Yeni Akit:  İran Konusunda Küçük Ezberleri Aşamıyoruz

Yeni Akit: İran Konusunda Küçük Ezberleri Aşamıyoruz

Yeni Akit: İran konusunda küçük ezberlerin ötesine geçemiyoruz

Yeni Akit’ten Fatmagül Şenkoca, İran-Türkiye ilişkilerine dair Prof. Dr. Mustafa Eravci ile röportaj yaptı. Şenkoca, İran konusunda Türkiye toplumunda bazı ezberlerin olduğuna dikkat çekti, Eravci ise İran’ın İsrail için tehdit olduğunu ve Filistin davasına hassas olduğunu dile getirdi.

Röportajın tamamı şöyle:

Bulunduğumuz coğrafyada çok tehlikeli gelişmeler yaşanıyor. Türkiye bir yerel seçime odaklanmışken bölgemizde emperyalist güçler büyük oyunlar kuruyor. Ülke olarak her açıdan teyakkuzda olmamız gerekiyor. Özellikle aydınların ve medyanın doğru bilgilendirmeyle toplumu aydınlatması her zamankinden daha fazla önem arz ediyor. Maalesef millet olarak bazı meselelerde küçük ezberlerin dışında kapsamlı bilgilerden uzağız. İran da bu ezberlerden bir tanesi. Geçmişten günümüze kadar kritik süreçleri birlikte yaşadığımız İran’a karşı ABD tarafından uygulanan baskılar bölgeyi nasıl etkiler, Türkiye ne yapması gerekir, emperyalist saldırılara karşı Türkiye, İran ortak zemini nasıl sağlanır? Esaslı gündemlerimizden biri olması gereken bu konuyu İran konusunda önemli çalışmalara imza atan Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Eravci ile konuştuk...

İran, İsrail için tehdit

-İran-Amerika gerginliği hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Yakın dönemde P-5 dediğimiz nükleer anlaşmanın iptal edilmesinden sonra tek taraflı olarak ABD’nin çekilmesiyle beraber ABD’nin İran konusundaki politikalarında ciddi bir kırılma yaşandı. Trump kırılması da demek daha doğru olur benim kanaatime göre. Bu kırılmaya sebep olan iki önemli faktör vardır. Bunlardan birincisi İran’daki hibrit (militar) yapıların varlığı, İsrail’in Orta Doğudaki durumu açısından ciddi sıkıntı vermekteydi. İsrail’in taarruz gücünü pasifize etmekteydi. Bu bağlamda İsrail’in önünü açabilmek açısından İran’ı bir kıskaç içerisine alma gibi bir anlayışa evrildi. İran’ın İsrail’i vurabilecek askeri kapasitesini minimize etmek gibi bir çabası var ABD’nin. Amerika İran gerginliğinin en temel faktörü budur.

İkinci faktör de İran’ın çevresindeki Kürt oluşumuyla beraber Kürt bölgesindeki Amerikan üssünü güçlü tutarak, İran’ın Irak yönetimi ile özellikle dini ve mezhebi ilişkilerindeki gelişmeleri ve etkiyi pasifize etmek için İran’ın batı ve güney çevresinde bir çember oluşturma çabasıdır. ABD’nin İran’a dönük politikalarındaki kırılmaların başlıca iki sebebi bunlardır.

Şia’nın merkezi değişti

-Peki İran, bölgede Şii ekseni mi kuruyor?

79 Devriminden sonra İran, devrimin etkisini sürdürebilmek için devrim ihraç politikasına ağırlık verdi. Ama bunu bir türlü gerçekleştiremedi. Uzun soluklu askeri, diplomatik, siyasi ve kültürel-ekonomik politikalar yürüterek bölgedeki o yumuşak güç dediğimiz kültürel ağırlığını diri tutmak için çok çaba sarf etti. Özellikle Orta Doğu’da bu yumuşak gücünün militarize olması ve bölgede siyasal aktör olarak güçlü durabilmesi için ciddi çabalar sarf etti ve bunu gerçekleştirdi. Mezhebe dayalı kimlik anlayışının İran’da en uç noktalara ulaşması bu durumdaki en önemli faktördür. Bugünün olayı değildir bu, tarihsel arka planı var. Hatırlayın Osmanlı döneminde Yemen’de özellikle San’a bölgesinde ciddi bir Şii unsuru vardı. Demografik yapıya baktığımızda Safevi döneminden bu yana İran’ın Şii nüfusunu dengede tuttuğunu görürsünüz. Yani Suriye, Körfez hatta Suudi Arabistan’ı etkisi altına alabilecek ciddi nüfus gücü var.

Hamaney’in ağzından çıkacak bir cümle yeter...

Eskiden önemli kutsal yerler, Necef, Kerbela ve Bağdat’tı. 12 İmam gibi önemli isimler burada medfundur. Bu bölgeler bu sebeplerden dolayı Şii nüfusunun çekim merkezi olagelmiştir. Özellikle 79 Devrimi sonra rehberin yani dini liderin Peygamber Efendimizin ve 12 imamın temsilcisi olan imamların Kum şehrinde yetişmiş olması da Şia’nın merkezinin İran olmasını sağlamıştır. Bu doğal olarak İran’ın; Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Lübnan’da ve Körfezdeki yumuşak gücü sayesinde Şii nüfusunun örgütlenmesini ve dini lidere bağımlı olarak hareket etmesini kolaylaştırdı. Hamaney’in ağzından çıkacak bir cümleyle düşmana karşı harekete geçebilecek bir nüfus mevcut oldu.

Filistin meselesine hassaslar

-İran, Filistin meselesinde yeterince politika geliştiriyor mu sizce?

Filistin bütün Müslümanların kanayan yarasıdır. İsrail devletinin kurulmasından itibaren de her gün daha da derinleşiyor. Özellikle ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması. Özellikle 79 Devriminden sonra İran, İslam dünyasının hassas olduğu bu konuda hem Hz. Nebi’nin Kudüs’te bir süre bulunmasından dolayı hem de Cebel-i Lübnan’ın Şiiler için önemli bir yer olması hasebiyle Filistin meselesine dair bir hassasiyet gösterdi. Ama bu hassasiyetinin samimiyet noktasında tereddütler yaşanıyor. Unutmamak lazım ki Filistin Kurtuluş Örgütü kurulduktan sonra ilk destek verenlerin başında İran gelmekteydi. Daha sonraki süreçte duruma göre değişkenlikler gösterdi. İran’ın bölgedeki en önemli gücü Hizbullah’tır. Biliyorsunuz Suriye meselesi çıkmadan önce Hizbullah, İsrail’e karşı taarruzları destekliyordu. Tabii Filistin meselesine dair İslam dünyasında bütüncül bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün değil. Ama Türk dünyası, İran ve Arap dünyası bütüncül bir bakış açısıyla meseleye yaklaştığında ciddi sonuçlar alınabilir. Ama bu parçalanmışlık durumu devam ettiği sürece ciddi bir netice alınması pek mümkün görünmemekte.

Azerilerin durumu

-Azerbaycan Türklerinin temel hak ve hürriyetleri konusunda İran’ın ne gibi eksiklikleri var?

Azerbaycan demografik yapısı itibariyle İran’ın ve Şia’nın etkili olduğu bir coğrafyada. Dolayısıyla mezhebi ve dini aktörlerin kendi kültürel coğrafyasında çok dinamik bir yapısı vardır. Her camide 5 vakit kılınıyor ve cumaları bu imamlar adına hutbe okunuyor. Bu göz ardı ediliyor ama İran’ın Azerbaycan halkı üzerinde çok ciddi bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Ama şöyle bir farklılık vardır, yönetimdeki kitle genellikle Moskova merkezli bir yapıya sahiptir.

Böyle bir düşünce dünyasına sahiptir. Doğal olarak din ile ilgili olan alanlarda Azerbaycan’ın daha seküler ve laik bir davranış sergilemesi dinin veya mezhebin etkisini minimize etmektedir. Kuzey kısmı Sünni olmasına rağmen nüfusunun %70’i Şii’dir. Bunu da unutmamak lazım.

İslam devriminin karnesi

-İran İslam Devrimi 40 yıllık tecrübesinde, sizce neyi başardı?

İran’ın birçok problemi var. Rejimin 79’daki devrimden sonra vaat ettiği şeylerin neredeyse hiçbiri olmadı. İdari yapıdan, dini yapıdan tutun siyasi-kültürel yapıya kadar birçok problemle mücadele eden bir ülke İran. Bunun iki sebebi İran’ın zengin enerji kaynaklarına sahip olması, ikincisi de rejimin, askeri ve militarist yapısını muhafaza etmesi. Özellikle Devrim Muhafızları rejimin devam etmesinin ana sebebidir. Bütün bu sıkıntılara rağmen İran neden ayaktadır sorusunun cevabı da burada yatıyor. Büyük ambargolara ve içerdeki ekonomik ve siyasi sıkıntılara rağmen ayakta kalmasını sağlıyor.

-İran’daki Devrim muhaliflerinin gücü ve etkisi nedir?

Devrim muhaliflerinin öyle Türkiye’de anlatıldığı gibi bir etkisi yok. Halkın Mücahitler Örgütü diye adlandırdığı bu muhalif kanadı temsil ediyor. Biraz da Güney Azerbaycan tarafında Türkçü hareketler var. Bir de Pjak, Kürt hareketi var. Bunların hepsi çok cılız hareketlerdir. Ciddi bir kitlesi yoktur. Zaten İran Rejimi diktatör bir rejim olduğu için Devrim Muhafızları, bunların etki alanlarını kolayca kısıtlayabiliyor.

“İslam dünyasının abisi Türkiye’dir”

-Türkiye-İran ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye ve İran iki büyük medeniyetin temsilcileridir. İran coğrafyasında tarihin en eski medeniyetlerinden olan bir Pers Medeniyeti vardır. Bu medeniyetin temsilcisi de İran’dır. Farklılıkları vardır. Fars kimliği ile mezhep örtüşmüş. Et ve kemik gibi birbirine bürünmüş durumdadır. Anadolu’da ise Türk Medeniyetini inşa eden hem Doğu hem Batı medeniyetleridir. Tarih boyunca bu iki medeniyet arasında bir rekabet hep var olmuştur. 1639’da Kasr-ı Şirin anlaşmasından sonra biraz yumuşama olmuştur ama zaman zaman yine bu rekabet diri bir şekilde yaşamıştır.  Şu da anlaşılıyor ki bu iki medeniyetin siyasi temsilcileri bir anlaşma içerisinde olduklarında bölgede ve dünyada ciddi bir güç potansiyeline de sahip olmaları mümkündür. Olabildiğince kazan kazan anlayışıyla her iki medeniyetin ticari ve siyasi açıdan iş birliği yapabildikleri ve hassas konularda sessiz kaldıkları görülmüştür.

-İran’ın Türkiye’ye bakışı nasıl? Erdoğan ile birlikte Türk-İran ilişkilerinde neler yaşandı?

Türkiye’de algılandığı gibi İslam dünyasının abisi Türkiye’dir bunun mimarı da Erdoğan’dır. Ama İran’ın bakış açısı böyle değildir. Bunun altını çizmek lazım. İslamcı, muhafazakar tabandan gelen bir siyasi hareket olması sebebiyle bir gönül birliktelikleri söz konusudur ama bunun dışında, Erdoğan’ın ABD ve İsrail ile ilişkileri İran ile Türkiye arasında bir güvensizlik sorunu doğurmuştur. İran diplomasisinin değişken olması da Türkiye’de bir güvensizlik oluşturmuştur. Nihayetinde iki bölgesel aktörün Irak ve Suriye’de bir rekabet pozisyonunda olmalarını sağlamıştır. Her iki ülke kendi menfaatlerini koruyabilmek için elinden gelen güçleri kullanıyorlar. Onun dışındaki ilişkiler ticari mahiyettedir. Rahmetli Erbakan’ın projesi olan D-8’de Türkiye ve İran önemli bir aktördü. Ama ne yazık ki kağıt üzerinde kaldı. Olay şu: Türkiye ve İran bölgenin en önemli iki aktörü. Dünyanın en sancılı coğrafyası. Küresel güçler bölgenin jeopolitik konumu ve enerji kaynaklarından dolayı buraya demir atmış durumdalar. Olabildiğince birbirine destek vermeleri faydalı olacaktır.

D-8’in önemi

-Erbakan Hoca’nın D-8 projesi sağlıklı bir şekilde devam etmiş olsaydı İslam ülkelerinde birleşme mümkün olur muydu?

D-8’i kuruluş amaçlarına göre devam ettirmek mümkün değil belki ama bölgede oluşan sıkıntıların çözümünde etkin olması sağlanabilir. Suriye ve Irak meselelerinin bu kadar büyümesi bölgesel aktörlerin görevlerini yeterince yerine getirememesinden kaynaklandı. İslam Konferansı Teşkilatı ve D-8, Birleşmiş Milletlerin ya da AB’nin tamamlayıcılığı niteliğini taşırlar. Bu tür örgütler puzzle parçaları gibidir. Her birinin işlevi farklıdır. Bu tür örgütler ne kadar çok olursa ya da D-8 gibi örgütler her bağlamda işlevsel olursa emperyal güçlerin bölgeye dair kötü niyetlerini frenleme noktasında önemli bir boşluğu doldurmuş olur. Ama D-8 ya da İslam Konferansı Örgütü gibi birliktelikler işlevsiz olunca küresel güçlerin yayılmacı politikaları da minimize edilememiş oluyor. Şu da var; kendi içimizde çözemediğimiz bir şeyi uluslararası arenada çözmemiz mümkün değil. Bu bakımdan bölgesel örgütler çok önemlidir. Erbakan Hoca buna çok ehemmiyet vermiştir.