlarsa hatırlasın; bu, onun için fazilettir. Önemine binâen tekrarlamakta fayda var: Zikir, Allah’a itaattir. Öyleyse O’nun emrettiklerine uymak, yasaklarından kaçmak zikirdir. Bu, elbette bedenle ve dille yapılan zikirdir. Mü’min, kalbine Allah sevgisini ve korkusunu koyar, O’nu kalpte devamlı hatırlar ve âyetlerini düşünürse; bu, kalp ile zikir olur. Mü’min, Kur’an okur, bol bol duâ eder, Allah’ı hatıra getirecek zikir sözleri söyler ve Allah’ın âyetlerini konuşursa; bu da dil ile zikir olur.

 

        İnsanlar içerisinde Allah’ı en güzel ve mükemmel zikreden elbette Peygamberimiz’di (s.a.s.). O’nun bütün sözleri birer zikirdi. O’nun emirleri ve yasakları, Allah’ın adlarından ve sıfatlarından bahsetmesi, Allah’ın hükümlerinden ve fiillerinden söz etmesi, O’nun vaad ve vaidinden (müjde ve korkutmalarından) haber vermesi, O’na hamdetmesi, O’nu tesbih etmesi, O’ndan duâ ile bir şey istemesi, hep Allah’a rağbet etmesi, O’ndan korkup çekinmesi, O’na tevekkül etmesi, hep O’nun zikirlerindendi. Peygamberimizin susması bile kalbinin bir zikridir. Allah’ın Rasûlü her durumda ve her an Rabbini zikrederdi. [52]

 

Hz. Âişe: “Peygamber (s.a.s.) (zamanının) her ânında Allah'ı zikrederdi” dedi.[53] Rasûlullah (s.a.s.) Rabbını zikretmek, O’na hamdetmek ve etrafındakilere O’ndan bahsetmek için, en ufak bir işi, bir değişikliğini fırsat biliyordu. Elbisesini giyerken, bineğe binerken, bir yokuş inişinde veya tırmanışında, yolda bir değişiklik olunca, enteresan bir durum karşısında, yatağa yatarken, uykudan kalkarken, tuvalete veya banyoya girerken ve çıkarken, evden dışarıya adım atarken... her durum karşısında zikir O’nun dilinde, gönlünde ve zihninde idi. Bütün bu durumlarda hamdettiğini, tesbih ve tekbir ile Allah’ın ismini andığını hadis kitapları zikreder. Nimet görür, Allah'a şükreder, yemeğe başlarken besmele ile zikreder, yemek esnâsında Allah’ın nimetlerini tefekkür eder ve insanlara Allah’ı hatırlatır, bunu tavsiye eder, sonunda mutlaka hamd ü senâda bulunur, şükrederdi. Allah’la kopuk bir sâniyesi olmadığını, her çeşit dünyevî zorluk ve kolaylık karşısında O’na yöneliyor, duâ ediyor, sabrediyor, şükrediyor; Allah’la bağını tazeliyor, zikrin tüm çeşit ve kapsamıyla zikrediyordu. 

 

Zikir ibâdetini nasıl gerçekleştireceğiz? Atalarımızdan, ecdadımızdan, halktan gördüğümüz şekilde, “uydum kalabalığa” diyerek mi; yoksa Allah’ın öğrettiği gibi mi? Kur'an'a kulak verelim: “... fezkürullahe kemâ allemeküm (Allah'ın size öğrettiği gibi Allah'ı zikredin.)” [54]

 

 

 

 

Zikrin Yozlaştırılması; Zikirde Usûl ve Âdâba Riâyetsizlik

 

Zikir, Kur’an’ın emrettiği önemli bir ibâdettir ve yukarıdan beri anlatıldığı şekillerde yerine getirilmesi mümkündür. Bazı kesimler tarafından “gizli mi - açık mı; toplu mu - tek başına mı yapılmalı?” gibi tartışmalara ihtiyaç yoktur. İslâm, mü’minlerin nasıl ibâdet edeceklerini göstermiştir. Emredilen ibâdetlerin dışında dileyen, bid’at olmamak şartıyla, Peygamberimizin yaptığına benzemek kaydıyla, istediği kadar nâfile ibâdet yapabilir.

 

Ancak İslâm’ı bize öğreten Peygamberi ve O’nun sahâbelerinin hayatında, kol kola verilmiş bir şekilde, yatıp kalkarak, bağırıp çağırarak, kendinden geçerek bir zikir yapma şekli yoktur. Hele hele de zikri mutlaka bir üstadın emri altında yapıp, zikri üstadlara, şeyhlere havâle etmek, onların da Allah’a götürmelerini beklemek gibi bir yanlışlık yoktur. Kul, gücü yettiği kadar ibâdet yapar, dili döndüğü kadar duâ eder, Rabbini anar. Umulur ki Allah (c.c.) ihlâsla yapılan az amellere bile bol karşılık verir. [55]

 

Zikrin âdâb ve usûlü vardır. İnsan Allah’ı zikrederken (daha doğrusu zikir ibâdetinin bir cüz’ünü icrâ ederken) gülünç ve komik durumlara düşmemeli, maskaralık yapmamalıdır. Zikir yaparken kan ter içinde kalıp başına tavana değecek kadar hoplayıp zıplamak ibâdet değil; çirkin bir harekettir. Süryânîlerin rûhânîleri, ibâdet esnasında kan ter içinde kalıncaya kadar didinirlerdi. Bizim câhil dervişlerin arasında da bunların hareketlerine benzer davrananların sayısı hiç de az değildir. Bu tamamen cehâletten ve düşünmeden körü körüne taklitten kaynaklanan bir durumdur. [56]

 

Müslüman, zikir esnâsında acziyet içinde Hakkı düşünmeli, sükûnet ve vakarını bozmamalıdır. Zikir yaptığını iddiâ eden birtakım kimselerin havalara sıçradığı, tepindikleri, bağırıp çağırdıkları görülmektedir. Bu hareket, zikrin mânâsıyla hiç bağdaşmamaktadır. İslâm’ın ibâdet anlayışına da ters düşmektedir. Zikir, tefekkür, nefis terbiyesi, ihsân gibi dinin emir ve tavsiyeleri; sadece belirli zümrelerin tekelinde kabul edilemez; bunlar bütün müslümanların malıdır. [57]

 

Tasavvufta zikir, hem anlayış hem de uygulama bakımından, sünnetteki zikir anlayışıyla bağdaşmayacak bazı ögeler içermektedir. Anlayış olarak zikrin Kur'an'da otuzdan fazla anlamından sadece birini, en fazla birkaçını alıp zikir olarak sadece bunu öne çıkartması, bununla yetinmesi ve hatta zikri, bütünün bir iki parçasını cennet için yeterli kabul etmesi, halka bu anlayışı yayması, zikri ve dolayısıyla dini daraltması, ilk dikkat çeken husustur. Bazı kelimeleri tekrarlarken, bilincini kaybederek cezbe içinde kendinden geçmesi halinde hiçbir sevap da elde edememiş olur. Zira uyku, unutma ve geçici de olsa aklın kaybı zamanlarında kalem insanın üzerinden kaldırılmıştır. Böyle durumlarda kalemin sevap defterine birşeyler yazmasını ummak, İslâm'ı bilmemek demektir. Zikir; uyanıklığın, düşünmenin ve bilincin esası iken (Kur'an ışığında böyle olması gerekirken), zikir adı verilen bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, âdeta uyuşturucu kullanan esrarkeşler gibi hayal dünyasında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Bazıları defle dümbelekle halay çeker, dans eder gibi dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor. Kimi de kendini kaybedip, kendilerini hipnotize eden şeyhleri tarafından oralarından buralarından şiş kebabı gibi şişleniyorlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. Kimileri bağıra çağıra, taşkınca; kimileri de sessiz sâkin ama şaşkınca “zikir” yaptıklarını iddia ediyorlar.

 

Bu anlayış ve gelenekte zikrin aksiyoner, dinamik hiçbir yönü yoktur. İbâdet ve zikre ayrılmış belirli zamanların dışındaki günlük hayatla zikrin hiçbir ilişkisi yoktur. Ya çok sesli veya tümüyle dilin devreden çıkartıldığına şahit olunur. Nakşîlikte zikir, hemen tamamen zihinseldir. Dille zikir, sadece “hatm-i hâcegân” sırasında Kur'an'dan bazı küçük sûreler okumak ve biraz salevât getirilerek yapılır. Onun dışında kelime-i tevhid ya da lafza-i celal'in tekrarı dille değil, zihinden, içinden geçirilerek yapılır. Bunların yanında Nakşî tarikatlarda, esas zikir şekli, râbıtadır. Râbıta, diğer zikir biçimlerinden üstün sayılmıştır. Yani, râbıta; kelime-i tevhidin, ya da lafza-i celâlin, gerek dille ve gerekse zihinden tekrarı şeklindeki zikirden, hatta Kur'ân-ı Kerim'i okumaktan bile faziletli sayılır. Râbıtanın kaynağı ise Budizm'dir. Kitap ve Sünnette bununla ilişkin herhangi bir delil yoktur. [58]

 

Bu anlayış ve tavır, Tasavvuf Sözlüğünde şöyle açıklanır: “Tasavvufa göre zikir, ‘Allah’ kelimesini veya ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini söylemek ve tekrarlamak demektir. İlkine ‘lafza-i celâl’, ikincisine ‘kelime-i tevhid zikri’ veya ‘tevhid zikri’ denir. Tarikat ehlinin belli kelime ve ibâreleri belli zamanlarda, belli sayıda, belli bir edeb dâhilinde her gün düzenli olarak söylemeleri; ‘vird’ ve ‘hizib’ olarak da adlandırılır. Tarikat ehlinin ve sûfî cemaatlerinin bir yerde toplanıp şeyh veya halîfesinin gözetiminde ‘Allah, Allah’; ‘hû, hû’; ‘hay, hay’ gibi belli ibâreleri belli bir hareket düzeni içinde söylemeleri. Bu çeşit toplu zikirlere; tarikat âyini, semâ, hadra ve deverân gibi isimler verilir. Söylenen sözleri ve hareketlerin ritmik (âhenkli) olması icap eder. Bu tür zikirlerde bazen ney, kudüm ve def gibi enstrumanlar da kullanılır; Mevlevîlikte, Halvetîlikte olduğu gibi. Bu tür zikirler ekseriya tekkelerde icrâ edilir. Zikirde zikreden, zikredilenden başka her şeyden geçer, zâkir zikirde mezkûrdan başkasını hatırlamaz, kendisini kaybeder, yaptığı zikrin bile farkında olmaz. Bu yüzden zikir, kendinden geçip (gaybet, vecd) ve Hakk’ı buluş (vuslat, vücûd) halidir.

 

Zikir iki türlüdür: 1- Zikr-i cehrî, zikr-i aleniye: Yüksek sesle veya çevrede bulunanların işitebilecekleri bir şekilde sesli olarak yapılan zikirdir. Sesli zikri esas alan tarîkatlara cehrî tarikat denir. 2- Zikr-i hafî: Zikredenin, sadece kendisinin işitebileceği bir şekilde alçak sesle yaptığı zikir. Sessiz zikri esas alan tarikatlara hafî tarikat denir. Melâmet ehli ve Nakşbendîler hafî zikri; Rifâîler, Kadirîler cehrî zikri tercih etmişlerdir.

 

Kaiden zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup oturarak ritmik hareketlerle yaptıkları zikir. Kaimen zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup ritmik hareketlerle ayakta yaptıkları zikir. Bu zikir döne döne yapıldığı için devr ve deverân adını da alır. Zikr-i erre, zikr-i minşârî: Yesevîlikte hançereden testere sesi gibi bir ses çıkarılarak yapılan zikir. [59]

 

vuslatdergisi

Bu yazı toplam 4340 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar