Ortadoğu Sınavında Müslümanların Sorumlulukları

Ortadoğu, tarih boyunca uygarlıkların merkezi olmuş, peygamberlerin büyük çoğunluğu o topraklarda çıkmış, insanları İslâm’a çağırmış ve oralarda Allah’ın hükmünü hâkim kılma mücadelesi vermiştir. Ortadoğu toprakları mukaddestir. Bu kutsallık, Mescid-i Aksâ ve çevresini, yani hemen tüm Ortadoğu’yu içerir. Oraların kutsallığı, hem hıristiyan, hem yahûdi ve hem de müslümanlar için geçerlidir (5/Mâide, 21; 17/İsrâ, 1). Filistin toprakları yeryüzü hâkimiyetinin tarih boyunca bir sembolü gibi kabul edilmiş, Filistin'e (Mescid-i Aksâ'ya) sahip olan ülkeler ve zihniyetler, hem psikolojik moral, hem de siyasal güç yönüyle rakiplerinden öne geçmişlerdir. Onun için, Hz. Ömer'in fethinden 20. yüzyılın ilk yarılarına kadar müslümanların o topraklarda hâkimiyeti, izzetlerinin ve dünya devleti olmanın bir göstergesi olmuştur. Bu gerçeği tersinden okumak da mümkün: Yeryüzü halifeliği görevini tümüyle ihmal eden, Dünya İslâm Devleti idealini dillendiremeyen, düşleyemeyen, rüyasında bile göremeyen izzetten uzak insanımız, bu konumuyla Kudüs’e hâkim olamaz, Ortadoğu’yu tâğutlardan temizleyemez.

 

Başında halifesi olan bir ümmet olmadığından, gerçek anlamda bir İslâm Devleti bulunmadığından kendisini İslâm’a nispet ettiği halde cihad ruhundan ve dâvâ bilincinden mahrum kendini İslâm’a nispet eden 1,5 milyardan çok insan, genellikle izzetten uzak şekilde, selin önündeki çer-çöp gibi oradan oraya savrularak yaşıyor.

 

Dünya Müslümanları olarak, özellikle Müslümanlara yapılan işgalleri, sömürü ve her çeşit zulmü ortadan kaldıracak çok etkili bir şey yapamamanın ve âcil kesin çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyoruz. Cephede Allah için savaşan bir mücâhid bir defa ölürken, daha doğrusu ölümsüzleşirken; bizim çaresizlik içinde günde bin defa öldüğümüzü itiraf etmek gerekiyor.

 

Ortadoğudaki müslüman kıyımına bakıp “sıra bize de gelecek” diyenler de, bilsinler ki; onlar bizim kardeşimiz ve sıra bize çoktan gelmiş. Onları ümmetin parçası olduğu halde, kendimizden, bizden saymıyorsak, safımızı kontrol etmek durumundayız. Son vahşi olaylar bir kez daha gösteriyor ki, insanlık İsrail ve tâğutlar eliyle hızla dünya savaşına doğru sürükleniyor. Kıyâmet savaşının sirenleri çalıyor. Planlarımızı, hazırlıklarımızı buna göre yapmak, yaşantımızı ufukta gözüken bu geleceğe göre gözden geçirmek zorundayız. Bâtıl cephe zaten her çeşidiyle soğuk savaşı tüm şuurlu müslümanlara karşı gösteriyor. Nice İslâm toprağında da ateş gibi yakıcı sıcak savaş sahneleri uyguluyor. Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bunlara seyirci kalamaz, tarafsız olamaz. Bertaraf olmak istemeyenler, bîtaraflığı seçemez. Müslüman, gündelik basit işlerle oyalanamaz. Hedefimiz, sınırlarını kâfirlerin çizdiği yerleri kutsamak (sözgelimi misak-ı milli sınırlarının dışındakileri dışlamak) değil; imarından sorumlu olduğumuz yeryüzünün her tarafında İslâm’ı hâkim kılmak, tüm yeryüzüne yayılmış fitneyi ortadan kaldırıp Allah’a davetin önünde engel kalmayıncaya kadar mücadele edip Dünya İslâm Devleti tesis etmektir. Çünkü sorumluluğumuz, sadece doğduğumuz veya doyduğumuz topraklar değil, üzerinde halife adayı olarak dolaştığımız tüm yeryüzüdür.

 

“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah'tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (11/Hûd, 113)

 

Bir musîbet, bin nasihatten yeğdir, ama bin musîbetten bir ders bile almayanlar için korkarım dünyevî cezalar, uhrevî büyük cezanın habercisidir. Irak’taki ve yakındaki, dıştaki ve içteki zilletin en önemli sebeplerinden biri, İslâm âleminin kırk küsür parçadan oluşan yamalı bohça görüntüsüdür. Dinlerini bölük pörçük edenlerden, el yordamıyla tuttuğu filin bir parçasını bütün gibi tanımlayanlardan farklı bir şey de beklenmez aslında. Avrupa ülkelerinin birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa Birliği adı altında tek devlet haline gelişi, küfrün tek millet olarak gücünü birleştirmesi, emperyalizm ve fesadın globalleşmesi, artık ulusal devlet anlayışı modasının çoktan geçtiğini haykırmaktadır.  

 

Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.

 

Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali bizi birleşip dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrâil’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler, İsrâil’i sel alıp götürür, ama bundan önce, dünyevîleşip yahûdileşen iç dünyalarını arındırmak için suyu kendi temizlikleri için kullanmalıdırlar. İçimizdeki İsrâil ve Amerika ile savaşamadan dışımızdaki görüntüleriyle savaşmak mümkün değildir. Kendi mescidlerini işgalden kurtaramayanların Mescid-i Aksâ’yı kurtarmaya kalkmalarının mümkün olmadığı gibi.  

                                                                                        

Coğrafi ve kültürel bütün işgalleri, özellikle Ortadoğudaki vahşet ve zulümleri kaldırmak için çalışmak bütün Müslümanlara farzdır, şarttır. İslâm'da cihadın farziyeti ve sebepleriyle ilgili hükümler, bütün müslümanlara görevlerini hatırlatacak kadar açık ve nettir. Cihad, müslümanlara savaş açanlara (2/Bakara, 190), verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara (9/Tevbe, 12-13), Allah'a ve âhiret gününe inanmayarak Allah ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı (9/Tevbe, 29), yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39) gâyesi ile meşrû (22/Hacc, 39) ve mecbûrî (2/Bakara, 216) kılınmıştır.

                                                                                                                                                

"Sizinle savaşanlarla, Allah yolunda siz de savaşın." (2/Bakara, 190) "O halde, size karşı tecâvüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin." (2/Bakara, 194) "Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!? İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." (4/Nisâ, 75-76) “Fitne tamamen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın.” (2/Bakara, 193)

Dünya müslümanlarının Ortadoğudaki zulüm, insanlık dışı vahşet; sanki kendi inançlarına, kendi kutsallarına, her şeyiyle kendilerine yapılmamış gibi duyarsızlık ve tavırsızlık ya da eksik, hatta yanlış tavırlar içinde oldukları bir vâkıadır. Bazılarına göre Arapların meselesi kabul edilerek "neme lâzımcı" tavırsızlıklar, bazılarınca da "uzlaşmacı" ve "dilenişçi" yaklaşımlar... Mücâdelenin Allah için olmaması, sadece bir toprak savunması, yalnızca baştaki diktatörü devirmekle sınırlı tutulması, kavmiyetçilik ve benzeri beşerî ideolojiler uğruna yapılması ve yardımın tâğutlardan ve tâğûtî yöneticilerden beklenmesi, görülen problemlerin en büyükleridir.

 

 

Tek Çözüm Cihaddır

Zorbanın anlayacağı tek dil, kaba kuvvettir. Hitler'in tecâvüzlerine Müttefikler 2. Dünya Savaşında ne ile karşı koydular? Bildiriler, kınamalar ve barış görüşmeleriyle mi, yoksa savaşla mı? Şimdiki vahşet, H'li ve H'siz Hitlerin saldırılarından ne kadar farklı? Müslümanların yaşadığı ülkeler, bir zamanlar üzerinde secde edilip Allah’ın hükmü uygulanan topraklar daha önce müslümanların eline nasıl geçtiyse, yine aynı şekilde geçecek, "fetih"lerin sadece tarihte kalan nostaljik birer hâtıra olmadığı dosta düşmana gösterilecektir. “Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün; böyledir kâfirlerin cezâsı.” (2/Bakara, 191) "Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir." (8/Enfâl, 56).

 

Nebevî ikazlar bütün müslümanları göreve çağırmaktadır: “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”, “Müslümanlardan imdat isteyen bir mazlumun feryadını işitip de karşılık vermeyen, müslüman değildir!” Dünya sevgisi, yani dünyevîleşme ve Allah yolunda ölümü güzel görmemek, kendilerinden çok az sayıdaki kitap ehli ya da kitapsızların elinde müslümanların oyuncak olmasını sonuçlandırıyor, uhrevî cezânın dünyevî avansı olarak. Bunca zulüm; kavmiyetçilik, hizipçilik ve tefrikadan vazgeçmek için yeterli gelmiyorsa, bunca zillet; Azîz olan Rabbe yönelip onur ve şerefi O’nun dininde aramayı sonuçlandırmıyorsa, bunca saldırı; cihada sarılmayı gerektirmiyorsa, âhiret azâbına da aday olunur.     

 

Dışımızdaki İsrail’den, İslâm düşmanlarından daha tehlikeli olan, içimizdeki Siyonist ve kâfirlerdir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. "Dinde zorlama yoktur." (2/Bakara, 256). Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaştan başka çare yoktur.

 

Bizim cihadımız, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedefler. Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir.

 

Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

 

Ortadoğudaki olaylar bir kez daha gösteriyor ki, insanlık İsrail ve Amerika eliyle hızla dünya savaşına doğru sürükleniyor. Kıyâmet savaşının sirenleri çalıyor. Planlarımızı, hazırlıklarımızı buna göre yapmak, yaşantımızı ufukta gözüken bu geleceğe göre gözden geçirmek zorundayız.

 

Esas acınacak insanlar, dostunu düşmanını tanımayan ve düşmanını dost zannedenlerdir. Cihadıyla, ibâdetiyle Allah'ın dinini yaşamayan, Müslüman kardeşine yardım edemeyen kimsenin, müslümanca ölmesi de çok zordur. Canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Cihad, yanmaktan kurtulan merhametli insanların başkalarının imdadına koşmasının, insan kurtarma savaşının adıdır.

 

Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ise, ölümü hak etmiş olurlar.

 

Çokların hayat bulması için, belli bir azgın azınlığın ölmesi gerekiyorsa, işte buna "cihad" deriz ve buna koşarız. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Yolumuzu aydınlatmak için gerektiğinde malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, Allah için gerekli zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek.

 

Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır.

 

Cihad, fetih ve zafer, önce gönüllerimizde olmalı; sonra dalga dalga çevreye yayılmalı. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.

 

Vahdet halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma durunca, bu işgal ve zulümler, yerini fethe ve güzel bir dünyaya kısa bir anda bırakacaktır.

 

Ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, cihad ve fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin'deki zulüm, Irak'taki vahşet, Ortadoğunun her ülkesindeki zâlim tâğutlar karşımızda kaç dakika dayanabilir? Cihad, karşımızdaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. Dille anlıyorsa dille; elle anlıyorsa elle konuşmaktır.

 

Zâlimler “ılıman İslâm” denen kuşa çevrilmiş din anlayışını, dinini yaşamak isteyenler için tek alternatif gibi sunarak cihad ruhunu öldürmeye çalışırken, sayıları az, organizeleri çok zayıf radikal kabul edilen örgütlerden, yani muvahhid mü’minlerden çekinip onları yok etmeye çalışıyor. İsrâil, Türkiye’den, Arabistan’dan değil; elinde taştan başka silahı olmayan, kendini taşlayan, ölümden korkmayan tevhid eri gençten korkup üstüne tankla yürüyor.

 

Yarın tarih kesinlikle yazacaktır: “Sapan taşları canavar tankları yendi.” Dünkü tarihin yazdığı gibi: Ebâbil kuşlarının taşları, azgın filleri yendi.

 

Yarınki dünya, İsrail ve Amerika karşıtlarının, diktatör ve zâlim tâğutlarla mücadele edenlerin olacaktır; yarından sonra âhiretin onlar için olduğu gibi. Müslüman, durma, safını seç!

 

Tevhid bayrağını bize teslim eden bizden önceki dâvâ adamı mücâhidler, kendi hayatlarını fedâ etme pahasına kutsal emâneti, tevhid şiarını, İslâm sancağını bize ulaştırdılar. Bizler, bu bayrağı taşıyabiliyor muyuz? Bizden sonraki nesillere bayrağı daha yükselterek teslim edebiliyor muyuz? Cevabımız “hayır” ise, unutmayalım; hesap meleklerinden önce mirasını ayağa düşürdüğümüz gazi ve şehidler yakamıza yapışacaktır.

 

Yenmek başkadır, kazanmak başka. Yenilmek başkadır, kaybetmek başka. Allah’ın askerleri savaşı kaybetse de, zaferi kazanırlar. Fillerin tavşanlarla savaşındaki gâlibiyeti, aslında alçak bir mağlûbiyettir.

 

İki güzelden birine (9/Tevbe, 52) tâlip insanlar çoğaldıkça, canını, malını Allah yolunda fedâ etmeyi ve Allah Teâlâ ile yaptığı antlaşmayla cennet karşılığında canını satmayı (9/Tevbe, 111) gâye edinmiş Allah erleri çoğaldıkça; dâvânın hâkimiyeti yakın demektir.

 

Çilesiz, zahmetsiz, sıkıntısız, ihtiyar kadınlar gibi evlerinin köşesinde oturarak zafer beklemek, ancak cihad kaçkınlarının işidir. Şehâdete, zorluklara, sıkıntılara tâlip olmak, Allah'ın dinini hâkim kılmak için çalışmak; gerçek imanın alâmetidir. Ve bu iman sahipleri için neticede iki güzellikten biri (9/Tevbe, 52) vardır: Ya şehâdet, ya da zafer ve ganîmet; bir de Allah'ın rızâsı.

 

İslâm’ın zaferinin önüne, Mûsâ'nın denizi, İbrâhim'in ateşi veya Yusuf'un hapishanesi çıkmış, hiç önemli değil; ya geçeriz ya geçeriz!  

 

Cihad, Sadece Silâhla Savaş Değildir.

Ekonomik savaş, günümüzde silâhlı savaştan daha az etkili değildir. Kur'an'da cihadla ilgili hemen her âyette, önce "mallarınızla cihad edin" ifadesi dikkat çekicidir. “Müslümanım” diyenler, çoğunlukla yahûdilere hizmet veren bankalardaki paralarını çekse, Ortadoğudaki petrol üreten ülkeler petrolü ambargo, fiyat ayarlaması vb. şekilde silâh olarak kullansa, müslüman halklar İsrail ve onun sömürgesi Amerikan mallarına boykot uygulasa... bırakın İsrâil denen yapay ülkeyi, ABD bile dünkü Sovyetler Birliği gibi teslim bayrağını çeker. Müslümanlar birlik olup birer kova su dökse İsrail'i sel alır götürür.

 

Tercih ettiğimiz bir marka, bilinçli veya bilinçsiz, hangi safta yer aldığımızı ele veriyor: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." (4/Nisâ, 76). Ve iki hadis rivâyeti: "Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder." "Kim, bildiği halde zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâm'dan dışarı çıkmış olur." 

 

Allah’ın arzında Allah’a hakkıyla kulluk yapılabilmesi için, içinde Müslümanların yaşadığı ve hatta mazlum insanların bulunduğu içimizdeki ve dışımızdaki İslâm ve insanlık düşmanı zâlim yönetim ve yöneticilere karşı tavrımızı netleştirmeli, görevlerimizi kuşanmalıyız.    

 

Başta Amerika olmak üzere Rusya ve Avrupa, hatta müslümanların yaşadığı ülkelerin çoğu yöneticileri bugün İsrail’e ve tâğut dediğimiz zâlim yöneticilerin çoğuna destek olmaktadır; bu bir vâkıa. Ama, unutulmamalıdır ki, uluslararası ilişkilerde dost yoktur; ülke menfaati vardır; onlar, her şeyden önce kendi çıkarlarını düşünürler. İsrail’i ve İsrailleşen yönetimleri, bir yönüyle Şaron’laşan, diğer yönüyle Hitler’leşen yöneticileri desteklemenin onların faydalarına olmadığı ve olmayacağı anlatılabilirse bu destek, tavır almaya dönüşebilir.

 

Her şeyden önemlisi, Allah’ın yardımı İslâm düşmanlarına gelmez. Onlar; fesatçı, zorba, maddeyi ilâhlaştıran, azgın ve İlâhî rahmetten uzak bir zihniyete sahiptir. Bu özelliklerin her biri, İlâhî yardıma engel olan hususlardır. Hele karşılarında Allah’ın askerleri olursa...

 

Zorbalıkları için silâh ve teknolojilerine güvenenler bilmelidirler ki, maddî silâhlar dayanıksız ve yetersizdir. İman silâhı ise ne kadar yok edilmeye çalışılsa daha da keskinleşmekte, muvahhid elindeki ebâbil taşı, Hak düşmanı zorbanın fil benzeri tankına gâlip gelebilmektedir. “Onların kalplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın; halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (59/Haşr, 13-14)

       

Cihad görevinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar kendilerine gelsin diye uyarıcı iğnedir çoğu diktatör olan zâlim tâğutların Müslüman halklarına çektirdikleri. "Zâlim Allah'ın kılıcıdır, Allah onunla yoldan çıkanları cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır."  Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri musallat kılar ve onların seviyesine indirir.

 

“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez.” (13/Ra’d, 11). “Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” (47/Muhammed, 7) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 139) "Ey iman edenler, iman edin!" (4/Nisâ, 136)

 

 

Dünyadaki En Büyük ve En Yaygın Zulümlerin, Sömürülerin, Katliamların arkasında Hep Demokratik Ülkeler Yer Almıştır

İnsanlık Kur’an’ın aydınlığına ve İslam’ın adaletine muhtaç bulunuyor. Tüm dünya modern paradigmanın ürettiği modern cahiliyenin kıskacında, zulüm, sömürü ve adaletsizlik bataklığında çırpınıyor. İşgal, sömürü, katliam ve despotizm her yanda egemen. Önce Despotları çıkar karşılığı destekleyerek, bugün de yine aynı gerekçe ile değiştirip yerine gelecek olanı yönlendirmeye çalışarak, demokrasiler dünya insanlığına her yanda kan kusturuyor. Yolsuzluk, yoksulluk, açlık, sefalet, ahlâksızlık, yozlaşma, bunalım küreselleşti. Rabbine yabancılaşıp fıtratını bozan modern insan hayvandan aşağı konumlarda yer alıp fesadı küreselleştirdi, insanî değerleri, insanı tüketti. Buna rağmen Müslümanlar, kendilerine on yıllarca zulmeden despotları da var edip destekleyen emperyalizmin rejimi olan demokrasinin peşinde koşuyorlar. İlim sahibi olanlar bile “denize düşen yılana sarılır” diyebiliyorlar. Ferâset, basiret yok oldu, bâtılın peşinde sürükleniliyor. Karşıtına sığınarak var olmaya çalışılıyor. İnsanlığı kurtaracak alternatif olan Kur’anî modeli üretme sorumluğunu taşıması gerekenler, zâlimlerin modellerine meylediyorlar.

 

Halbuki, despot, diktatör rejimler, Sömürgeci güçler tarafından tepeden atanmış ve desteklenmiş oldukları ve kendi halklarına zulmettikleri için, halklarına dayanmayınca da sürekli dış güçlere dayanmak zorunda kalan ve ülkenin kaynaklarını onlara peşkeş çeken durumunda olmuşlardır. Bu sebeple, kendi ülkelerindeki, zulüm, sömürü, yolsuzluk ve yoksullukların, insan hakları ihlallerinin, adaletsizliklerin arkasında, yerli despot yönetimler kadar, onları verdiği destekle ayakta tutan demokratik emperyalist devletler yer almaktadır.

 

Demokrasiler ise; Halka dayandıkları imajı vermelerine rağmen, onları kandırıp oyalayarak arkalarına alan,  ama temsilcilerini (sermayedarların maddî desteği ve silahlı güçle) etkileyip yönlendirerek, egemenliği ellerinde tutan oligarşilerin tahakkümünde yöneten rejimlerdir. Sonuçta belli ölçüde kendi halklarına görece özgürlükler tanıyan, ama başka ülkelerde uşak despot yönetimleri destekleyerek ya da o ülkeleri işgal ederek, diğer dünya halklarını ezen, sömüren, insan halkları adına insan halklarını yok eden rejimlerdir. Bu yüzden despot diktatör rejimler, sadece kendi ülkelerinde zulüm yaparken; demokrasiyle yönetilen ülkeler onları da destekleyerek ya da başka ülkeleri işgal edip sömürgeleştirerek tüm dünya halklarına zulmetmekte ve sonuçta diktatörlerin onlarca katı kan dökmektedirler.

 

Türkiye’deki darbecilerin de, bölgedeki diktatörlerin de arkasında hep batılı emperyalist demokratik devletler yer almıştır. Şimdi ise, artık öyle işlerine geldiği için, bu eski despotik yapılar çıkarlarını korumakta acze düştükleri ve çürüdükleri için tasfiye ediyorlar. Batılı emperyalistlerin bölgedeki durumları, bir bakıma Türk filmlerindeki kabadayıları andırıyor. Önce doğrudan sömürgecilikten, yeni sömürgeciliğe geçerken kendi adamlarına despot, diktatör yöneticileri tayin edip, on yıllarca destekliyor, halklarını ezilmeleri ve sefaleti pahasına büyük soygunlar yapıyorlar. Şimdi de, artık ayakta kalamayacaklarını anlayınca, çıkarlarını koruyacak yeni planlar yaparak, sözüm ona yılarca ezdirdikleri halkları, kendi atadıkları, destekledikleri despotların elinden kurtarma rolüne soyunup, puan kazanmaya ve halkları bir daha aldatarak, bölgedeki çıkarlarını güvence altına almaya çalışıyorlar.

 

Halbuki diktatörlük ve monarşi de, bugün yerine ikame etmek istedikleri demokrasi de batı seküler kültürünün ürünü rejimlerdir. Aslında her iki sistem de, vahyi dışlayarak, hevâ ve zannı esas almaktadır. Her ikisi de, halkı, egemen gücün çıkarlarını gözeten yasa ve kararlarla yönetir. Birisi tek kişinin, diğeri azınlığın hevâsını ilâh edinir. Kendine ve Rabbine yabancılaşan insanların, vahyin adalet ölçülerini yok sayanların, sadece çıkar dürtüsüyle hareket etmesi ve sonuçta zulmetmesi kaçınılmazdır.

 

Vahiy ile fıtratın yolundan sapan insanlık, hevâ ve zanna tâbi rasyonalist, hümanist ve pozitivist düşünce zemininde, modern paradigmanın zihinsel kodları üzerinde kapitalizmi ve sosyalizmi üretti. Onlar da despot-monarşik ya da demokratik rejimlerle dünya insanlarına  kan kusturdular ve on milyonlarca insanı katlettiler, fesadı küreselleştirdiler, insanî değerleri tükettiler. Uluslararası emperyalist büyük sermayenin, petrol ve silah şirketlerinin emrinde daha fazla kazanç hırsıyla, gözü dönmüşçesine bir azgınlıkla her yana saldırdılar ve dünyayı kan ve gözyaşına boğdular. Yeni silahlarını denemek ve reklam edip satmak, mevcut silah stoklarını tüketip, faturasını bombaladıkları ülkelere yüklemek, enerji kaynak, yatak ve nakil yollarını kontrolleri ve denetimleri altına almak, başka ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmek, ürettikleri malları satacak pazarlar elde etmek istemektedirler. Bölgeye fitne ve zulüm amaçlı yerleştirdikleri İsrail’i güvence altına almak, (ülkelerindeki Siyonist Yahudi lobilerinin etkisiyle, ki bunlar aynı zamanda petrol ve silah şirketlerinin de ortaklarıdır, ayrıca emperyalist sermaye de büyük çapta bunların kontrolünde ve etkisindedir), bölgede gerçek ve bütüncül adaleti tesis edebilecek ve kurtarıcı, aydınlığa çıkarıcı mesajı modelleştirerek tüm insanlığa sunabilecek ve küresel korsanların sömürü düzenlerini başlarına geçirebilecek hilâfeti, yani İslâmî adalet sistemini üretebilecek Kur’anî dirilişi durdurmak, engellemek üzere İslâm coğrafyası üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek istemektedirler.

 

Tâğutlar eliyle içeriden, Batılı ülkeler tarafından dışarıdan icra edilen büyük zulme, tâğutların baskılarına, emperyalistlerin saldırılarına son verebilmek için, yapılacak şey, ‘denize düşen yılana sarılır’ sözünün gereğini yapmak veya bu minvalde yaşananlara meşruiyet kazandırıcı yorumlar yapmak değil; içine düşülen denizin de, sarılmak istenilen yılanın da emperyalizme ait olduğunun bilinciyle, hem bölgedeki despot yönetimlere karşı çıkmak, hem de onların arkasındaki emperyalist demokrasileri çok iyi tanıyıp, yeni oyunlarını da bozacak şekilde itiraz edip, onlara da isyan edip, kâhyanın zulmünden ağaya sığınmak çelişkisine düşmeden, bu yılana sarılmayı da reddetmektir. İzlenmesi gereken doğru yol, bize izzet ve galibiyeti getirecek olan Allah’ın ipine topluca sarılıp, tevhidî ümmeti vahiyle yeniden inşa ederek, Allah’ın vaat ettiği  yardımını ve rahmetini üzerimize celp etmektir. İşte ancak o zaman, Allah taraftarı ve Allah’ın yardımcıları, tevhid dininin hizmetkârları) olduğumuzda (47/Muhammed, 7; 5/Mâide, 56), tevhid bayrağı altında birleşip Hablullah’a topluca sarıldığımızda, inşallah Allah’ın yardımı gelecek ve işte o zaman Allah’ın izniyle bize galip gelecek olmayacak (3/Âl-i İmran, 160) ve o, çıkar ve iktidar uğruna dünyayı kana bulayan yerel ve küresel, diktatör ve demokratik zalimler nasıl bir inkilab ile devrileceklerini göreceklerdir." (26/Şuarâ, 227; M. Pamak)

 

İslâmî Devrimlerin önünde engel bütün olumsuz verilerin en önemlisi ulemâ. Ortadoğu ülkelerinde âlimlerin halk nezdinde itibarı hayli büyük; özellikle dindar kesimlerde. Türkiye’deki gibi çok sesli, çok farklı din anlayışı içinde bir derneğe, bir gruba kapanıp marjinalleşerek halktan kopmamış, kitleye mal olmuş, halkla irtibat halindeki ulemâ. Evet, başka etkenlerden ziyade bu âlimler, devrime en büyük engel teşkil ediyor. Can çekiştiren ölümcül hastaya ha bire kan pompalıyor. Komalık hasta, ulemâ adlı makineye bağlı yaşam sürüyor, bu fiş çekilse iş bitecek. Ve âlimler, âlim geçinenler, olan bitenle hiç ilgilenmeden ilim öğretmeye devam ediyorlar; siyasetle hiç ilgilenmeyen ilimle, zâlimlere en küçük eleştiride bulunmayan, ama onlara destek olan ilimle… Hayat, onlara göre eski kitaplarda yazılanlardan ibaret, yaşanılan şeylerden değil. Öğrenilen klasik eğitimin teferruatından “tâğut”, “zâlim yönetici”, “imâmet” “halifede aranan şartlar” yani “İslâm’a göre yöneticinin vasıfları”na bir türlü sıra gelmiyor. Ama nasılsa, “maslahat”, “zaruret” referanslı fetvâlar peş peşe sıralanıyor.

Âlim mi, Bel’am mı? Âlim mi, kitap yüklü eşek mi? Âlim mi, saray mollası mı? Âlim mi, (hem de çok ucuza) satılık dil ve kalem mi?

 

Bu soruları sıradan mollalar için değerlendirmek kolay, ama birçok kitap yazmış, fıkıhta ve tefsirde uzmanlaşmış dünya çapında âlim unvanını almış ismi ve ensesi büyükler için kendi vicdanına sormaya kimse cesaret edemiyor. Ve “vardır bildikleri” denilerek her yaptıklarında (daha doğrusu yapılması gereken hiçbir şeyi yapmadıklarında) hikmet aranıyor. 

 

Âlimleri korkutup yanında yer almalarını sağlayan yöneticiler, halkı kolay susturur ve kendilerine karşı ayaklanma riski taşıyanları bu maşaları aracılığıyla daha başlangıç aşamasında önlerler.

Ortadoğu ülkelerinde ortalama vatandaşın demokrasi hayranı değil, İslâm taraftarı olduğunu biliyorum. Halk zaten kendini İslâmî yönetime hazır hale getirecek şekilde İslâmî anlamda değişim içindeyse, Allah’ın, başlarındaki rejim ve zâlim yöneticiyi değiştirmesini bekleme hakları vardır. Çünkü insanlar hak edip lâyık oldukları şekilde idare olurlar.

 

Ortadoğuda henüz sokağa dökülmeyen insanları harekete geçirip devrim ateşini tutuşturmak aslında çok kolay. Bir âlimi, halkın sevdiği büyük bir âlimi Kur’anî delillerle iknâ ederek, iknâ olmazsa devrimci yöntemlerle tehdit ederek halkı zulme karşı ayaklanmaya davet eden bir bildiri okutursunuz, bunu halkın tümüne ulaşacak şekilde yaparsınız… Gerisi kendiliğinden gelir. Tabii o âlimin, en büyük kahraman olacağı gibi, “şehid” unvanı alması da kaçınılmaz olur. Seyyid Kutub’u okumak budur, aslında. Cihadla ilgili âyetler bazen dille değil, halle, eylemle açıklanır. Tâğutlara dostluk mu, Allah’a dostluk mu, böyle günlerde belli olur.  

 

Batının çifte standartlı tavrını tiksintiyle, ama hiç sürpriz tarafı olmayan, doğal bir tavır olarak gördüğümü ifade edeyim. Batının sömürücü devletleri, bugüne kadar besleyip büyüttükleri, destekleyip sömürttükleri diktatörleri şimdi eleştirip çıkarları öyle icap ettiğinden, yönlendirmek istedikleri devrimci halkın yanında yer alıyor şeklinde gözüken tavrını yadırgamıyorum. Şeytandan şeytanlık beklenir, melek tavrı değil. Türkiye’nin ve birçok Ortadoğu ülkesinin bazı şartlarla da olsa bazı ülkelerdeki yöneticilere, meselâ Suriye yönetimine desteğini ise şiddetle kınıyorum. Zulme karşı ayaklanacak Ortadoğudaki halkların kendi inisiyatifiyle ayaklanacağını, demokrasi değil İslâmî bir yönetim isteyeceklerini, Türkiye’nin mevcut sistemini değil, asr-ı saâdet modelini baş tacı edineceğini umuyor, bekliyor ve dua ediyorum. İyi de, ya Türkiye? Ortadoğu için istenen ve beklenenleri Türkiye için niye isteyip beklemeyelim? Aynı büyük engel burada da var: Ulema ve cemaat, kanaat önderleri… Onlar düzelmeden düzelme olmaz.

 

Nice İslâm toprağında zulüm var, baskı var, tuğyan ve isyan var; yakıcı sıcak savaş sahneleri var. Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bunlara seyirci kalamaz, tarafsız olamaz. Müslüman, gündelik basit işlerle oyalanamaz. Ortadoğu ülkelerinde İslâmî değişim ve dönüşüm bekleniyor, sadece diktatörlerin yıkılması yeterli görülmüyor. İyi de ya Türkiye’de? Buralarda değişim ve dönüşüm için ne yapılmalı, kim yapmalı, nasıl yapmalı? Komşunun kapısının önünün temiz olmadığını eleştirmek için kendi kapımızın önündeki çöplüğü görmek zorunda değil miyiz?

 

İki yoldan birini seçmek zorundadır, yol ayrımına gelmiş insanımız. Ya cenneti ya cehennemi; ya izzeti ya zilleti; ya cihadı ya mağlûbiyeti; ya Allah’ı ya dünyayı… Allah’ı tercih edenlere selâm olsun.

 

Dünyevîleşmeye, gâvurlaşmaya, yahudileşmeye giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip eden ve Allah için her imkânıyla cihad edenlere ne mutlu!

 

 

Hakkın Söylenmesine Karşı Çıkan Zihniyet

Yukarıda özetlediğim hususları konuşma diliyle gündeme getirip bu dertle dertlenmiş kardeşlerimizle yüz yüze görüşüp kardeşliğimizi perçinleyeceğimiz programın hazırlıklarını yaparken son anda iptal edildiği haberi geldi. Siyasi olaylarla bir Müslüman duyarlılığıyla ilgilenmeye çalışan biri olarak bana hiç sürpriz gelmedi. Laik devletin demokrat yönetiminden, beklenecek şey budur. Ve bu olay bir kez daha gösterdi ki; buraları kurtarmadan daha uzak beldelerimizi kurtarmaya çalışmak mümkün değildir. İşgalin boyutları buraları da etkisi altına çoktan almıştır.

 

Mesele şu: "26 Haziran 2011 tarihinde Ortadoğu'da Neler Oluyor?" konulu Köklü Değişim Dergisinin Ankara’da düzenlediği ve Adem Özköse, Ahmed Kalkan ve M. Hanefi Yağmur’un konuşmacı olacağı konferans, birtakım uydurma gerekçelerle iptal ediliverdi. Ankara valiliği kararınca bu iptalin ardından dergi mensuplarına yönelik 6 ilde bir dizi operasyon gerçekleştirildi. Gözaltına alınan 18 kişiden 12’si de “seminer düzenlemek”, “gösteriye katılmak” gibi suçlarından ötürü tutuklandı. Bu olayın kendisi, konferansın mesajını güçlendiriyor. Bu despotça tavır, gören gözler için konferanstaki konuşulacaklardan daha somut bilgiler veriyor ve insanlarımızı demokrasinin ne menem şey olduğu, Ortadoğu’ya nasıl bir modelin sunulduğu gösterilmiş oluyor.    

 

“Başına taş yağmasını istemiyorsan, sen de buradan İsrail'e, İsrail gibi İslâm düşmanlarına, bir taş atmalısın! Atacağın taş İsrail’e yetişmiyorsa bil ki kabahat taşta değil, baştadır. Gücün yetmiyor, elinle taşlayamıyorsan, hiç olmazsa dilinle taşlamalısın İslâm’ın ve Müslümanların düşmanlarını. Ama sen mutlaka taşlamalısın zâlimleri.” diyecektik. Bu sözü bile bize çok gördüler. Filistin’deki mü’min gençlerin sahip olduğu özgürlük kadar bile özgürlüğümüz yok. Onlar elleriyle taşlıyorlar düşmanları, biz dillerimizle bile taşlayamıyoruz. Alın size demokrat Türkiye… Bundan daha güzel örnek mi olur? Model olarak al! Al da İslâm düşmanlarını eleştiren ve Ortadoğunun mazlum Müslümanlarıyla kenetlenmeyi hedefleyen bir konferans sizin ülkenizde yasak değilse bile bundan sonra demokrasi gereği yasaklansın. Demek ki diğer illerdeki valiler insan sağlığına, genel ahlâka ve özgürlüğe önem vermiyorlar ki bu tür konferansları yasaklamıyorlar. Ankara valiliği, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla bu konferansı yasaklamış. Biliyor ki, konferansa katılanlar hastalanacak, ahlakları bozulacak, hak ve özgürlükleri ellerinden alınacak. Böyle tehlikeli bir konferanstan Ankara halkını korumak da valiliğin görevi olsa gerek. Bu konferansın iptali sayesinde Ankara’nın ahlakı, namusu korunmuş oldu. Konferans öyle ahlaksız bir konferanstı ki, herkesin ahlakını gönüllerinden söküp alacaktı. Aynı zamanda zehirli idi bu konferans; katılanların amansız bir hastalığa tutulmaları kaçınılmazdı. Sağolasın Ankara Valiliği, halkını düşünmek ve onları büyük tehlikelerden korumak dediğin böyle olur. Artık sittin sene (benzer konferanslara izin verilmezse) insanların ahlâkı bozulmayacak, halkın genel ahlâkı korunduğu gibi, genel sağlığı da korunmuş olacak; artık konferans iptal oldu ya, bundan sonra kimse hastalanmayacak. Bazılarının hak ve özgürlüğü kurtuldu valiliğin yasağı sayesinde. Çok ahlaklı ve çok sağlıklı bazılarının bu konferansa gitmeme hak ve özgürlüğü, ancak başkalarının müslümanca bir konferans yapma hak ve özgürlüklerini engelleyerek ortaya çıkar, öyledir öyle; sen koca Ankara valiliği kadar mı bilirsin arkadaş? Konferans yasaklanmasaydı hastalıklar artacak, ahlak bozulacak, hak ve özgürlükler yok olacaktı. Süpermen valilik bütün bu problemleri halletti. Konferansı tertipleyenler, benim gibi konferansı sunacak olanlar, biz farkında olmayabiliriz belki ama bizi gözetleyen, bizi koruyan, bizi düşünen bir büyüğümüz var. Kıymetini bilin ve sizin hayrınız için konferansı iptal ettiğinden hiç şüpheye düşmeyin. Öpün vali beyin elini. Ne demek konferans yapma hak ve özgürlüğü? O özgürlükler muvahhid Müslümanlara ait değil… Size konferans özgürlüğü çok gelir, isterseniz açın bakın demokrasi adlı kutsal kitabın ilgili nassını… Çünkü siz konferansta insanları Allah’a davet edecek, tağutları ve ortadoğunun zalim diktatörlerini eleştireceksiniz. Bu kadarı insanı hasta eder, ahlaksız eder. Hâlâ anlamadınız mı? Sağolasın İzocam, pardon valilik.

Bu yazı toplam 2798 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar