DP Atatürk kanununu neden çıkardı?

DP Atatürk kanununu neden çıkardı?

AB ilerleme raporunda ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı kanunlar arasında Atatürk'ü koruma kanunu da sayıldı.Peki o kanun neden çıkarılmıştı?

Geçenlerde yayınlanan AB ilerleme raporunda ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı kanunlar arasında Atatürk'ü koruma kanunu da sayıldı. Kanunun çıktığı 1951'den günümüze kaç kişinin yargılandığını sonuçlarıyla beraber öğrenmek isterdim. Ancak Adalet Bakanlığı'nın istatistikleri arasında Türkiye'nin bu açıdan çekilmiş toplu bir fotoğrafı yoktu.

Sadece 1987-2008 dönemine ait bazı rakamlara ulaşabildim. Söz konusu kanunu, öncelikle Kemalist ve Kemalist olmayan hukukçularla konuşmayı denedim. Çekingen davrandıklarını görünce, bu tür davalara giren bir avukat aradım. Karşıma Hukukçular Derneği Anayasa Komisyonunda görev yapan Cüneyt Toraman çıktı. Kendisi 5816 sayılı yasaya muhalefetten yargılanan çok sayıda kişinin avukatlığını üstlendiğinden, bu kanunun uygulamalarına tanık olmuştu. Çeşitli dergi ve gazetelerde güncel konular ve hukukla ilgili yazıları yayınlanan Toraman, 25 yıldır İstanbul'da serbest avukatlık ve Hukuki Danışmanlık yapmakta.


Kamuoyunda Atatürk'ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun, 1951'de yürürlüğe girdi. Menderes Hükümeti'ni seçimden bir yıl sonra bu kanunu çıkartmaya, o dönemde Ticaniler'in Atatürk büstlerine saldırısının yönelttiği söylenir. Gerçek sebep bu mudur?

Bazı kaynaklara göre, bir gecede 17 tane büst kırma olayı oldu. Menderesin nereden geldiğini tahmin ettiği bu saldırılara karşı sessiz kalması düşünülemezdi Fakat asıl sebep bu saldırılar değil. Atatürk vefat ettikten sonra İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Milli şef dönemi başladı. Paraların üstünden Atatürk resimlerini kaldırdı, kendi resimlerini bastırdı. İnönü Cumhurbaşkanı iken bile CHP'nin genel başkanıydı. Menderes Başbakan olduktan sonra İnönü cumhurbaşkanlığından ayrılıp ana muhalefet partisi başkanı oldu.

Yani Menderes bu kanunu çıkartırken, siyasi rakibi olan İnönü'ye "laikliğin bayrağı senin değil benim elimde" mi demek istedi?

Hayır, İnönü'ye "Atatürk senden daha öndedir. Tek adam Atatürk'tür. Siz birinci adam değilsiniz" demiş oldu. Yani İnönü'ye ve İnönücülere karşı Atatürk kartını öne sürdü.

Nitekim, kanunun görüşülmesi sırasında Başbakan Adnan Menderes, CHP sıralarına ölümünün hemen ardından paralardan pullardan kendi reisleri olan Atatürk'ün resimlerini sildirdiklerini hatırlatıyor.

Menderesin Atatürk'ü koruma kanununu çıkarmasıyla İnönü'nün önemli bir atağı sonuçsuz kalmış oldu. Esasen böyle bir kanuna ihtiyaç olmadığını İnönü de Menderes de çok iyi biliyordu. Bu kanun çıktıktan sonra Menderes döneminde saldırı vs. olmadığı için bir uygulama imkanı olmadı. Kanun, 1960 darbesine kadar kadük kaldı. Menderes'in idamından sonra, içi doldurularak vizyona sürüldü.

Atatürk sağlığında kendisinin korunması için bir kanun çıkarabilirdi.

Çıkarmamış. Zaten 1924 Anayasası, kişilere mahsus kanun çıkarılmayı engelliyor.

Tabii Atatürk isteseydi o engeli de kaldırabilirdi. Ama yapmadı. Türkiye'nin önündeki problem diyebileceğimiz hukuk dışı yapılanmaların, İnönü'nün eseri olduğunu düşünüyorum. Bugünkü CHP de maalesef İnönü çizgisini takip ediyor. Ben Atatürk'ün batılılaşma konusunda samimi olduğunu düşünüyorum. Atatürk çizgisi takip edilebilseydi, Avrupa Birliği açısından da bir sorun yaşanmazdı. Çünkü CHP'nin altı oku İnönü tarafından devletin ilkeleri haline getirilmiştir. Atatürk ilkeleri, Atatürk'ün değil, İnönü'nün icadıdır.
Tutanaklara göre, bu kanun TBMM'de görüşülürken, önce "Atatürk'e bağlılık hislerimizin hep beraber ifadesi gayesiyle" sözleriyle "üç dakikalık ayakta tazim sükûtu"yapılmış. Demokrat Parti milletvekilleri arasında bu kanuna karşı çıkanlar olmuş tutanaklardan okuduğum kadarıyla. Ama çoğunluğu desteklemiş.

Tabii Demokrat Parti'nin 408 milletvekili gibi çok ezici bir üstünlüğü var mecliste. CHP'nin 69 milletvekili var. Bazı DP'li milletvekillerinin muhalefetine rağmen kolayca çıktı kanun.

Ben size oylamanın dağılımını söyleyeyim: Üye sayısı 487, 20 milletvekilliği boşta. 288 kişi oy vermiş o gün. Kabul edenler 232, reddedenler 50 kişi. 6 kişi çekimser kalmış. 179 kişi oya katılmamış.

Çok ilginç. O dönemde, 50 milletvekilinin red oyu vermesi. Meclis tutanakları, birçok milletvekilinin, böyle bir kanunun çıkarılmasından rahatsızlık duyduğunu gösteriyor. Demokrat Parti milletvekili Halide Edip Adıvar, diyor ki: "Tasarıyı getirenlerin esas fikriyle hepimiz hemfikiriz fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk'ü tarihten önceki Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış putlaştırılmış insanlar arasına koymaktır. Ceza kanunundaki hükmü bir tarafa bırakarak sadece heykel kırmak veya cumhuriyetin banisi Atatürk'e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için yeni bir kanun yapmayı bir şark zihniyetinin yeni bir mahsülü diye telakki ederim. Yani daha evvel de dediğim gibi, kablettarih put haline gelen ve bugün yerinde yeller esen eski saltanatlar devrinde şahsı ilahileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması gibi geliyor bana."

DP'Lİ-CHP'Lİ VEKİLLERDEN İLGİNÇ GÖRÜŞLER

Demokrat Parti Ankara Milletvekilleri İstiklal Savaşı kumandanlarından Salahaddin Adil ile Osman Şevki Çiçekdağ de karşı çıkıyor. Anayasanın ruhuna ve Atatürk'ün mefkuresine uygun olmadığını söylüyorlar. Çanakkale Milletvekili Bedi Enüstün "... Ben şahsen Atatürk'e bir kutsiyet izafe edebilir ve mabedim olan kafamın içinde kendisine tapabilirim Fakat millete mal olmuş inkılapları, reformları bir şahsın taştan veya topraktan yapılmış heykelinde arayan ve bir kağıt üzerindeki resminde sembolize eden dimağlardan ileri demokratik hamleler beklenemez.

Kamuoyunda Atatürk'ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun, 1951'de yürürlüğe girdi. Menderes Hükümeti'ni seçimden bir yıl sonra bu kanunu çıkartmaya, o dönemde Ticaniler'in Atatürk büstlerine saldırısının yönelttiği söylenir. Gerçek sebep bu mudur?

Bazı kaynaklara göre, bir gecede 17 tane büst kırma olayı oldu. Menderesin nereden geldiğini tahmin ettiği bu saldırılara karşı sessiz kalması düşünülemezdi Fakat asıl sebep bu saldırılar değil. Atatürk vefat ettikten sonra İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Milli şef dönemi başladı. Paraların üstünden Atatürk resimlerini kaldırdı, kendi resimlerini bastırdı. İnönü Cumhurbaşkanı iken bile CHP'nin genel başkanıydı. Menderes Başbakan olduktan sonra İnönü cumhurbaşkanlığından ayrılıp ana muhalefet partisi başkanı oldu.

Yani Menderes bu kanunu çıkartırken, siyasi rakibi olan İnönü'ye "laikliğin bayrağı senin değil benim elimde" mi demek istedi?

Hayır, İnönü'ye "Atatürk senden daha öndedir. Tek adam Atatürk'tür. Siz birinci adam değilsiniz" demiş oldu. Yani İnönü'ye ve İnönücülere karşı Atatürk kartını öne sürdü.

Nitekim, kanunun görüşülmesi sırasında Başbakan Adnan Menderes, CHP sıralarına ölümünün hemen ardından paralardan pullardan kendi reisleri olan Atatürk'ün resimlerini sildirdiklerini hatırlatıyor.

Menderesin Atatürk'ü koruma kanununu çıkarmasıyla İnönü'nün önemli bir atağı sonuçsuz kalmış oldu. Esasen böyle bir kanuna ihtiyaç olmadığını İnönü de Menderes de çok iyi biliyordu. Bu kanun çıktıktan sonra Menderes döneminde saldırı vs. olmadığı için bir uygulama imkanı olmadı. Kanun, 1960 darbesine kadar kadük kaldı. Menderes'in idamından sonra, içi doldurularak vizyona sürüldü.

Atatürk sağlığında kendisinin korunması için bir kanun çıkarabilirdi.

Çıkarmamış. Zaten 1924 Anayasası, kişilere mahsus kanun çıkarılmayı engelliyor. Tabii Atatürk isteseydi o engeli de kaldırabilirdi. Ama yapmadı. Türkiye'nin önündeki problem diyebileceğimiz hukuk dışı yapılanmaların, İnönü'nün eseri olduğunu düşünüyorum. Bugünkü CHP de maalesef İnönü çizgisini takip ediyor. Ben Atatürk'ün batılılaşma konusunda samimi olduğunu düşünüyorum. Atatürk çizgisi takip edilebilseydi, Avrupa Birliği açısından da bir sorun yaşanmazdı. Çünkü CHP'nin altı oku İnönü tarafından devletin ilkeleri haline getirilmiştir. Atatürk ilkeleri, Atatürk'ün değil, İnönü'nün icadıdır.

Tutanaklara göre, bu kanun TBMM'de görüşülürken, önce "Atatürk'e bağlılık hislerimizin hep beraber ifadesi gayesiyle" sözleriyle "üç dakikalık ayakta tazim sükûtu"yapılmış. Demokrat Parti milletvekilleri arasında bu kanuna karşı çıkanlar olmuş tutanaklardan okuduğum kadarıyla. Ama çoğunluğu desteklemiş.

Tabii Demokrat Parti'nin 408 milletvekili gibi çok ezici bir üstünlüğü var mecliste. CHP'nin 69 milletvekili var. Bazı DP'li milletvekillerinin muhalefetine rağmen kolayca çıktı kanun.

Ben size oylamanın dağılımını söyleyeyim: Üye sayısı 487, 20 milletvekilliği boşta. 288 kişi oy vermiş o gün. Kabul edenler 232, reddedenler 50 kişi. 6 kişi çekimser kalmış. 179 kişi oya katılmamış.

Çok ilginç. O dönemde, 50 milletvekilinin red oyu vermesi. Meclis tutanakları, birçok milletvekilinin, böyle bir kanunun çıkarılmasından rahatsızlık duyduğunu gösteriyor. Demokrat Parti milletvekili Halide Edip Adıvar, diyor ki: "Tasarıyı getirenlerin esas fikriyle hepimiz hemfikiriz fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk'ü tarihten önceki Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış putlaştırılmış insanlar arasına koymaktır. Ceza kanunundaki hükmü bir tarafa bırakarak sadece heykel kırmak veya cumhuriyetin banisi Atatürk'e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için yeni bir kanun yapmayı bir şark zihniyetinin yeni bir mahsülü diye telakki ederim. Yani daha evvel de dediğim gibi, kablettarih put haline gelen ve bugün yerinde yeller esen eski saltanatlar devrinde şahsı ilahileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması gibi geliyor bana."

DP'Lİ-CHP'Lİ VEKİLLERDEN İLGİNÇ GÖRÜŞLER

Demokrat Parti Ankara Milletvekilleri İstiklal Savaşı kumandanlarından Salahaddin Adil ile Osman Şevki Çiçekdağ de karşı çıkıyor. Anayasanın ruhuna ve Atatürk'ün mefkuresine uygun olmadığını söylüyorlar. Çanakkale Milletvekili Bedi Enüstün "... Ben şahsen Atatürk'e bir kutsiyet izafe edebilir ve mabedim olan kafamın içinde kendisine tapabilirim Fakat millete mal olmuş inkılapları, reformları bir şahsın taştan veya topraktan yapılmış heykelinde arayan ve bir kağıt üzerindeki resminde sembolize eden dimağlardan ileri demokratik hamleler beklenemez. Bendenizce bu layihanın kabulü Atatürk'ün ruhuna hürmetsizlik sayılır" diyor.

Çankırı milletvekili Kazım Arar da ilginç bir konuşma yapmış. Şöyle diyor: "Atatürk'ün kapatılacak, gizlenecek, söylenmesinden tevakki edilecek bir tarafı mı vardı ki milletin ve matbuatım ağzını kapatalım. Hem öyle ki o büyük adamın devrinde bile kavuşamadığımız demokrasi inkılabının tahakkukundan sonra Demokrat Parti iktidarının büyük meclisi, onun muzaffer mümessilleri, siz milletvekilleri tarafından milletin kurtarıcısı olduğunuz kadar hürriyetin de yaratıcısı, büyük aziz Türk Milletinin ağzına 14 Mayıs armağanı olarak bir kilit mi takalım? Arkadaşlar, Atatürk'ün inkılabı ve eserleri hakkında mevzuatımızda kafi derecede müeyyide vardır. Eğer kafi gelmiyorsa artıralım fakat şahıslar hakkında kanun çıkarmayalım. Böyle bir usulü biz ihdas etmeyelim. Her men edilen husus daha ziyade aleyhtar toplar. Bence bu kanun Atatürk'ün lehinde değil bizzat aleyhinde bir kanundur."

DP Konya Milletvekili Abdurrahman Fahri Ağaoğlu da hükümeti "faşist bir memleketten aynen alınan ceza kanununu değiştireceğine daha da totaliter bir rejimi devam ettirmekle" suçluyor, antidemokratik bulduğu bu tasarı ile "Biz rahmetli Atatürk'ün yolundan ayrılıyoruz" diyor.

Bakın DP Diyarbakır milletvekili Yusuf Azizoğlu da şöyle konuşmuş: "Atatürk'ü üç safhada müteala edebiliriz. 1) Milli mücadele kahramanı cumhuriyetin kurucusu Atatürk, 2) İçtimai düşünüşler, inanışlar hareketler sahibi Atatürk. 3) Devrimde yüzde yüz duruma hakim, ve kaadir idareci Atatürk. Onu birinci safhasında takdir etmeyen ona sonsuz hayranlık ve minnettarlık duymayan bir Türk vatandaşının bulunduğunu asla kabul etmiyorum. Fakat ikinci ve üçüncü safhasında ona taparcasına inananlara rağmen bu milletin inanışları adetleri ve ananeleri ile bağdaşamayan bazı hattı hareketleri bulunduğunu söylemek realitenin bir icabıdır. Atatürk gibi emsalsiz bir kahraman için dahi olsa bir şahsı istihdaf eden böyle bir kanun ancak bir orta çağ zihniyetinin, totaliter rejimin kanunu olabilir. Böyle bir kanunun anlamı, bu memlekette Atatürk'ün manevi varlığını ve onun eserlerini ayakta tutmak için artık zor kullanmaktan başka çare kalmamış demektir. Bırakın efendiler, Atatürk'e de onun eser ve inkılaplarına da layık olduğu sevgi saygıyı da amne vicdanı taktir etsin. Bu öyle bir davadır ki hakimi ancak ve ancak asil Türk Milleti'nin vicdanı olabilir. Bu büyük milletin akl-ı selim, kadirşinaslık ve ruh asaletinden daha müessir bir kanun maddesi olamaz."

Kanunun görüşülmesi sırasında CHP'lilerin tavrı da ilginç.

Mardin Milletvekili Kamil Boran, yasa hakkında muhalif bir konuşma yapıyor. Diyor ki, "Eğer bugün Türk vatanında Atatürk'ü sevmeyenler, Atatürk'ün bugünkü Türkiye'yi yaratan inkılaplarını benimsemeyenler varsa, Meclis ve Hükümet el ele vermeli, ceza tehdidiyle değil, kafalara ve gönüllere hitap ederek bu gibilere Atatürk'ü sevdirmeye ve inkılaplarını benimsetmeye sây etmelidir".
Görüldüğü gibi, meclis müzakerelerinde gereken her şey söylenmiş. Ciddi bir rahatsızlık söz konusu. Ama hükümetin getirdiği bir tasarının reddedilmesi de düşünülemez.

CHP grubu adına Yozgad Milletvekili Avni Doğan söz alıyor ve kanunun tunçtan yapılmış büst ve heykelleri korumaya yönelik hazırladığını ancak asıl korunması gerekenin Atatürk'ün ilke ve inkılapları olduğunu belirterek, yeni bir metin hazırlanması için tasarının Adalet Komisyonuna iadesini istiyor. Hakikaten de yasada Atatürk'ün hatırasına hakaret etmenin cezası en fazla 3 yıl ama heykelleri veya kabrini tahrip etmenin cezası en fazla beş yıl. Heykeli daha mı önemli Atatürk'ten?

Tek tuhaflık burada da değil. Suç skalasında da büyük bir tezat var. Bütün dünyada devletler bir tercih ortaya koyar. Der ki bizim için en ağır suç adam öldürmektir. En ağır cezayı da biz buna veriyoruz. Ondan sonra kademe kademe öteki suçlar sıralanır, cezaların da bu sıralamaya göre inmesi lazım. 5816 sayılı kanunun cezası, suç skalasında çok yukarılarda yer alıyor. Mesela ateşli silah bulundurmak, bu suçtan daha hafif. Bir insanın gözünü çıkarmanın cezası, neredeyse bu suçla eşdeğerdedir. Ceza kanununun 86.maddesine göre, öldürücü nahiyelere ateş etmeden, ayaklara yani belinden aşağıya ateş edip birini yaralamanın cezası bu kanunla aynı. Özel belgede sahtecilik, daha hafif bir suç. Aslında ben samimi Atatürkçülerin böyle bir kanundan rahatsızlık duymaları gerektiğini düşünüyorum.

Kim kendini "gayri samimi Atatürkçü "olarak nitelendirir ki?

Bunu ölçmemiz ebette mümkün değil. Ama Atatürkçülüğün, getirisinin olmadığını kimse söyleyemez. Atatürk'ün gerçekten sevilmesi, sayılması için, böyle bir kanuna ihtiyaç olmadığını düşünüyorum. Ben objektif bir çizgiyi ortaya koyuyorum. Ben demokratik standartlar açısından evrensel bir kriterden bahsediyorum. Demokratik hukuk cetvelinde böyle bir işaret yok. Türkiye'de bütün suçlar içerisinde en az işlenen ve buna mukabil cezası en ağır olan bir suçtan söz ediyoruz. Örneğin, 2007 yılında bütün Türkiye'de 41 bin 819 kişi suç işlediği halde, 5816 sayılı kanuna dayanılarak sadece 8 kişi hakkında soruşturma açılmış, bir kişi hakkında kamu davası açılmış.

Suç istatistiklerine bakıldığında, bu suç nedeniyle yapılan soruşturmaların ve kovuşturmaların, parmakla sayılacak kadar az olduğunu görürsünüz. Bu kadar az işlenen bir suç için kanun bulunması, ceza politikalarına da aykırıdır. Bu suçun çok az işlenmesinin, kanundaki yaptırımın ağırlığıyla da hiçbir ilgisi yoktur. Öyle olsa idi, çok daha ağır cezalar içeren suçların işlenmemesi gerekirdi. 25 yıllık mesleki tecrübem bana, sanık olarak yargılanan müvekkillerimin, yaptırımlar konusunda hiç bilgilerinin olmadığını gösterdi.

Bakın benim elimde de bazı rakamlar var: 1987'de 110, 1988'de 52, 1989'da 51, 1990'da 66, 1991'de 57, 1992'de 50, 1993'de 62, 1994'de 89 kişi hakkında dava açılmış. Toplamda 31 mahkumiyet, 24 beraat olmuş. 1995'de 94 kişi hakkında dava açılmış, 45'i beraat etmiş, 3 dava düşmüş. 1996'da 124 kişiye dava açılmış, 30 mahkumiyet, 28 beraat var, 5 dava düşmüş. 1997'de 72 dava açılmış, 26 kişi mahkum olmuş, 24 kişi beraat etmiş, 3 dava düşmüş. 1998'de 116 dava var. 44'ü mahkum olmuş, 39'u beraat etmiş, 5 dava düşmüş. 1999'da 104 dava, 42 mahkumiyet, 48 beraat, 10 düşme var. 2000 yılında 82 dava, 49 mahkumiyet, 34 beraat, 5 düşme. 2001 yılında 54 dava, 22 mahkumiyet, 39 beraat, 7 düşme. 2002 yılında rakamlar fırlamış: 581 kişiye dava açılmış. 39 mahkumiyet, 52 beraat olmuş, 7 dava düşmüş. 2003'de 74 dava, 45'i mahkum, 40'ı beraat, 4'ü düşmüş. 2004 yılında 54 sanık ve 36 mahkumiyet, 31 beraat, 5 düşme var. Tabii bu kişilerin içinde başka suçlardan yargılananlar da var. O kararları kapsamıyor bu bilgi. Bu rakamları nasıl yorumlamak lazım?

Çok iyi çalışmışsınız. Bu kadar kapsamlı bir bilgiye sahip değilim. Bu rakamlar, benim tezimi doğruluyor. Dikkat ederseniz, yıllık ortalama 50-70 civarında. Türkiye'nin nüfusunu 70 milyon olarak kabul edecek olursak, 70 kişi, 1 milyonda bir kişi demek! Yüzdelerden, bindelik oranlardan değil, milyonda birlerden söz ediyoruz. Yine sizin elde ettiğiniz istatistikler, genellikle iki haneli rakamlar. Belli dönemlerde üç haneli rakamlara fırlamış. Tarihlere dikkatinizi çekmek isterim. Baskının yoğunlaştığı dönemler. Bu da, bu kanunun araç olarak kullanıldığı tezimi doğruluyor.

Devam edelim rakamlara. 2005'de 67 yeni dava açılmış. Daha önce açılan davalardan 58'i o yıl karar bağlanmış. Tabii sanık sayısı çok fazla bu davaların. Bunlardan 33'ü mahkum olmuş, 35'i beraat etmiş. 2006 yılında 72 dava açılmış, 87 dava karara bağlanmış, 45 sanık mahkum olmuş, 50 sanık beraat etmiş. 2007'de açılan dava sayısı 57.

Karara bağlanan dava sayısı 50. 29 sanık mahkum olmuş, 22 beraat var. 2008'e gelince, 67 yeni dava açılmış, 55 dava sonuçlanmış, 34 mahkumiyet, 17 beraat var.

Demin söylediğim ortalamaların devamı niteliğinde bunlar da. 70 milyonlu bir ülkede, bu kadar olay, son derece doğaldır. Böyle bir kanuna gerek olmadığının kanıtları adeta. Heykel ve büst sayısının onlarca kat arttığı ve özel bir korumaya alınmadığı halde, saldırıların olmamasını, böyle bir kanuna ihtiyaç olmadığının kanıtı olarak değerlendiriyorum


BİR İMAM AYNI ŞEYLERİ SÖYLESEYDİ AB KILINI KIPIRDATMAZDI

Ama en az işlenen suç olmasına rağmen AB ilerleme raporuna girebiliyor

Çünkü aydınlar hakkına davalar açılıyor. Mesela Atilla Yayla bir öğretim görevlisi. Ertelemeli olarak 15 ay hapis cezası aldı. Eğer camideki bir imam hakkında açılsa dava, AB'nin kılı kıpırdamayacaktı.


Yayla öncesinde, Ahmet Altan'a Atakürt başlıklı yazısından, İpek Çalışlar'a Latife kitabından dolayı dava açılmıştı. Yayıncılardan Ragıp Zarakol,Fatih Taş, Ahmet Önal, şairlerden Can Yücel var. Suçlananlar arasında çevirmenler de olmuştu, bazı dernek üyeleri de.

Evet, son dönemdeki örneklere bakıldığında daha çok, sol aydınları kurcalıyorlar. Yakın tarihle ilgili davalar da var. Hatta Demirel'e soruldu. Bandırma vapuru ile ilgili. Hiç köhne bir vapur değilmiş, çok gelişmiş bir vapur imiş. Hatta Atatürk'e Padişahın bizzat para verip Anadolu'ya gönderdiği. Daha bunları konuşmanın zamanı gelmedi diyor Demirel. Böyle sanal bir tarih anlayışı oluşturulmuş. Bu kanunun uygulaması, 1960'dan sonra makas değiştirdi derken bunu kastetmiştim. Kanun, resmi tarih anlayışının tartışılmasını önlemek amacıyla kullanıldı. Yani ona aykırı ne söylerseniz, suç. Bu kanunun demokrasi standartları açısından yanlış olduğunu düşünenler olsa da, Turgut Özal dahil, bunu dile getirdiğinde irticayla irtibatlandırılacağı için hiç gündeme getirmediler. Hatta şimdi AB ilerleme raporundaki atıftan sonra dahi 1982 Anayasası'nı korumakla görevlendirilen anayasa mahkemesi nezdinde sabıkalı olan AK Parti'nin böyle bir değişikliği gündeme almasını şahsen beklemiyorum.

Zaten ilerleme raporunda mahkumiyetler görülmektedir diyor. Kaldırılması yönünde açık bir talep yok.

Evet, ifade özgürlüğü kapsamındaki bu beyanların kovuşturmaya uğramasından rahatsızlık dile getiriliyor. Eğer bu konuda dava açılması Adalet Bakanlığı'nın işte eski 312'inci madde gibi iznine tabi tutulursa veya suçun unsurları daha net bir şekilde tanımlanırsa veya ceza limitleri makul seviyeye indirilirse, geçici olarak bu sorun aşılabilir.

Sağ kesimden de yazar Mustafa İslamoğlu ile gazeteci Hakan Albayrak'ın bu davadan hapis yattıklarını hatırlıyorum.

Bu kanunun asıl müşterileri sağ kesim. Çok sayıda kişi bu kanuna muhalefetten yatıp çıktı. Çok önemli bir kısmının, Atatürk dönemindeki uygulamaların eleştirisi niteliğinde olduğunu biliyorum. Kanun metnine bakacak olursanız, kanun, heykel ve büste saldırıyı, Atatürk'e hakareti yasaklıyor. Ama uygulama öyle değil. Umarım bu konuda kapsamlı bir araştırma yapılır, bu kanunun kimlere ve nasıl uygulandığını öğrenmiş oluruz.

AİHM'ne götürülen davalar arasında bu kanun nedeniyle Türkiye'nin mahkum olduğu bir dava var mı?

Evet.Yılmaz Odabaşı ve Niyazi Koçak, 1993 ile 1996 tarihleri arasında çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan yazıları bir araya getirerek, "düş ve yaşam" isimli bir kitapta toplamışlardı. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, kitaptaki ifadeler nedeniyle, yazarlardan Yılmaz Odabaşı'nı 2 yıl 6 ay hapis, Niyazi Koçak'ı ise 4 bin 550 TL para cezasına çarptırdı. Bu kişiler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruda bulundular. Türkiye hükümeti, başvurunun reddi için her türlü argümanı kullandı, 5816 sayılı kanunun gerekliliğini savundu. AİHM, 2006'da verdiği mahkumiyet kararını, ifade özgürlüğünü düzenleyen sözleşmenin 10'uncu maddesine aykırı bularak, Türkiye'yi mahkum etti. Odabaşı'na 6 bin avro ve Koçak'a 2 bin.450 avro manevi tazminat ödenmesini kararlaştırdı. Bu karar, "5816 sayılı kanunun, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olduğu" anlamına geliyor. Anayasanın 90.maddesi, onaylanan uluslar arası sözleşmeleri kanun hükmünde kabul ediyor. 7.05.2004 tarihinde, bu maddeye eklenen bir cümle ile, kanun ile insan haklarına ilişkin uluslar arası sözleşmeler arasında aykırılık olması halende, uluslar arası sözleşmenin esas alınacağı şeklinde değişiklik yapıldı. Bu değişiklikle, AİHS, bu sözleşme kapsamında AİHM kararları, mahkemelerce direkt uygulanması gereken bir kanun hükmünde olduğundan, bu karar bütün mahkemeleri bağlamaktadır.

Yani bu kanunun kaldırılması mı gerekiyor?

Kesinlikle kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Bu kanun, ifade özgürlüğüne aykırı. Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi, cebir ve şiddet içermeyen açıklamaları, 'ifade özgürlüğü' kapsamında değerlendiriyor. Yargıtay'ımız da, yakın tarihli bir kararında, (Erdal Taş isimli sanığın temyiz itirazlarını inceleyen Yargıtay 8.ceza Dairesi) ifade özgürlüğünün, "çoğunluk gibi düşünmeme, kurulu düzeni sorgulama, eleştirme ve hatta toplumu sarsıcı nitelik taşımayı" da kapsadığını, sarsıcı nitelik taşıyan, toplumun çoğunluğunu kızdıran ve tartışmaya yönelten fikirlerin de ifade özgürlüğünün koruması altında olduğuna karar vermiştir.

Bu kanunun kaldırılmasını istemeyenler, yasanın Atatürk'ü eleştiriyi değil, hakareti yasakladığını öne sürmektedirler. Maalesef uygulama bu iddiayı teyid etmiyor. Bu kanunla korunan değerler zaten başka yasalarla koruma altındadır.
Yine de bu kanunun kalkması gerektiğini söylediğinizde şöyle düşünenler olabilir. Atatürk' hakaret serbest mi olsun istiyorsunuz?

Bu kanunun kaldırılması, kesinlikle Atatürk'e hakaret özgürlüğü anlamına gelmeyecektir. Türkiye'de kan davalarının artması üzerine, 24 yıl hapis yerine idam cezası getirildi. Bu değişiklikten sonraki suç istatistiklerine göre, kan gütme saikiyle adam öldürme suçlarında azalma olmamış tam aksine artmış. Yani, cezalar tek başına sonuç getirmiyor. Yaptırımları, bütünün parçaları olarak düşündüğünüz takdirde sonuç alabilirsiniz. Dolayısıyla bir şeyi korumak için onun alt yapısının hazırlanması lazım. Hakaret ile ilgili tazminatlar yaptırımlar vs. caydırıcı hale getirebilir. Ben son dönemdeki manevi tazminatların bu suç sayısını azalttığını düşünüyorum. Daha önce kolay kolay manevi tazminata hükmedilmiyordu. Şimdi çok rahatlıkla eğer ispat edilebiliyorsa tazminat kararı verilebiliyor. Bu yaklaşım, üslubunu değiştirtti insanların. Bu tür yöntemlerle, eğitimle, bu uzun süreç içersinde çözülebilecek bir konu. Yoksa idam cezası bile getirseniz bir bilim adamı yakın tarihle ilgili gerçeklerin peşine düşecektir. Gerçeklerin ortaya çıkmasının da Türkiye'ye zarar vereceği kanaatinde değilim.

Nitekim, kanun TBMM'de görüşülürken, daha önce CHP milletvekili olan, 1950 seçimlerinde Meclis'e bağımsız olarak giren Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu da bu kanunun anayasaya aykırı ve antidemokratik olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Çünkü bu kanun bir defa hürriyeti kelamı tamamiyle selbedecektir. Mesela yarın üniversitede inkılap dersleri okutan bir hoca Atatürk'ün mevcut olan nutkunun haricinde bir şey söylerse hocayı mesul mu tutacağız?"

Bu değerli milletvekili, kırk elli yıl sonrasını görmüş. Türkiye'de teknik üniversitelerde bile İnkılap tarihi zorunlu ders. Tarihe meraklı iseniz, onlarca rivayet görüş olduğunu görürsünüz. Ama İnkilap tarihi kitaplarının hepsi birbirinin aynıdır. Resmi tezlerin tekrar edilmesinin bilimsel bir yanı olabilir mi?

Özetle, yasa kalkacak olsa bu kanuna muhalefetten işlenen suç sayısı artmaz diyorsunuz.

Artmaz. Dediğim gibi Ceza Kanunu'nda zaten hakareti yasaklayan kanun maddesi var. Onun uygulanması yeterli olur. Hakaret kavramının, hukukta evrensel bir standardı var.

Yani bir sözün, bir eylemin nereye kadar hakaret olduğu, nereye kadar hakaret olmadığını belirleyen içtihatlar var. 5816 sayılı kanun yorumlanırken bu evrensel standardlar uygulanmıyor. En ufak bir zanla, hatta zihnin arka planındaki niyeti okumaya yönelik iddianameler var. Sen demek böyle demek istedin diye.
Mesela heykeli kıran birine, kamu malına ve çevreye zarar vermekten dava açılamaz mı?

Elbette açılabilir. Eski ceza kanununda "Nası ızrar" 5237 sayılı yeni ceza kanununda ise "mala zarar verme" suçu vardır. Yeni ceza kanunu, oldukça geniş kapsamlı düzenlenmiş, 5816 sayılı yasayla korunan tüm değerleri koruma altına almıştır. Ayrıca ikinci bir kanuna ihtiyaç yok. Ceza kanunu 153'üncü maddeye göre, ibadethanelerin, bunların eklentilerinin, buralardaki eşyanın, mezarların korunmasına yönelik düzenlenmiştir. Bu yapıları yıkmak bozmak veya kırmak suretiyle zarar veren kişi 1 yıldan 4 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Kamuya ait mala zarar vermenin cezası daha ağırdır. 130. Maddeye göre bir kimsenin öldükten sonra hatırasına en az üç kişi ile ihtilat ederek hakaret eden kişiye 3 aydan 2 yıla kadar hapis veya adli para cezası verilir. Ceza, hakaretin alenen işlenmesi hâlinde, altıda biri oranında artırılır.

Dolayısıyla ortada bir boşluk yok

Yok. Bu kanunun kabul edildiği tarihte böyle bir ihtiyaç olmadığı gibi, kabul edildikten sonra da, böyle bir ihtiyaç olmadı. Bu kanun, kanunda yazılı amaçlar için değil, daima başka amaçlar için kullanıldı. Bu yasanın görüntüsünden şöyle bir imaj da ortaya çıkıyor. Dışarıdan birisi baksa, bu Türkler herhalde çok saldırganlar, kabirlere saldıran, büstleri kıran insanlar... Bu imaj nedeniyle de uygun olmadığını düşünüyorum bu kanunun. Atatürk'ün mezarını, büstlerini ve Atatürk'e hakareti yasaklayan bu kanunun, tarihsel ve geleneksel olarak bu tür alışkanlıkları olmayan Türk vatandaşları kadar, Atatürk'ü sevenleri de incittiğini, üzdüğünü düşünüyorum.

Öte yandan, "Atatürk korunacak en önemli değer. Ona bir kanun çıkarmışız çok mu?" diye düşünmek de mümkün.

Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle "kişiye özel" bir kanun yok. Kişiye özel kanun olmaması, hukuk devletinin gereklerinden biridir. Prensiplerden ödün veremezsiniz. Prensipleri bir kez bile ihlal ederseniz, ilkeli olduğunuza artık kimseyi inandıramazsınız. İlkelerin ihlali bireyler için kabul edilebilir ve normal karşılanabilir ise de, devlet için asla kabul edilemez. Devlet, şu ilkeyi bir kere çiğnemekle bir şey olmaz diyemez.

Hasan Mezarcı'nın milletvekilliği sırasındaki konuşmalarından dolayı 30 civarında dosyası vardı. Tamamı dönem sonuna ertelenmesine karar verilmiş iken, kontr-gerilla önergesi yüzünden, genel başkanı ile arasının açılması, yani parti desteğinin kalkmasıyla birlikte, yeniden karma komisyon Hasan Mezarcı'nın Bandırma konuşması ile ilgili olarak dokunulmazlığının kaldırılmasını istedi. Oysa Bandırma'da bir panele katılmış, CHP'li belediye başkanının düzenlediği bir panel, ve orada kendisine CHP'li belediye başkanı tarafından teşekkür mahiyetinde plaket verilmişti. Böyle bir panelde Atatürk'e hakaret etmesi düşünülebilir mi? Konuşma metninin tamamı da bizde var zaten. İçerisinde gerçekten bir şey yok. En ağır buldukları dosya bu. Dokunulmazlığın kaldırılmasının görüşüleceği gün, Hasan Mezarcı hakkında yayınlar başlıyor. CHP Kırşehir Milletvekili Coşkun Kırca, DGM Savcılığı'na şikayet dilekçesi veriyor. Show TV yayın yapıyor. TBMM'de bütün milletvekillerinin fakslarına Atatürk'e Veled-i Zina dedi diye faks geçiyorlar. O faksları gönderen kişi de tespit ediliyor milletvekili. Bu atmosfer içerisinde karma komisyon genel kurula sevkine karar veriyor. Bu süre içerisinde Tansu Çiller, Taksim'de Atatürk'e Saygı mitingi düzenliyor. Devlet destekli yürütülen bir organizasyon bu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Show TV'de yayınlanan o kasedin montaj olduğunu tespit ediyor ve Takipsizlik kararı veriyor.
Bu veled-i zina lafı ağızdan çıkmıyor mu yani?

Hayır. Atatürk için kullanmıyor bu sözü. Montajlanmış. "Benim atalarım bellidir, Batumdan geldi, ben veledi zina değilim" diyor. Zaten dava düştü. Kasetin bir yerinde kısa kollu gömlek giymiş, bir yaz toplantısı, bir yerinde kışlık giysiler var, birleştirmişler resmen. Eğer, o gün onun kontrgerilla önergesi geçmiş olsaydı, Ergenekon soruşturması 15 yıl önce başlayabilirdi.

Kontrgerilla önergesi ilk kez mi verilmişti?

İlk kez. Başka yok. Ecevit sözlü olarak dile getirdi, kontrgerilla var diye, o kadar. Arkasında parti desteği olsaydı, bunlar yapılamazdı.

Sonradan delirdi galiba Hasan Mezarcı.

Benim tahminim müdahale edildi. Zihin kontrol falan ediyorlar ya? O tip bir şey oldu. Söylemeye çalıştığım, bu kanunun araç olarak kullanılmasına bir örnektir bu olay. Yani sistem eleştirisini önlemek için kullanılıyor.

Sonuç olarak Mezarcı Atatürk'e hakaretten mahkum olmadı mı?

Bandırma davasından dolayı mahkeme, Mezarcı'nın konuşmaları, meclise sunduğu önergelerin tekrarı niteliğinde olduğu ve yasama dokunulmazlığı kapsamına girdiği için, kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar verdi.

Beraat veya mahkumiyet kararı verebilmesi yargılanabileceği anlamına geliyordu. "Biz yargılayamayız çünkü TBMM'de öne sürdüğü görüştür" dedi mahkeme. Fakat bu karar, Yargıtay tarafından bozuldu. Anayasanın açık hükmüne rağmen, mahkumiyet kararı verildi. Türkiye'nin hemen her yerinde, 159.maddeye, 312.maddeye, 5816 sayılı kanuna muhalefetten yargılandı. Büyük bir çoğunluğundan beraat etti. Bedelini fazlasıyla ödedi. Daha sonra, ifade özgürlüğü kapsamında, bu maddelerde önemli değişiklikler oldu. Özgürlük alanı genişletildi. Ama 5816 sayılı kanuna dokunulamadığı için, ilk günkü gibi duruyor.
Galiba Mezarcı hakkında vatandaşlar da dava açmıştı.

Bandırma dosyası için yasama dokunulmazlığının kaldırılmasından sonra, beş kişi de manevi tazminat davası açtı Hasan Mezarcı aleyhine. Dediler ki dilekçelerinde, "Atatürk bizim de babamızdır. Atatürk'e yapılmış hakaret bize de yapılmıştır. Biz de rencide olduk." Biz de, Türk hukuk sisteminde yansımanın kabul edilmediğini, davacıların nesep bağını ispatlamaları gerektiğini öne sürerek, taraf ehliyetine itiraz ettik. Mahkeme red kararı verdi. Bunlar temyiz ettiler. Dördüncü hukuk dairesi, "Atatürk bütün Türk ulusunun babasıdır. Onun için 70 milyon Türk vatandaşının her biri dava açabilir." Şeklinde çok ilginç bir karar verdi. Yargıtay'ın bu yeni yaklaşımı üzerine, bir grup arkadaş da İlhan Arsel'in bir kitabında hz. peygamber aleyhinde sözleri nedeniyle, Bakırköy Asliye Hukuk Mahkemesi'nde dava açtılar. "Biz" dediler, "dindar insanlarız, kitaptaki bu sözler nedeniyle rencide olduk. Yargıtay kararını değiştirmiştir. Artık yansıma yoluyla dava açılabilmektedir. Biz tazminata hükmedilmesini istiyoruz." Mahkeme baktı Yargıtay kararı açık. Tazminata hükmetti. Yargıtay bozdu. Yok o kadar değil diye. Atatürk'ü koruma güdüsü, Yargıtay'ı tavır almaya zorladı. Bu kanunun varlığı, hukuk düzenini de yargıyı da tahrip etti. Ve işin ilginç yanı, Hasan Mezarcı bu karardan sonra hakimlere dedi ki "Yargıtay'ın bu kararına göre, Atatürk sizin babanız. Siz babanızın davasına bakamazsınız." Bu yorum, hakimleri de çok zor durumda bıraktı.

Aa çok komik.

15 yıl kadar önceydi. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde bir lise öğrencisi yargılanıyordu, sınav kağıdına yazdığı şeyden dolayı. Ne yazdığını şimdi hatırlamıyorum. Şevket Kazan'dı avukatı da Şimdi ceza ehliyeti yaşı yükseltildi ama o zaman 11 yaşını doldurmuş olması yeterliydi. Ortaokul öğrencisi bile yargılanabilirdi. Böyle bir yasa olmasaydı, bunların hiç biri yaşanmazdı.

Zaman