Halid Meşal'le Roportaj-1

Halid Meşal'le Roportaj-1

HAMAS'ın Şam'da sürgünde yaşayan liderlerindenr Halid Meşal ile yapılan röportajın ilk bölümünün tercümesini sunuyoruz

Müzakereler hakkında

Düşmanla müzakereye ilke olarak mı karşısınız? Eğer düşmanla müzakere edilemezse, o takdirde bunu bir dostla yapmak mümkün müdür?   Hamas, müzakere ilkesini düpedüz ret mi ediyor yoksa reddettiği şekli, icrası ve sonuçları mı?

Bu, kuşkusuz ki çetrefilli ve hassas bir mesele. Pek çok kişi bunu konuşmaktan imtina ediyor ve olumsuz tepkilerden yahut yanlış anlaşılmalardan korktukları için bunun hakkında açık bir duruş sergilemekten kaçınma eğilimi gösteriyorlar. Bu meselenin hassas ve hayati doğasına bir de Filistin-İsrail ve Arap-İsrail müzakerelerinin acı dolu tecrübelerinin karanlık gölgesi ekleniyor.  İnsanlar bu tecrübelerden etkileniyor ve "müzakere" fikrine karşı aşırı hassasiyet gösteriyorlar özellikle de ortak akıl ve ulusun halet-i ruhiyesi bakımından.  Pek çok çevre, müzakere kavramına karşı tiksinti ve nefret hissiyle dolu. Anlaşılır ve tabîi bir şey bu fakat bizi meseleyi dosdoğru şekilde ele almaktan ve olayları dikkatlice tasnif edip her tafsilatı kendi bağlamına yerleştirmekten men etmez Allahın izniyle.
Düşmanla müzakerenin hukuken ve aklen reddedilmediği tartışma götürmez; aslında, düşmanlarla çatışma sırasında müzakerelerinin gerekli, elzem olduğu bazı safhalar vardır. Müzakerelerin zamanın belirli bir noktasında meşru ve kabuledilebilir, başka bir zamanda ise reddedilen ve yasaklanan bir araç olduğu hukuken ve aklen sarihtir; yani bizâtihi reddedilmediği gibi her daim de reddedilmez.
İslam tarihinde, Hz. Resul döneminde (S.A.V) ve müteakip devirlerde – mesela Selahaddin Eyyubi zamanında – düşmanla müzakere yürütüldü fakat açık bir çerçevesi, muayyen bir felsefesi vardı; bir bağlamı, vizyonu vardı; müzakerelere yön veren kurallar ve düzenlemeler vardı. Müzakereleri bir hayat tarzı gibi gören, ona diğer tüm şıkların hükümsüz olduğu tek stratejik şık nazarıyla bakan şu müzakere profesyonellerinin acınası yaklaşımıyla tam bir karşıtlık içerisindedir bu.

Direniş, ki bizâtihi şerefli ve muteberdir, bir gâye değil bir vâsıta ise, gerekli olduğunda ve bağlam onu gerektirdiğinde ardında düşülecek bir vasıta, bir taktik olmak yerine onu gâye edinmenin, tek şık ve sürekli uygulanacak bir yaklaşım olarak görmenin anlamı var mı?

Kuran'daki telakki açıktır. Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan, çünkü O, işitendir, bilendir." [Süleyman Ateş Meali, Enfal suresi, 61] Düşman barışa yöneldiği takdirde, müzakereye, bedeli ödemeye ve taleplerimize karşılık vermeye hazır bir şekilde bize geldiklerinde, haklı bir davanın savunucuları olarak bize müzakerenin kabuledilebilir, makul ve mantıki olduğuna delâlet eder bu.  Ancak, gözü dönmüş halde müzekere peşindeysek, ona tek şık nazarıyla bakıyorsak, bu takdirde bedeli biz öderiz. Müzakerelere icbar edilenler, genelde bedeli ödeyenlerdir. Allah (c.c) bir başka ayette şöyle buyurur: "Siz galip durumda iken gevşeyip barış istemeyin." [Süleyman Ateş Meali, Muhammed suresi, 35]

İlk ayete geri dönelim: ""Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan, çünkü O, işitendir, bilendir." Bundan önceki ayette ise şöyle buyrulmuştur: "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allâh'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allâh'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz." [Süleyman Ateş Meali, Enfal suresi, 60] Bunun anlamı nedir? Düşmanı barışa icbar edenin güç ve güç araçları olması demektir; ve demektir ki düşmanın barışa ve müzakereye eğilim göstermesi, cihadın, direnişin ve güç sahibi olamanın sonucudur.  Direniş olmaksızın, güç kartları olmaksızın müzakereye itibar edenler fiilen teslime yönelmişlerdir.

Müzakere, strateji bilimi ve çatışma yönetiminde savaşın bir uzantısı ve bir savaş şekli olarak telakki edilir. Müzakere masasında aldığınız şey, olay yerinde içinde bulunduğunuz şart ve ahvalin ürünüdür ve muharebe meydanındaki güç dengesinin mahsulüdür. Eğer muharebe meydanında bozguna uğramışsanız, müzakerelerde de kesinlikle mağlub edileceksiniz.  Nasıl ki savaş güç dengesi talep ederse, müzakere ve barış da güç dengesi talep eder zira taraflardan biri güçlü diğer zayıfken barış yapılamaz. Aksi halde teslim olur bu.  ABD, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya ve Japonya ile barış yapmadı, teslim şartını ve boyun eğecekleri bir paktı dayattı. Kısacası barış, zayıfla değil güçlüyle yapılır; müzakereler zayıfa değil güçlüye hizmet eder.

İsrail işgaliyle ilgili çatışma farklıdır çünkü eldeki vakada İsrail, bölgeye yabancı bir cisimdir, dışarıdan gelmiş ve bir toprağa ve bir halka kendisini dayatmış, halkı topraklarından çıkarmış ve onların yerine dünyadan topladığı diasporayı getirmiştir.  Dolayısıyla da büyük bir özenle ele alınması gereken karmaşık bir durumdur bu. 

Müzakerenin nesnel şartları ve icapları mevcut olduğunda, bilhassa da yeterli denge ve nispi eşitlik mevcut olduğunda; aceleye getirmeden veya geciktirmeden, uygun vakitte müzakere gerektiğine dair delil mevcut olduğunda, bu takdirde, gâye, amaç veya kalıcı şart veya stratejik bir şık olarak değil de bir mekanizma, bir araç-alet olarak başvuracağımız şıklardan biri olacaktır. Müzakere, taktik bir araçtır; nasıl ki savaş kalıcı bir şart değilse ve kendi şart ve icapları varsa, durum müzakere için de böyledir.
Müzakere hakkında bu açık görüşle, doğru zamanda katı kuralar altında büyük bir ihtiyatla icra edildiğinde, kabul edilebilirdir ve çatışma yönetimi bağlamından kullanışlıdır/faydalıdır. Aksi takdirde sadece ve sadece düşmanın şartlarına ve hegemonyasına teslimiyet ve boyun eğmeye götürür ve sonuç itibariyle haklar göz ardı edilir; siyasi mevkii ve taleplerin düzeyi sürekli azalır.

Bu konuyla ilgili olarak Arapların ve Filistinlilerin durumu maalesef çok kötüdür; tehditlere açık bir durumdur bu ve pazarlık kartları, desteği yoktur, muğlaklık yaratacak manevra alanı veya payı yoktur. Filistin safları büsbütün açıktadır ve bu yüzden de stratejik tek seçenek olduğunu ilan ederek barışa gidiyorlar. Senin düşmanın, müzakereden başka seçeneğin olmadığını, barıştan başka bir şey konuşamayacağını bildiğinde onu sana taviz vermeye zorlayacak olan nedir?

Filistinli müzakereciler şöyle söylüyor: Müzakere, tek seçenektir, tek güzergâh ve tek plandır."  Düşmanla bir olup güvenliği koordine ediyor, "Yol Haritasını" uyguluyor ve onun güvenliği için gerekli olanları  serbestçe yerine getiriyor ve fakat bunun karşılığında İsrail'den hiçbir şey almıyor. Olmert veya Netanyahu'yu lutfedip Filistinlilere herhangi bir şeyi vermeye zorlayacak olan nedir?

Müzakere, Filistin vakasında nesnel bağlamı dışında yürümektedir; politik mantık nokta-i nazarından, direnişten yoksundur ve güç dengesine dayanmamaktadır. Örneğin Vietnamlılar Amerikalılarla müzakere yürüttüler zira Amerikalılar geri çekiliyorlardı.  Böylelikle, müzakereler Amerikan işgal ve saldırganlığını kapatmak üzere son sayfayı çevirmek üzere faydalıydı. Müzakerelerde, şartlarınızı düşmana dayatmadaki başarınız, elinizdeki güç kartlarının sayısına bağlıdır. 

Dolayısıyla, müzakerelerin riskli ve eziyetli bir süreç olmaması için tüm seçeneklere hazır olduğunuz mesajını düşmana sadece sözle değil fiille de iletmelisiniz.  Müzakereci, duruşunu seçenek çeşitliliğine dayandırmadığında - yani müzakerelere hazır olduğunuz kadar savaşa da hazır olmanız demektir bu – başarılı olamaz. Müzakereler çıkmaza girdiğinde savaşa, kayıp vermeye veya direnişe hazırlıklı olmalısınız; aksi takdirde müzakere faydasızdır.  Müzakerelerin geçmişin savaşlarında muharebe sahasında yapıldığını hatırlamalıyız; müzakereciler ya bir çözüme varır yahut da savaşa başvururlardı. Müzakere, stratejinin hizmetinde olan bir taktiktir, bir araçtır ve bizâtihi strateji değildir; müzakere, direniş stratejisinin ve işgali göğüslemenin ikamesi değildir/onun yerine geçmez.

Müzakere, ulusal düzlemde birliğe dayanmalıdır. Eğer taraflardan biri, müzakerede fayda buluyor ve halka havale etmeksizin kendi başına böyle bir karar alıyorsa, kendisini müşkül bir duruma sokuyor ve kendisine karşı kullanılmak üzere düşmana fırsat veriyordur. Bu ise, müzakerecilerin, müzakere seçeneğinin başarısızlığını kabule zorlanabilecekleri korkusuyla bahse değer tavizler vermesine yol açabilir. Dolayısıyla da halkın ve başkalarının önünde açıkta kalmamak için kendi çıkarlarını ulusal çıkarlara öncelerler.

Müzakerenin kendi muayyen mekan ve sahası vardır; her meselenin mutlak seçeneği değildir. Müzakere edilmemesi gereken meseleler vardır – mesela hayati sabiteler. Müzakere, muayyen bir saha ve çerçeve içerisinde işleyen bir mekanizmadır; sağduyulu/akl-ı selim hiç kimse her şeyi müzakere etmeyecektir özellikle de umdeleri. Müzakere, ticari işlerde genelde kâr üzerinde yapılır, işletme varlıkları üzerinde değil. Maalesef, şu anki tecrübeye göre, bilhassa Filistin müzakerelerinde tüm bu kurallar terk edilmiştir.

Tüm dürüstlük ve cesaretimle söylüyorum ki ister hukuki isterse siyasi noktadan, ulusun veya insanlığın tecrübeleri bakışından yahut da tarih boyunca direniş hareketlerinin ve devrimlerin eylemleri noktasından, müzakere, mutlak manada yasaklanmış veya men edilmiş değildir. Bununla birlikte, denklemlere/eşitliklere, düzenlemelere, hesaplara, şart ve ahvale, bağlama ve uygun bir yönetime tâbidir zira bunlar olmaksızın olumsuz ve yıkıcı bir araçtır.

Filistin meselesiyle ilgili olarak diyebiliriz ki bugün İsrail'le müzakere yürütmek yanlış bir seçimdir. İsrail'le doğrudan görüşmeler yapmak için Hamas'ın önüne teklif getirildi ama reddettik. Hamas liderlerinden bazıları– içlerinden kimileri İsrail Başbakan yardımcısı Eli Yişai gibi iktidardaki isimlerden oluşan -  bazı İsrail liderleriyle ve barış kampından bazı isimlerle görüşmeleri için teklif aldılar. Hamas bu tüm bu teklifleri reddetti.

Müzakere - mevcut güç dengesi çerçevesinde – düşmanın hizmetindedir ve Filistin tarafına hizmet etmemektedir. Filistin'deki çatışma, Siyonist düşmanı müzakereye mecbur edecek bir tarzda seyretmedi; topraklardan çekilmeyi ve Filistin haklarını tanımayı bugüne değin reddetti. Müzakere, bu şartlar altında faydasız bir kumardır.

İsrail, zayıflığımız ve güç orantısızlığı sayesinde müzakereleri kendi ilişkilerini geliştireceği ve uluslararası câmia nazarındaki imajını cilalayacağı bir araç olarak kullanıyor; yerleşim birimleri inşa etmek, halkı yurtlarından çıkarmak, Kudüs'ü yahudileştirmek ve civarını yıkmak gibi yeni fiili durumlar yaratmak için zaman kazanmak amacıyla müzakereleri kullanıyor. Dikkatleri işlediği cürümlerden başka yana çevirmek ve Filistin taleplerini sulandırmak için de müzakereleri kullanıyor. İsrail, Araplarla ve İslam dünyasıyla ilişkilerini normalleştirmek, buralara sızmak ve çatışmanın doğasını çarpıtmak amacıyla da müzakereleri istismar ediyor. Müzakerelerden kazançlı çıkan tek taraf İsrail'dir.

Güç dengeleri orantısızken müzakere yürütülmesi, Filistin tarafının İsrail işgalinin şartlarına, icaplarına ve emirlerine boyun eğdirilmesidir. Eşitliğin olduğu bir süreç değil bu tıpkı muharebe sahasında şu an bir denkliğin olmayışı gibi müzakere masasında da bir denklik yoktur.

İsrail'i tanımak hakkında

Siyonist oluşumu tanıma meselesi tartışma yaratıyor. Fiili veya pragmatik tanımanın aksine hukuki tanımadan da bahsediliyor. Hamas'ın bu meseledeki duruşu nedir?

İşgalin yasallığını kabulle ilgili duruşumuz açık ve sabittir; bunu gizleyip saklamıyoruz. İsrail'i tanımak, uluslararası câmiaya açılımın şartı olarak önümüze serildi ve bu yüzden de yolumuzdaki bir engeldir. Ancak umursamadık ve gözdağına karşı koyma azmimizi gösterdik. Tanımak, işgale meşruiyet kazandırmak ve İsrail saldırganlığına, yerleşimlerine, Yahudileştirme çalışmalarına, cinayetlerine, tutuklamalarına ve halkımıza ve toprağımıza karşı işlenmiş diğer suç ve kıyımlara meşruiyet sunmak demektir. Uluslararası hukuka ve insâni değerlere göre kabul edilemezdir bu; dinimizce kabul edilemez olmasından bahsetmeye bile gerek yok.

İşgali ve topraklarımızın çalınmasını meşrulaştırmak kabul edilemezdir. İşgal bir cürümdür, hırsızlık bir cürümdür ve hiçbir şart altında meşrulaştırılmamalıdır. Müşterek insâni idrakte tartışmasız mefhumlardır bunlar ve toprağı gaspedilen Filistinli mazlum da bunu böyle anlar. Beşeri varoluşumuza ilişkin bir meseledir bu ve işgalin ve de gaspın meşruiyetini tanımayla mütenakızdır – vatanperver ve dini duygulardan, kültürel yakınlık ve tarihi mevcudiyetten bahsetmeye bile gerek yok ki tümü de bizi bu topraklara bağlamaktadır. 

Yetersizlikleri ve dış baskılara boyun eğişleri yüzünden diğerleri bu tuzağa düştüler ve bu şartlar ve baskılar önünde el bağlamanın, siyasi gündemlerine yol aldırmayı kolaylaştıracağını düşündüler. Ama ne ki, bir yanılsama uğruna fahiş bir bedel ödedikleri pratik olarak ispatlanmıştır. Çıkar mantıkları da ilke mantıkları da yanlıştı.

Hukuki ve pragmatik manada bir tanımayı reddediyoruz. İsrail adında bir düşmanın olduğunu söylemek ile onun meşruiyetini kabul etmek arasında bir fark vardır. Kısacası, İsrail'in meşruiyetini tanımayı reddediyoruz çünkü işgalin ve topraklarımızın çalınmasının meşru olduğunu reddediyoruz.  Bu ilke bizim için açık ve kesindir.

İsrail'i tanıma hususunda İsrail ve uluslararası çevrelerden gelen ısrar sizi şaşırttı mı? Bu bir nevi zayıflık alâmeti değil mi? İsrail sanki kendi varlığını sorguluyormuş gibi geliyor kulağa; ve diğerlerinden de varlığının meşruiyetini tanımalarını istiyor sanki?

Düşman, özellikle de son gelişmeler ışığında, gelecek kaygısına düştü. Bunda şüphe yok. ne kadar güçlü olursa olsun, meşruiyet yoksunu olduğunu hisseden kanun kaçağı bir hırsızın, mücrimin halet-i ruhiyesine sahiptir. Tanınma talebi, kesinlikle bir zayıflık alâmetidir, bir aşağılık kompleksinin, geleceğinden emin olmamanın ifadesidir ve Filistin halkının sadece varlığı bile Siyonist oluşumu reddin pratik ifadesidir.

Ama gene de bir başka bir boyut var: Üstünlük duygusu. Batılı ulusların üçüncü dünya ülkelerine yaklaştığı mantıktır bu. Siyonistler askeri üstünlüğe dayalı o aynı mantığı benimsiyor ve müzakere şartları dâhil, ötekilere şartları dayatma hakkı olan taraf olduklarını hissediyorlar.
Filistinli ve Arap bazı taraflar maalesef bu mantığa mukabelede bulundular. Kabul edilemez orantısızlıktır bu. Yabancı heyetlerle yaptığımız görüşmelerde Dörtlü'nün şartlarını işitip duruyoruz; kabul etmemiz için gözden geçirilmiş şartlar takdim edenleri var. Tüm şartları ilke olarak reddediyoruz ve gözden geçirilmiş formül arayışı bağlamında tartışmayı bile reddediyoruz. Şart ilkesini reddediyoruz çünkü iki düzeyde insan varmış da biri ötekine hükmedermiş, ötekinin yanında onun eli güçlüymüş gibi bir telkin vermektedir. Bizim insanlığımız, şerefimiz ve kendimize duyduğumuz saygı, askeri bakımdan güçlü bile olsalar diğerlerinin yanında eşit olduğumuzu beyan eder; önşartlarla meşgul olmayı bu yüzden reddediyoruz.

Kimilerinin bu şartları kabul etmiş olması –tanıma şartı dâhil - bu yanlışta ısrar etmelerine yol açmıştır maalesef.  Ardından, İsrail'i tanımayı Filistin haklarının tanınması karşılığında yapmayarak bir başka yanlış daha yaptılar ve kendi kendilerini tanımayı yeğlediler. Şu adına tanıma denilen asli kusura ilave ciddi bir kusurdur bu. Filistin halkını, devletini veya haklarını tanımak değil de Filistin Kurtuluş Örgütünü veya bir başka örgütü tanıması karşılığında İsrail'i tanımak aklın havsalanın almayacağı bir iştir.  Kamu menfaatini şahsi menfaatlere takas ettiniz demektir; yüce bir ulusal gâyeyi aşağılık hizbi bir gayeye takas ettiniz demektir. Biz bunu söylerken, bedeli her ne olursa olsun, tanıma meselesini reddediyor olduğumuzu vurguluyoruz.

(İsrail'i tanımamızı isteyen) Batılı heyetlerle görüşmelerimizde onlara şunu söylüyoruz: Her ne kadar sizinle iletişimde olmaya, dünyaya açık olmaya iştiyaklıysak da Batının Hamas'ı tanıması için yalvarmıyor, bunun yolunu gözlemiyoruz. Bu bizim kaygımız değil. Bizim meşruiyetimiz Filistin halkından, seçim sandıklarından, Filistin demokrasisinden, mücadelenin meşruiyetinden, feda ve direnişten ileri gelir; Arap ve İslami derinliğimizden ileri gelir; dışarıdan meşruiyet arayışında değiliz; biz, Filistin haklarının, halkımızın özgürlük hakkının tanınmasının derdindeyiz; işgalden kurtulmanın ve ulusal hür iradenin derdindeyiz. Tanıma karşılığında olmayacak bu zira tanıma en nihayetinde işgalin, saldırganlığın ve toprak hırsızlığının meşru olduğunu kabul anlamına gelir.

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın