Suriyeli mülteciler ve ‘öğretilmiş rahatsızlık’

Ankara Altındağ’da çıkan bir kavgada bir Türk gencinin Suriyeli bir genç tarafından bıçaklanarak öldürülmesini bahane ederek Suriyelilerin evlerine, dükkânlarına, arabalarına saldıran gürûhun vahşeti, mülteciler aleyhindeki kamuoyunun üzerinde yükseldi.

“Suriyeli sığınmacılar ülkemizin bekasını tehdit ediyor”a kadar varan korkunç tezviratla oluşturulan zehirli atmosferde maalesef yaşanabiliyor böyle trajediler.

Ve suçun şahsiliği ilkesine, üstelik katilin yakalanmasına rağmen gerçekleştirilen o saldırılar toplumu ayağa kaldıramıyor bu atmosferde.

Hatta Beşiktaş–Rizespor maçında binlerce Beşiktaş taraftarı “Mülteci Kardeşime Dokunma!” diye slogan atacağı yerde “Ülkede Mülteci İstemiyoruz” diye slogan attı, o vandallara destek tezahüratı yaptı adeta.

***
Suriyeli mültecilerden duyulan rahatsızlık öyle büyük ki, onlara şiddet uygulanmasını bile bir nevi tolere ettirebiliyor.

Peki nedir bu rahatsızlığın sebepleri?

Ne kadar sahicidir?

Hakikatte ne kadar karşılığı var Suriyeli mülteciler aleyhindeki ‘genel geçer’ rahatsızlık ifadelerinin?

Ülkemize gelirken yanlarında getirdikleri milyarlarca dolarla ve burada kurdukları binlerce şirketle ekonomimize katkıda bulunan, yoksulları bile Avrupa Birliği fonlarından (Türkiye Cumhuriyeti’nden değil) aldıkları nakdi yardımları çarşıya pazara aktararak ekonomimizi destekleyen Suriyeli mültecilerin taşınmaz derecede ağır bir ekonomik yük teşkil ettiğinden dem vurmak mesela…

Suç işleme oranı Türkiye ortalamasının üçte birinden daha az olan Suriyeli mültecilerin suç makinesi olduğunu ileri sürmek mesela…

Bu topraklardaki Müslüman nüfusun belki 7-8 milyon civarında olduğu 1864 itibarı ile Rus işgali altındaki Kafkasya’dan gelen 1 milyon Çerkes ve Balkanlar’daki 1878 ve 1912 felaketleri üzerine gelen yüzbinlerce Boşnak ve Arnavut mülteci Türklük ve vatan için beka sorunu oluşturmamışken, bilakis bu nüfus takviyesi sayesinde Milli Mücadele kazanılıp beka sorunu aşılabilmişken Suriyeli 3.6 milyon mültecinin 80 küsur milyonluk Türkiye için beka sorunu oluşturduğunu, Türk kimliğini (ki Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olmayı ifade eder, ırka dayanmaz) tehdit ettiğini savunmak mesela…

Suriyeli mülteciler halkıyla ve devletiyle Türkiye’ye sevgilerini, bağlılıklarını, sadakatlerini mütemadiyen bildirirken ve neredeyse 800 bin Suriyeli mülteci çocuk ve genç -yani Suriyeli mültecilerin beşte birinden fazlası- bu ülkenin okullarında okurken “entegrasyon sorunu” söylemini ayyuka çıkarmak mesela…

Sorgulanması gereken ezberlerle karşı karşıyayız.

***
Entegrasyon deyince:

Kast edilen şey tektipleşme değilse, kültürel farklılıklar zenginlik yerine tehdit gibi görülmüyorsa, toplumun farklı kesimleri arasındaki uyumdan ibaretse konu, orta veya uzun vadede hallolmayacak bir şey değil bu; Suriyeliler belli mahallelerde yoğunlaşmaya devam etseler de hallolur.

“Çerkes köyü”, “Boşnak mahallesi” entegrasyona ne kadar mani olduysa “Suriyeli mahallesi” de ancak o kadar mani olur, yani hiç mani olmaz; yeter ki Suriyeli mülteciler toplumsal bir kin ve nefrete maruz kalıp ‘Bize düşman olan bu halka karşı gardımızı almalıyız’ demeye
sevk edilmesin, mahallelerine kapanmaya zorlanmasın.

***
Zaten ırkçı olan veya öteden beri içe kapanıklığı tercih edip ‘oba’sına gelen her yabancıya -isterse aynı milletten olsun- yan bakan kimseler bir yana; kitlelerin Suriyeli mültecilerden rahatsızlığı daha ziyade ‘öğretilmiş’ bir rahatsızlık.

Aslında onlarla bir derdi olmayan ve normalde bir derdi olmayacak olan kitleler, kimi siyasetçilerin /kanaat önderlerinin estirdiği korkunç propaganda fırtınasından etkilenerek Suriyeli mültecilerden rahatsız olma gereğini duyuyorlar.

Onlardan zaten rahatsız olan kitleler ise, mülteci dostu bir atmosferin oluşturulmasıyla rahatlayabilecek iken, bu propagandayla iyice rahatsızlaşıyorlar.

Ve rahatsızlık yer yer şiddete dönüşebiliyor / dönüştürülebiliyor işte.

Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca’nın dediği gibi: “Sen muhalefet olarak ‘Suriyeliler gitsin, suya on kat fazla ödesin’ dersen lümpenin dibi o sözü ‘her şeyi yapabilirsiniz’ olarak duyar.”

***

Altındağ’daki hadise ilk değil, bu gidişle son da olmaz.

Daha feci hadiseler de yaşanabilir, Allah korusun.

Basiret, Yâ Hû!

Bu yazı toplam 479 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar