Batı, Müslümanları potansiyel tehdit görüyor

Batı, Müslümanları potansiyel tehdit görüyor

Almanya İslam Konseyi, İslam Toplumu Milli Görüş ve Eyaletler İslam Federasyonları’nın hukuk danışmanı Avukat Mustafa Yeneroğlu Vakit gazetesine konuştu.

Almanya İslam Konseyi, İslam Toplumu Milli Görüş ve Eyaletler İslam Federasyonları'nın hukuk danışmanı Avukat Mustafa Yeneroğlu: "11 Eylül saldırılarıyla başlayan 'İslamcı teröristler' söylemine dayanan süreç, Müslümanları potansiyel tehdit olarak görmüş, egemen kültür merkezli yaklaşımları da güçlendirmiştir. Örneğin İslâm'ın demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmayacağı, dolayısıyla Müslümanların entegre olmalarının mümkün olmadığı ve her zaman potansiyel tehlike oluşturdukları vehmi, toplumun kutuplaşmasına vesile olup, İslâmofobi'yi endişe verici şekilde artırmaktadır."

Almanya İslam Konseyi, İslam Toplumu Milli Görüş ve Eyaletler İslam Federasyonları'nın hukuk danışmanlığını yapan Avukat Mustafa Yeneroğlu, Almanya'da müslümanlara yönelik bazı haksız uygulamalar ve entegrasyon adı altında sürdürülen 'asimilasyon' politikaları gibi konularda gazetemize önemli açıklamalarda bulundu. Yeneroğlu, Müslüman toplumun içinde bulunduğu sıkıntılara ve çözüm için İslami kuruluşların girişimlerine dikkat çekti. Anayasada yazıldığı halde verilmeyen hakların alınması yönündeki mücadeleyi sürdürmekte kararlı olduklarını belirten Yeneroğlu'nun sorularımıza verdiği cevaplar şöyle:

- Son zamanlarda Almanya'da varolan İslam karşıtlığında bir artış olduğunu görüyoruz. Bu düşmanca tavır ve karalama kampanyalarına destek verir mahiyette bazı eyalet hükümetlerinin baskıcı ve yasaklayıcı tavırları dikkatimizi çekiyor. Siz bir hukukçu olarak değerlendirdiğinizde, bu sürecin sebepleri nelerdir?..

- Bugün yaşadıklarımız, kitlesel göç yılları olan 1960'lı yıllardan günümüze kadar devam eden sorumsuz siyasetin doğal bir sonucudur. 90'lı yıllara kadar işgücü bağlamı dışında Müslüman göçmenler Almanya gündeminde yoktu zaten. "Gastarbeiter", yani misafir işçi olarak tanımlanıyorlardı. Bu kavram aynı zamanda misafir olduklarını ifade ediyordu, iki tarafın beklentisi de gelen insanların geri dönecekleri doğrultusundaydı. O dönemlerde ihtiyaç dolayısıyla sayıları artan mescitler çok kültürlülük söylemine rağmen tanınmanın bir tezahürü olmamıştır. Toplumun dışında geliştiği için, ilgisiz kalınmıştır. 'Nasıl olsa dönecekler' yaklaşımıyla önemsenmemiştir. İlginçtir, bu durumun bazen çoğulcu bir toplumun zenginliği olarak da tarif edildiği olmuştur. 90'lı yıllar, Müslümanların büyük bir bölümünün artık kendilerini misafir görmeyip, kalıcı -ev sahibi- olarak kabul etmeleri, eşitliğin gerektirdiği talepleri kamu otoritelerine yönelik özgüvenle seslendirmelerine tanık olmuştur. Bu süreç, misafir işçi psikolojisinden sıyrılıp, toplumsal yaşamın merkezine yönelmedir. Müslümanların sosyalizasyonu ilerledikçe, talepler artmış, eşitsizlikler de daha sesli bir şekilde eleştirilmiş ve gerilim ortamları oluşmuştur. Bu dönem farklılıklara tahammülün ne kadar zor olduğunu ve Müslümanların Almanya'da toplumsal bir normalite olarak algılanmaktan uzak olduğunu göstermiştir.

11 Eylül saldırılarıyla başlayan "İslamcı teröristler" söylemine dayanan süreç, Müslümanları potansiyel tehdit olarak görmüş, egemen kültür merkezli yaklaşımları da güçlendirmiştir. Örneğin İslâm'ın demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmayacağı, dolayısıyla Müslümanların entegre olmalarının mümkün olmadığı ve her zaman potansiyel tehlike oluşturdukları vehmi, toplumun kutuplaşmasına vesile olup, İslâmofobi'yi endişe verici şekilde artırmaktadır. Bu gibi korku ve önyargıların yaygınlaştırılmasıyla birlikte, anti-terör paketleri adı altında onlarca yasa değiştirilmiştir. Yabancılar yasası yabancılara özel ikinci bir ceza kanunu haline getirilmiştir. Mesela ceza kanununa göre suç teşkil etmeyen bir fiil, yabancılar yasasına göre cezalandırılabiliyor. Bunun dışında Müslümanlara özgü başörtüsü yasakları ve entegrasyon adı altında birçok başka düzenlemeyle, ayrımcılık tohumları yasamaya da karışmıştır. Bugün bu yasalar, Müslümanlara yönelik ayrımcılık ve toplumdan dışlama gayretlerinin formel dayanağını oluşturmaktadır. Maalesef Almanya'ya yakışmayan bir durumla karşı karşıyayız. Bunu sadece müslümanlar adına söylemiyorum. Bu süreci insan hakları dernekleri ve birçok bilim adamı da endişeyle izlemektedir.

ALMANLAR, ISLÂMA KARŞI ÖNYARGILI

- Terör bahanesiyle İslam ve Müslümanların hedef alınması ne gibi sakıncalı sonuçlar doğurabilir?

- Bielefeld Üniversitesi'nin bir araştırmasının sonucuna göre toplumdaki yabancı düşmanlığı yüzde 50'lere dayanmıştır. Almanların 3'te 1'i İslam'dan korktuklarını ve Müslümanların oturdukları yerlere taşınmak istemediklerini ifade etmektedirler. Yüzde 80'in üzerinde bir kitle İslam'ı radikalizm ve fanatizmle özdeşleştirmektedir. Bunlar endişe verici boyutlardır. İslam ile ilgili politikalar güvenlik bağlamında ele alınmaktadır. Müslümanlar, güvenlik yasaları bağlamında önlem alınması gereken potansiyel tehdit olarak değerlendirilmektedir. Yani temel sorun Müslümanların karşıt olarak sunulmasındadır. Oysa bu vehimleri doğrulayacak bir veri yoktur. Olması da mümkün değildir, çünkü Alman toplumuna yönelik her saldırı burada yaşayan Müslümanları da hedef almaktadır. 45 yıldır birlikte yaşanılan toplumun refahı için çalışan insanların tehdit olabileceğini varsaymanın makul bir izahatı olamaz. Toplumun tüm katmanlarıyla birlikte barış ve huzur içinde yaşaması herkesin ortak sorumluluğudur.

- Almanya'da yaşayan Müslümanların entegrasyon problemleri olduğunu ve paralel toplumlar oluşturdukları iddialarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

- Bir kere temel sorun, Almanya'nın samimi bir entegrasyon politikası olmadı. Eski İçişleri bakanlarından Otto Schily "Entegrasyonun en iyi şekli asimilasyondur" demiştir. Sürekli Müslümanların paralel toplum oluşturduklarından şikayet edip, göçmenlerden kaynaklanan her olumsuzluğu sanki kültürlerine özgü bir durummuş gibi değerlendirmekle, çokkültürlü toplum modelinin iflasını açıklayıp, göçmenleri aşağılayıp kimliklerini kötülemekle entegrasyon sağlanamaz. Entegrasyon, köklerinden kopmak, ya da kişiliksiz bir şekilde asimilasyona uğramak anlamına gelmemelidir. Kimse diğerini ötekileştirmemelidir.
Birbirinden farklı olabilen yaşam biçimlerinin, bu farklılıkları korumak hususunda özgür bir biçimde, birbirlerini çoğulcu toplumun vazgeçilmez unsuru ve zenginliği olarak görmeleri anlamına gelmelidir. Başarılı bir entegrasyonun sırrı ise bütün toplumsal katmanların gayret gösterip, açık bir topluma katkıda bulunmalarında yatmaktadır. Almanya Anayasasının 4. maddesi dinî inanç özgürlüğünün izharına dokunulamayacağını ve dinin rahatsız edilmeden tatbikinin güvence altında olduğunu öngörüyor. Ayrıca eşitlik ilkesi devletin tüm dini cemaatlere ve bireylere eşit olduğunu ifade etmektedir. Almanya'daki sorunlar, Müslümanların taleplerinin anayasadaki din özgürlüğünü zorlamasından kaynaklanmamaktadır. Aksine kamu idaresinin Hıristiyan geleneklerinin etkisiyle -hatta bazen bu değerleri koruma motivasyonuyla- hareket edip, kanunları Hıristiyan-Batı geleneklerinin ışığında yorumlamalarından ve Hıristiyanları de-facto imtiyazlı konuma getirmelerinden kaynaklanmaktadır. Çok yaygın olan bu tutum, anayasanın 3. maddesindeki eşitlik ilkesini ihlâl ettiği gibi, uygulamadaki açmazlarını da ortaya koymaktadır. Bu yaklaşımların sonucu olarak, din özgürlüğünün uygulama alanında tıkanıklıklarının çözümü mahkemelere taşınmak zorunda kalmaktadır. Anayasa mahkemesi 2003 yılında öğretmenlerin derslerde başörtüsü takmalarıyla ilgili verdiği kararda, toplumsal değişimin dikkate alınıp, Müslümanların eşit muamele görme taleplerine olumlu cevap verilmesi ve entegrasyon gayretlerine destek olunmasını eşitliğin gereği olarak tarif etmiştir.

BAŞÖRTÜSÜNE KARŞI SAVAŞ AÇILDI

- Peki uygulama da buna göre düzenlenmiş midir?

- Maalesef, tersi olmuştur. Birçok eyalette başörtüsü yasakları çıkartılmıştır. Örneğin Bavyera'daki yasanın gerekçesinde insan onur ve haysiyetiyle bağdaşmayan kıyafet biçimi olarak da tanımlanabilmiştir başörtüsü. Anayasa mahkemesi bahsettiğim kararında öğretmenlerin derste başörtüsü kullanmalarının yasaklanmasının şartlarını da ortaya koymuştur. İnanç özgürlüğünün kısıtlanmasının da düşünülebileceğini, ancak bu durumda eşit muamele gereği, okul alanında inançlara ait tüm işaretlerin yasaklanması gerektiğini belirtmiştir; ancak birçok eyalette sadece başörtüsünü yasaklayan yasalar çıkartılmıştır. Bu anlayış özgürlükçü demokratik düzen iddiasıyla bağdaşmamaktadır ve Müslümanların entegrasyonunu zorlamaktadır.

Entegrasyon karşılıklıdır

- Helal et kesimiyle ilgili Anayasa mahkemesi kararı sonrasında benzer bir süreç işlememiş miydi?

- Evet, Anayasa mahkemesinin 2002 tarihinde Müslüman kasapların İslâmî usullere göre kesim yapmalarının engellenmesini anayasaya aykırı bulmasından sonra, Federal Parlamento alelâcele hayvanı koruma ilkesini anayasaya dahil etmiştir. Buna dayanarak eyaletlerdeki ilgili kamu daireleri de, hayvanı korumanın artık anayasal görev olduğu gerekçesini öne sürerek, helâl et kesimini mümkün mertebe engellemeye çalışmaktadırlar.
Anayasa mahkemesinin Müslümanlarla ilgili iki kararından sonraki gelişmelerde görülmektedir ki, Müslümanların din özgürlüğünün uygulama alanıyla ilgili ve demokratik çoğulculuk içerisinde kamusal alanda eşit muamele görme talepleri, yargıdan daha ziyade yasama ve yürütme organları tarafından zorlaştırılmaktadır. Müslümanların talepleri söz konusu olunca, anayasal ilkeleri dikkate almadan, yasal düzenlemelerle din özgürlüğünün uygulama alanını daraltmaya çalışmaktadırlar. Bunlara karşı dava açtığınız takdirde de 'provokasyon yapılıyor' iddiasıyla karşılaşılmaktadır.

- Peki bu yöntemle mahkeme kararları boşa çıkarılıyor. Bu durumda Müslümanlara sunulan model nedir?

-Toplumsal çoğulculuğu reddeden bu anlayış, her ne kadar adı konulmasa da, hâkim kültür içerisinde erime manasına gelen asimilasyondur.
Bu tutumun takip edilmesi durumunda, Müslümanların dinlerini, dillerini ve kültürel değerlerini koruyarak, Almanya toplumuna entegre olma çabalarının, tek taraflı olarak devam ettirilebilmesi mümkün değildir. Entegrasyon karşılıklıdır. Almanya toplumu da toplumsal değişimin getirdiği yeni şartlara entegre olmak zorundadır. Dolayısıyla eşitlik ilkesinin, anayasa mahkemesinin içtihadı çerçevesinde, yasama ve yürütme organları tarafından içselleştirilmesi ve uygulanması gerekmektedir. Böylece Hıristiyan ve Musevilere tanınan haklar Müslümanlara da tanınıp, din özgürlüğüyle ilgili bireysel ve kolektif talepler cevap bulabilecektir.
Ancak bu anlamdaki açık ve kapsayıcı eşitlik ilkesi, tüm dinî ve dünyevî inançlara eşit davranıp, bir pozitif teminat olarak bireyin ve dinî toplulukların dinî yaşamlarını özgürce yerine getirmeleri için gerekli koşulları sağlar ve farklılıkların zenginlik olarak kabul edilip, toplumsal uyum içerisinde yaşatılmasına vesile olabilir.

- İslami eğitim başlatılması için bazı eyaletlerde hazırlıklar yapılıyor. Yetkili kurumlar Almanya'da faaliyet gösteren İslami kuruluşları neden muhatap kabul etmiyor?

- Çünkü siyasi irade, Müslümanların kendi seçtikleri kurumların sisteme entegre edilmesini engellemektedir. Örneğin Berlin İslam Federasyonu'nun din dersi vermesi yıllarca süren bir hukuk mücadelesi sonucunda ancak mahkeme kararıyla mümkün olabilmiştir. İslam Federasyonu ve Müslümanlar Merkez Konseyi'nin Kuzey Ren Vestfalya eyaletindeki din dersi verme başvurusu, hükümetin reddetmesi sonucu 10 yıldır mahkemelerdedir. Muhatap kabul etmemesinin sebebine gelince, geçmişte siz kilisenin modeline uygun bir dini cemaat değilsiniz bahanesiyle reddediliyordu. Artık bu gerekçelerin mahkemeler tarafından kabul edilmediği görülünce, farklı gerekçeler sunuluyor. Örneğin birisine "sen devlet kurumusun" deniliyor, diğerine "sen anayasa koruma dairesinin takibindesin", bir başkasına da, "senin temsil gücün yok" deniliyor. Yıllarca böyle geçiştiriliyor. Böylece kurumsal haklar konusunda müslümanlar anayasanın öngördüğü hiçbir haktan faydalanamıyor. Neticede anayasal modele aykırı bir biçimde sadece Müslümanlara özgü ikinci sınıf bir iletişim modeli kabul ettirilmeye çalışılıyor. Maalesef başarılı bile olabilirler.

- Geçmişte bazı eyaletlerin uyguladığı Alman vatandaşlığına geçmek isteyen Müslümanları sınavdan geçirmesi ve bu sınavda yer alan soruları nasıl değerlendiriyorsunuz?

- İslam Konferansı Örgütü'ne üye 57 ülkenin vatandaşlarına "Anayasa'ya bağlılığı" test etme amacıyla sorulacak sorular Müslümanları zihinsel düzeyde kategorize etmektedir ve cevap verilmesine gerek olmaksızın sorulan soru biçimleriyle yargılamaktadır. Müslümanları potansiyel tehdit gören anlayışın normal bir tavrı. Mesela soruyor: "Komşularınız veya tanıdıklarınız tarafından terörist bir saldırı planlandığını veya böyle bir saldırının gerçekleştirildiğini öğrendiniz. Nasıl davranırsınız, ne yaparsınız?" veya Alman vatandaşı olmak isteyen bayanlara: "Kız çocuğunuz diğer Alman genç kız ve kadınlar gibi giyinmek istiyor, ama kocanız buna karşı çıkıyor. Ne yaparsınız?"....." Bu sorular, soruyu soran zihniyetin Müslüman tasavvurunu ortaya koymak için gayet açık. Zaten konuyla ilgili İçişleri Bakanlığı'nın genelgesinde "Müslümanların tümünün anayasaya sadakat sözlerine şüpheyle yaklaşılmalı ve bu sorular sorulmalı" denilmekte. Bana sorarsanız, sözde Anayasa'ya bağlılığı test etme gayretinde olan bu sorular ile, soruları hazırlayanların Anayasa'ya bağlılıkları ciddi şüphe götürür derim. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu sınavlar çok büyük tepkiler üzerine kısmen geri çekilmiştir.

- Peki İslam Konferansı, Müslümanlar açısından faydalı olmuş mudur?

- Devletin ilk defa İslami kurumları muhatap alıp, kendileriyle görüşmüş olması önemli bir adımdır. İslam Konferansı'nın açılışında Almanya İçişleri Bakanı Schäuble'nin Müslümanların Almanya'nın bir parçası olduğunu söylemiş olması, ayrıca en son Haziran'da Başbakan Merkel'in bizleri kabul etmiş olması yine olumlu gelişmelerdir. Bu sürecin sürdürülmesi gerekir. Tabii İslam Konferansı'nda yoğun bir biçimde Müslümanların güvenlik bağlamında ele alınmış olması, öncü kültür tartışmaları, bazı hususların dayatılmaya çalışılması, yine İçişleri Bakanının İslam'ın değerlerine ve Müslümanlara hakaret eden bazı kimseleri Müslümanların temsilcisi olarak kabul ettirmeye çalışması da faydalı adımlara gölge düşürmüştür.

- Peki gelecek için ümitli misiniz?

- Ümitli olmak durumundayız. Almanya'da kalıcı olarak takriben 4,5 milyon Müslüman yaşamaktadır. Dolayısıyla çok ciddi sorumluluklarla karşı karşıya olduğumuzun bilincinde olmamız gerekir. Müslümanların gerçekten toplumun doğal bir parçası olarak kabul edilmesi için ayrımcılığa sebep olan unsurların üzerinde durmamız gerekir. Bunları adım adım ortadan kaldırmak için, yasama, yargı ve yürütmenin dışında, siyasetin ve medyanın da çoğulcu toplumu içine sindirip, üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi gerekir. Yasama ve yürütmenin anayasal model dışında Müslümanlara özgü eşitsizliği pekiştiren formüller üzerinde durmaması gerekir. Anayasa mahkemesinin dışında yargının 11 Eylül sonrası atmosferden etkilenerek, Müslümanlarla ilgili vehim dolu bazı kararlara imza attığına şahit olduk. Bunların aşılıp, bulanık havanın durulması için siyaset ve medya sorumlu davranıp, İslamofobinin azaltılması gerekir. Kitle partilerinin antisemitizme karşı gösterdikleri haklı tepkiyi İslam düşmanlığına karşı da ortaya koymaları gerekir. Karşıtlık üzerine söylem geliştirip siyaseti kirletmek yerine, birleştirici unsurları ön plana çıkarıp, farklılıklarımızı zenginlik gören bir dil geliştirmek gerekir. Tabii ki Müslümanların üzerine de ciddi sorumluluklar düşmektedir. Örneğin topluma açılmamız, gençlerimizin eğitim seviyesini yükseltip, topluma faydalı fertler olmaları için daha çok çaba sarfetmemiz gerekir. Elinden ve dilinden emin olunması gereken insanlarız bizler. Çoğunluk toplum da bizi böyle tanımalı.

Röportaj: Mehmet Koçak - Vakit