Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Bu "medeniyetsizlik dili", dilinize yapışmasın!

Aslında, Tayyîb Bey"in "Dindar nesil yetiştirmek istiyoruz.." şeklindeki sözüne değinmek üzere yazı masamın başına geçmiştim..

Bu sözün özü itibariyle, bir temenni, bir arzu beyanı olsa da, politik açıdan zamanlamasının ve söyleniş tarzının dikkatle hesablanıp hesablanmadığına ve geçmişte nice doğru sözlerin çarpıtılarak müslümanlara ne büyük bedeller ödetildiği gibi örneklerden hareketle, daha bir dikkatli ve temkinli olunmasının zaruretine değinecek ve öyle bir söylem yerine, "Biz ateist bir nesil yetişsin istemiyoruz.." veya "Toplumun genel değerleriyle her türlü ahlâkî bağlarını kırmış bir nesil istemiyoruz.." gibi bir söz söylenmeliydi diyecektim ki, ortalığa saçılan bir-iki görüşe daha bir öncelik verilmesi gerektiğini düşündüm.. Bunun için de, Tayyîb Bey"in o sözlerine -inşaallah- bir sonraki yazıda değinmek üzere, Başbakan Yard. Bülend Arınç ve İçişleri Bak. İdris Naim Şahin"in sözlerine değinelim:

*

Bülend Bey"in, hangi niyetle, hangi bağlamda söylemiş olursa olsun, "kürdçenin medeniyet dili olmadığını"  dile getirmesi, herşeyden önce kendisine yakışmamış.. Çünkü, Bülend Bey, hissî tarafının ağır bastığı, hemen herkes tarafından kabul edilen bir durum.. Bunun içindir ki, kendisine, "o, san"attan en son anlayan kişidir.." diye saygısız, kaba bir saldırıda bulunan Kılıçdaroğlu"na, müstehak olduğu en ağır ve okkalı cevabı verebilecekken, o saldırgan ve yoz anlayışı bile nezaketle karşılamayı bile bilmiştir..

Bülend Bey, ayrıca, yaptığı hataları itiraf etmekten de yüksünmeyen bir karaktere sahibdir. Geçen ay,  "futbol şikeleri" ile ilgili kanun, C.Başkanı Gül"den geri dönünce, "Bu kanunu Meclis"e bir daha getirmeye hiçbir babayiğit cesaret edemez.." demiş ve ama, o kanun Meclis"den aynen geçirilerek tekrar gönderilmişti, Çankaya"ya ve kesinleşmişti.. Arınç, o zaman kendisine o eski sözlerinin hatırlatılması üzerine, "Ben 17 yıllık bir parlamenterim, nasıl böyle bir yanlış yaptım, kendime hayret ediyorum.."  kabilinden  sözler söyleyebilmişti..

Bu bakımdan, "kürdçenin medeniyet dili olmadığı"na dair sözleri için de, "Yanlış yaptım, birilerini inciteceğimi düşünemedim, özür diliyorum.. Bu söz, aslında benim dünya görüşüme, inancıma da aykırıdır.." diyebilmelidir..

Evet, Bülend Bey, söz ve davranışlarında samimî birisidir..  Önünü-arkasını düşünmeden, hattâ patavatsız bazı sözleri olsa bile, bunların yanlışlığını anladığında, kıvırtma yöntemlerine itibar etmeden hatasını itiraf eder.. Ama, bu gibi özür dilemeler, sık sık tekrarlanırsa, o durum,  te"vil çabalarından da yıpratıcıdır.. Çünkü, te"vilde yine de bir ihtimal vardır.. İtirafta ise, hatanın, yanlışın ikrarı.. Ve, bu hatalar sık sık yapılır ve bu da itiraflarla kesinleşirse, o zaman, her hata, daha bir yıpratıcı olur.

Bu hatırlatmalardan sonra gelelim, konunun başka bir yönüne..

*

Arınç"ın sözü, kürd diliyle konuşan milyonlarca insanı rahatsız edeceği gibi bir populist yaklaşımla bile doğru değil, ama, konunun o yönü, daha çok politikacıları ilgilendirir..

Üzerinde durulması gereken husus, daha başkadır.,.  

Şöyle ki.. Bir dilin "medeniyet dili olduğu veya olmadığı"  iddiası, sadece kürdçe için değil, hiç bir dil için de söylenememelidir. Çünkü böyle bir değerlendirme, onun dışında kalan başka dil gruplarını da, o dillerle konuşanları da ayrı statülere yerleştirir. Bir dil grubunun yüceltilmesi de, aşağılanması da aynı tutarsızlığın bir yansımasından başka bir şey değildir..

Dillerin ortaya çıkışı hakkında, başta filoloji (dil bilimi) olmak üzere, birçok ilmî disiplinler adına yığınla teoriler üretilmişse de, bu konuda kesin bir aklî noktaya varılamamıştır..

Bu satırların sahibi, -sun"i / yapmacık bazı diller de olsa bile- genel kaide olarak, dillerin ilahî bir tanzim sonucu var olduğuna; dillerin zaman içinde bazı sosyolojik veya jeo-politik etkenlerle bir takım ilerleme veya gerilemelere uğrasa bile, hiç bir dilin özü itibariyle aşağılanamaması veya yüceltilememesi gerektiğine inanır.. Hattâ, Kur"an"ın arabça olarak nâzil olması hasebiyle arabçayı kutsal sayanların görüşlerine bile karşı çıkap, "kutsal olan Kur"an"dır, arabça değil... Çünkü en mübtezel mânâlar arabça ile de dillendirilebilir/ dillendirilmektedir.." diyebilen birisidir.. Yani, kutsal olan zarf değil, mazruftur, zarfın içinde olandır.. Taşıdığı muhtevaya göre, bir dil güzel de olabilir, çirkin de..

Bu hassasiyet yüzündendir ki, geçmişte, "farsça dünyanın en şirin dilidir, onu kutsal bilelim.." diyen ve bulunduğu makamın nazarî olarak cihanşumûllüğünün olması itibariyle, öyle bir lafı söylememesi gereken birisinin o sözündeki yanlışlığını dile getirdiğimde de, bazılarınca eleştirilmiştim..

Halbuki, dünyada fıtrati itibariyle güzel veya çirkin dil yoktur; her dil, güzel kullanılırsa güzeldir, çirkin kullanılırsa çirkindir..

Esop Masallarındaki dil yemeği örneği ne kadar düşündürücüdür.. En lezzetli yemeği isteyene de dil yemeği getirilir, yenilmesi en zor yemek istendiğinde de yine dil yemeği..

Buna rağmen, dil / lisan yarıştırmaları tarih boyunca yapılmıştır..

Bin yıl öncelerde yaşayan Firdevsî, ünlü Şehnâme"sini, farsçanın arabça etkisine girmemesi adına, en som farsça ile kaleme almış ve arabça kelime kullanmamaya azamî dikkat göstermiştir..

500 yıl öncelerde yaşayan Ali Şîr Nevaî de, türkçenin arabça, farsça gibi dillere muhtaç olmadığını isbatlamak için, türkçe şiirler yazdığını belirtir.. Kaşgarlı Mahmûd da‚"Divan-ı Lugat"ut-Türk.." isimli eserini hazırlamasını da, Nevaî gibi, aynı gerekçeye dayandırır..

Bunlara rağmen, açıktır ki, en güzel dil, ağızdaki dil değil, kalbdeki dildir.. Kalb diliyle anlaşamadıklarımız, ağızlarındaki dil ile hangi mânayı ifade ederlerse etsinler, bize hitab edemezler. Elbette ağız dili ile kalb dili birlikte olursa, o zaman da tadına doyum olmaz..

17 -18 yıl önce, Tahran"da uluslararası bir Fuzulî Kongresi yapılmıştı.. Muhtelif konuşmacılar, -ömrü boyunca Bağdad ve Hille civarından dışarıya çıkmamış olan- Fuzûlî"nin arabça, türkçe ve farsçayı, bu diller sanki kendi ana diliymiş gibi kullanabildiğini, her üç dilde de çok akıcı şiirler yazdığını anlatıyorlardı..

Fakir de konuşmasında, Fuzûlî"nin kürdçe şiirler de yazmış olabileceğini dile getirmiş ve 1964-68 arası yaşadığım Diyarbekr"de bir "molla"dan, "Fuzûlî"ye aid olduğunu söylediği güzel şiirleri dinlediğimi hatırlatınca, aynı zamanda bir edebiyatçı olduğu söylenen Azerbaycan B.Elçisi, oturduğu yerden bağırarak, Fuzûlî"nin bir türk şairi olduğunu, onun kürdçe de yazdığını söylemenin, kurd ile kürd kelimesinin arab alfabesinde aynı harflerle yazılmasından kaynaklanan bir yanılmadan geldiğini söylemiş, bunun üzerine, edebiyat araştırmalarıyla da bilinen İran"lı azerî şair Asgar Ferdî, Azerbaycan B. Elçisi"ni, "Senin üstadın olan rus şarqiyatçısı Kriminsky de, Fuzûlî"nin kürdce şiirler de yazmış olabileceğini söylemiştir.."  sözleriyle susturmuştu..

Evet, Fuzûlî"nin kürdçe de yazmış olabileceği derhal tepki alabiliyordu.. Halbuki, halkının ekseriyeti bugün gibi, o zaman da daha çok arabça konuşanlardan oluşan Bağdad ve Hille şehirlerinde yaşayan bir Fuzûlî"nin, her üç dili de anadili gibi konuşup o üç dilde de son derece akıcı şiirler yazmasına bakarak, -esasen farsça ile aynı dil grubundan gelen- kürdçeyle de şiirler yazmış olması pek âlâ mümkündü..

Ama bu durum kabullenilemiyordu. Bu ise, o aşağılanan-dışlanan kitleleri, "bizim de bir devletimiz olsaydı, böyle muamelelere tâbi tutulmazdık.."  noktasına yönlendiriyor..

Evet, bir dile böyle baskı yaparsanız, o da resmî yazışmalar seviyesine ve devlet himayesine ulaşamamışsa, birileri onu, "medeniyet dili değil!.." diye aşağılarken, birileri de, bu durumu kendi ayrılıkçı fikirlerine dayanak yapabilir..

Unutmayalım ki, Osmanlı"da ve onun öncesinde Selçuklular zamanında da, yönetilen halkların dili ile yönetici sınıfların dili farklıydı ve o anlayışa göre, türkçe de bir medeniyet dili değildir diye dışlanıyordu.. Hattâ, Yunûs"un, Süleyman Çelebi"nin, Eşrefoğlu Rumî"nin, Karacaoğlan"ın, Pîr Sultan ve Kaygusuz Abdal"ın dili bile yönetici sınıfların dili olmadığından, medeniyet dili sayılmamak noktasına düşürülür..

Gerçekte ise, dillerin, medeniyet dili olan veya olmayan diye bir ayırıma tâbi tutulması, bir insanı veya toplumu dilinden dolayı yücelten veya aşağılayan sağlıksız bir yaklaşımdır.

*

Buna rağmen, o görüşte ısrar edilecek olursa, dünyanın en güçlü şiir dillerinden birisi sayılan farsçayı bile, bugün, medeniyet dili saymayanlarlar bulunabiliyor..

Osmanlılar da, hükmettikleri topraklarda, kendi isimleriyle de anılan bir medeniyeti kurarlarken; hemen her toplum kesimin beyin katkılarından faydalanmışlar, her dilden kelimeler almışlardır.. Ama, resmî yazışmalarda genelde türkçe, farsça ve arabça üç dil hâkim durumundadır ki, bu üç dile, "elsine-i selase" /  üç lisan denilir. (Bu bağlamda, kürdçe de kök itibariyle farsça ile aynı dil grubuna aid olduğundan, bu üç dilin içinde yer alır..

Bugün kırgızların, tatarların, azerîlerin, türkmenlerin, özbeklerin, uygurların, kazakların, qumukların, başkurdların dilleri de kök itibariyle türkçe olmasına rağmen, bugün bu kavimlerin -uygurlar hariç- tamamı, birbirleriyle bu farklı türkçe şive veya lehçeleriyle anlaşamamakta ve ortak anlaşma dili olarak genelde rusçayı kullanmaktadırlar.)

Ve Osmanlıca, artık dünde kalmış olan bir medeniyetin dili idi.. Ve Osmanlı"caya hayat veren dillerden birisi de kürdçe idi..

Dünya"da yine düne aid bir arab medeniyetinden söz edilmektedir ama, bu, İslam kültürünün ve müslüman toplumların ortaklaşa meydana getirdikleri bir medeniyettir.. İslam Medeniyeti denildiğinde ise, bugün de canlılığını dünyaya hissettiren İslam medeniyetini meydana getirenler bütün müslüman toplumlardır ve amma, bu medeniyetin dünya edebiyatını ve düşünce hayatını etkileyen en güçlü dillerinin başında arabça ve farsça bulunmaktadır.. Ve tekrarlayalım, kürdçe de, farsî dil grubunun bir parçasıdır.. Batı dünyasında da, temelde bir rus, leh, alman, ingiliz, fransız, italyan, ispanyol Brezilya, Meksika veya Amerikan medeniyetinden söz edilmeyip, Judo-Chiretien /yahudi- hristiyan medeniyeti"nden sözedilmekte ve bu medeniyetin en büyük görünür eserleri olarak edebiyat, mimarî, musikî ve teknolojik eserler ve bunların insan toplumlarının yaşayışında yaptığı ilerletici etkiler hatırlanmaktadır..

Demek oluyor ki, "medeniyet dili"  nitelemesi, özü itibariyle ârızî, konjonktürel olup, sağlıksız bir temele dayanmakta ve o dilden konuşan toplumların dünya siyasetindeki, düşünce hayatındaki, edebiyatındaki, ticaretindeki yerlerine göre ârızî olarak belirlenmektedir.. Yani, bu noktalarda güçlendiklerinde, dilleri de güçleniyor, zayıfladıklarında dillerinin dünyadaki etkisi  de zayıflıyor..

Ve türkçe de bugün tek başına bir medeniyet dili sayılmamaktadır; Batı Avrupa ülkelerinden Balkan ve Kafkas"lara, Anadolu, İran ve Afganistan"dan Orta Asya"ya kadar uzanan coğrafyalarda, 200 milyondan fazla insanın ortak anlaşma dili olduğu halde..

Demek oluyor ki, müslümanlar birlikte hareket ettiklerinde, İslam medeniyeti"ni daha bir güçlendirebilirler ve dünyayı etkilemek yarışında kendilerine bir kulvar açabilirler.. Ve öyle bir durumda, kürdçenin de, İslam medeniyeti içindeki yeri ortadadır ve sadece Ahmed-i Xani"nin Mem"u Zen"i bile, dünya klasikleriyle yarışacak derecede güçlü bir edebiyat olarak karşımıza çıkmaktadır.. Tek başına hiçbir müslüman toplumun adına bir medeniyet oluşturmak durumu yoktur ve hattâ olmamalıdır da.. Ve müslüman toplumların herbirisinin o İslam medeniyet ve kültürü içinde herbirisine düşen roller olacaktır, olmalıdır.. Bu noktadaki dışlayıcı nitelemeler, cihanşumûl İslam kardeşliği  fikrini daha da zayıflatmaktan başka bir netice vermez.. Ve bu durum, öyle bir anlayışı sahiblenenleri medeniyetsiz duruma bile düşürebilir..

O halde kendimizi bu‚"medeniyetsizlik dili"nden kurtarmalıyız..

*

"Vatan sözkonusu olursa, gerisi teferruattır!" diye ne büyük zulümler işlenmişken..

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, bir vesileyle, "Eğer, "vatan" sözkonusu olunca, gerisi teferruattır.." deyivermiş..

Bu söz, başkalarınca da dile getirilmiş olabilir ama, genelde, M. Kemal"e atfedilen bir söz olup,  bu sözle ne korkunç zulümler işlenmiştir.. Böyleyken, -hangi bağlamda söylenmiş olursa olsun-,  bu sözü bir İçişleri Bakanı"nın tekrarlaması, sahiblenmesi dehşet vericidir..

İstiklal Mahkemeleri de, diğer nice sözüm ona mahkemeler de bu sözde ifadesini bulan "vatan fetişizmi"yle, bayrak fetişizmiyle ne korkunç cinayetlere imza attı.. Şeyh Said Hareketi"ne karşı girişilen korkunç sindirme operasyonu da "vatan" adına işlendi.. Müslüman halk kesimlerine bu vatan  kelimesi kutsallaştırılarak, onyıllar boyunca ne korkunç zulümler işlendi..

Dersim Katliâmı da öyle oldu..

At. ilke ve devrimleri diye yaldızlanarak, hattâ laik kutsamalarla bir deli gömleği gibi giydirilen ve müslüman halkımıza ve hatta toplumun azlık unsurlarına bile yaşatılan büyük sosyal travmalar, işletilen dârağaçları da, hep vatan adına idi, millet adına idi; hattâ kanun adına idi..

Sonra, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi de, Yassıada cinayetleri de, 12 Mart 1971 ve  12 Eylûl 1980 Askerî Darbeleri de, daha yakın zamandaki 28 Şubat 1997 Zorbalığı ve 27 Nisan 2007 Muhtıra teşebbüsü de, hepsi, "vatan" denilerek, millet denilereke, kanun denilerek tezgahlandı ve vatan da tepelendi, millet de.. Kanun diye diye kanun da tepelendi..

Ve böyle denilerek, hukukun da, milletin de, vatanın da köküne kibritsuyu döküldüğünün farkına varılamadı..

O halde, bir İçişleri Bakanı bu sözleri nasıl söyler?

Bu sözleri söyleyen bir İçişleri Bakanı, bununla, bu terimler kutsanarak geçmişte işlenen nice zulümlerin kapısını yeniden aralık bırakmak istediği gibi bir yanlış mesaj vermiş olmuyor mu, güvenlik güçlerine? 

Hatırlanmalı ki, Hrant Dink"in kaatili olan O. Samast isimli genç, Samsun"da yakalanıp polisler arasında kameralara gösterilirken, o ilin Emniyet Md.lüğü"nün arka duvarında, işbu "Vatan sözkonusu olursa, gerisi teferruattır.." sözü yazılı idi..

*

Bu vesileyle, daha başka "Bakan"ların yaklaşımlarına da değinelim..

Tayyîb Erdoğan, "Bakan"larını kendi anlayışıyla senkronize mi edemiyor; özü itibariyle  kendisiyle aynı sözleri ve görüşleri benimseyecek kimseler arasından seçemiyor mu; yoksa, onlara temel konularda bile, kendisinden farklı görüşleri dillendirmeleri mesajı mı veriyor?

Sanırım, birinci ihtimal..

Tamam, "Bakan"lar Başbakan ne derse onu aynen papağan gibi tekrarlamasınlar, ama, onun bazı hassas konularda gösterdiği hassasiyetten de o kadar uzak düşmesinler.. "Bakan"larının pek çoğunun ağzından "yüce türk milleti"  lafı düşmüyor..

"Bu laftan da mı rahatsız oluyorsunuz?" diyenler çıkabilir.. Benim umurumda bile olmaz.. Çünkü, hiçbir kavmin yüceliği veya düşüklüğü görüşüne itibar etmem..

Ama, siz, "yüce türk milleti"  laflarını dillerinizden düşürmezseniz, başkalarının da kendi kavimleri için yüceltici sıfatlar kullanmasını kabul etmek zorunda kalırsınız, mantıken.. Siz, kendi kavminizi idealize ederken, aynı hakkı başkalarına nasıl tanımazlık edersiniz?

Ve siz "vatan" ve benzeri kavramları nasıl böylesine kutsar ve onları korumak uğrunda yapılan / yapılabilecek her şeyi teferruat olarak görürseniz, ortada ne adâlet kalır, ne insanlık..

Herkes, vatan ve emsali kavramlar adına, kendi beyninde gerekli ve caiz gördüğü her cinayeti işleyebilir..

Ve unutmayalım, o zaman, ergenekoncular da, vatan adına yaptılar, yapmak istiyorlardı her şeyi.. Hitler de, Mussolini de, Stalin ve Churchil de, Truman da, Mao da,  Pol Pott da,  Şah da, Suharto da, Saddam da, Nâsır, Burgiba ve Gaddafî de; Miloseviç de, Jivkof ve Çavuşesku da, daha niceleri de, hep "vatan" adına işlediler o korkunç cinayetlerini..

O halde, İdris Naim Şahin Bey, söylediğiniz o sözün gelecekte de nice yeni cinayetlerin, suikasdlerin, tuzakların gerekçesi olabileceğini düşünmeli ve, tarihin büyük zâlimlerine "ilham" kaynağı olmuş olan bu sözü sözlüğünüzden çıkarmalısınız..

Aksi halde, daha nice Samast"lar da çıkar, vatanı kurtarmak adına, başkalarız da... Ve başında bulunduğunuz güvenlik güçleri de hem kendilerini, hem de o sözler adına hareket eden nicelerini mâzur görürler..

Nitekim, Samsun'da çıkan "Statüko" isimli mahallî bir dergide yayınlandığı bildirilen ve 7 Şubat günü medyaya yansıyan bir makaledeki görüşler bu tehlikeyi haber veriyor.. Çünkü, adı geçen derginin Genel Koordinatörü O. Baş imzasıyla çıkan yazıda, "Ogün Samast gibi gürbüz bir genç, işi 'Türk'ün kanı pistir' demeye getiren Hrant denen herifi vurduğu için ağır bir cezayla karşı karşıya kaldı. Kötü mü yaptı yani? (...) Adı Türkiye olan bir devletin, Milli ve manevi değerlerini korumaya çalışan vatandaşları, hangi sebepten dolayı bu kadar acımasızca tavırlarla karşılaşabilir? Malum en son Ogün Samast gibi gürbüz bir genç, (...)Hrant denen herifi vurduğu için ağır bir cezayla karşı karşıya kaldı. Kötü mü yaptı yani? Bana göre bu milletin geneline ağır hakaretler yağdıran adamın ölmesi zaten müstehaptır. Devlet yapması gereken işi yapmıyorsa (...) kimse Kusura bakmasın bu noktada Millet devreye girer.(...) Burası Türkiye. Haddinizi bilin!" diye yazıyordu..

*

"Vatan sözkonusu ise, gerisi teferruattır.." sözünün acı meyvelerinden bir taze örnek..

Umulur ki, İçişleri Bakanı, o sözünün yanlışlığını anlar ve yanlışta ısrar etmez.. Aksi takdirde, on anlayışla nice cinayetlerin yapılmasına İçişleri Bakanı"nın "yeşil ışık" yaktığını düşünen nice darbeciler de, diktatör ruhlular da, vatan kurtarmak iddiasıyla hareket ederken, diğer her türlü konuyu caiz ve önemsiz bir teferruat olarak gören ferdî suikasdciler de çıkar..

 

haksöz

Bu yazı toplam 1370 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar