Abdullah Büyük

Abdullah Büyük

Örneklerimiz ve rehberlerimizden hatıralar

O DİYARIN SAKİNLERİ’NİN küçüğü, büyüğü, kadını erkeği şahadete göz dikmişlerdi. Dualarında, tavırlarında ve savaş hazırlıklarında bunu görmek mümkündü. Fiili duaları bile ispat için yeterliydi. Ölümü olmayan bir ölümle Allah’a kavuşmak basit bir konu olamazdı. Savaşlardan dönerken çoklarının yüzünde üzüntü vardı: “Rabbim bu seferimde de münasip görmemiş” diyerek içini çekerlerdi. Hâlbuki kendilerini çocukları, hanımları, eş-dostları beklediği halde, onlar şahadete kavuşamamanın verdiği üzüntü ile dönerlerdi.

O DİYARIN SAKİNLERİ’nden biri vardı. Son anlarına gelmiş, ölümle arası iyice yaklaşmıştı. Ziyaretçileri de sıklaşmıştı. Ölüm döşeğindeki hasta teganni ediyordu (Bir nevi şarkıya benzer bir şey söylüyordu). Ziyaretçiler hayret ettiler ve:

- “Ey, Berra, bu ne haldir? Seni şarkı söylüyor görüyoruz.” Berra (r.a.):

- “Şehitlik şerbetini içerek Rabbime kavuşamadığıma canım çok sıkıldı kederlendim. Şimdi kederimi dağıtmak için teganni ediyorum” dedi. Üzerine kapattığı şilteyi açtı ve vücuduna isabet etmiş ok ve mızrak yaralarını gösterdi. Sağlam bir tarafı kalmamıştı.

O DİYARIN SAKİNLERİ’nden bir başkasının hali daha farklıydı. Savaşa gitmiş ve ağır bir yara almıştı. Peygamberimiz (sav) adamının birini ona göndermiş ve “Selamımı söyle hali nasıl, git öğren” demişti. Giden adam son nefesini vermek üzere olan Sad’ı bulmuş ve:

- “Resûlullah’ın sana selamı var. Kendini nasıl buluyorsun? Diye soruyor” demişti. Hz. Sad:

- “Sen de benden Resûlullah’a selam söyle ve de ki, ben cennet kokusunu duyuyorum. Ensara da de ki: İçinizde gözkapaklarını kapatıp açan tek kişi kaldıkça Allah’ın Peygamberine bir şeyler olursa Allah katında mazur sayılamazsınız” dedi. Ve gözlerini bir başka âleme açmak için yumdu.

O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bıyığı yeni terlemiş bir genç vardı. Yemame savaşına iştirak etmiş ve ağır darbeler almıştı. Düşmanın sağ omzuna indirdiği kılıçla, kolu köprücük kemiğinden ayrılmak üzereydi. Kendisine zararı oluyor diye aşağı eğilmiş ve parmaklarını ayağının altına almış ve çekerek kolunu koparmıştı. Kılıcını diğer eline almış, o da kopunca yere yuvarlanmıştı. Kendisini kucaklayarak çadıra götüren Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, onu yatırmış, yüzünü gözünü silmeye başlamıştı. Genç mücahid ise ölmek üzereydi. Fakat bir şeyler konuşmak istiyor lakin konuşamıyordu. Abdullah kulağını ağzına iyice dayadı ve “Söyle Ey Ebu Akil, ne demek istiyorsun?” Ebu Akil konuşuyordu:

- “Zafer hangi tarafta? Müjde dedim. Zafer Peygamber tarafındadır. Baktım Ebu Akil güldü ve son nefesini verdi.” Gençliğinin baharındaydı Ebu Akil, amma tek derdi vardı:

İslâm’ın sevdalısıydı. Aşkı gönlüne düşmüştü. Yemame ovasında hangi sancağın dalgalandığını öğrenmek istiyordu. Müslümanların zafer haberini duyunca uçarak Rabbine kavuşmuştu.

O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bir baba ve bir de oğul vardı. Cihat hazırlığı yapılırken baba-oğul ile ihtilafa düşmüştü. İçlerinden birinin evde kalması gerekiyordu. Baba mı, oğul mu? Neticeyi almak için aralarında kura çektiler. Neticeye göre baba evde kalacak, oğul savaşa gidecekti. Edebini koruyan oğul:

- “Ey baba, eğer bu iş cennetten başka bir menfaat işi olsaydı, seni mutlaka kendime tercih ederdim, fakat bu gidişimle şehit düşeceğimi umarım, dedi.

Böylece gitti. Oradan da Rabbine kavuştu. Kendisini bekleyen babası, oğlunun şehadet haberini alıyordu.

Yorum yapmıyoruz. Sadece düşünmeye davet ediyoruz. Baba-oğul karşı karşıya kadeh tokuşturanlar. Baba oğul hizmet ve sohbete mani olmaya yönelik itişmeler ve kakışanlar. “benim oğul gülmeyi unuttu” diyen ve Allah yolunda yürüyen oğullarını fitne çıkarmakla suçlayan ebeveynler.

O DİYARIN SAKİNLERİNDEN biri vardı. Fiziki olarak göze hordu. Bir gün Peygamberimizin huzuruna çıkageldi ve:

- “Ey Allah’ın Resulü’ Ben, rengi siyah, yüzü çirkin ve fakir bir kimseyim. Acaba şu düşmanla savaşıp şehit düşersem, cennete girebilir miyim?’ dedi. Peygamberimiz “Evet şehit düşersen, cennete girersin” buyurdu

Bu sahabe savaşa katıldı ve şehit düşünceye kadar çarpıştı ve şehit düştü. Onun ölü cesedini Peygamberimizin huzuruna getirdiler. Peygamberimizin:

- “Yemin olsun ki, Allah senin yüzünü nurlandırdı, senin kokunu güzelleştirdi ve seni zengin kıldı. Yemin olsun ki, şimdi ben, onun hurilerden olan iki eşinin birisi: “kucağına ben oturacağım” diğeri: “hayır ben oturacağım” diye birbiriyle çekiştiklerini görüyorum buyurdu.

O DİYARIN SAKİNLERİNDEN bir de çoban vardı. Adı Esved’di. Hayberde bir Yahudi’nin koyun çobanlığını yapardı. Hayber savaşında koyunları otlatırken savaş yapılan yere gelmiş, olup bitenleri görmüş ve sorarak öğrenmişti. Daha sonra sürüsünü götürmüş sahabinin ağılına kapatmış ve koşa koşa gelerek Hz. Peygamberimizden bir kılıç istemişti. Kılıcını eline alan Esved bir anda gözden kayboldu. Savaş bitmiş ve şehitler tek tek toparlanıyordu. Peygamberimiz şehid düşen Esved’in yanına yaklaşırken parmaklarının ucuna basarak geliyordu ve soranlara: “Esved’in etrafına o kadar melek gelmiş ki basacak yer bulamıyorum” buyurmuştu. Bir namaz vaktine kavuşup namaz kılamadan Allah’a kavuşan Esved’in yanına Peygamberimiz gelince birden başını çevirmişti. “Niçin böyle yaptın?” diyenlere:

- Esved şu anda cennette hurisi ile şakalaşıyor, utanmasınlar diye başımı çevirdim, diyordu.

Ey Allah’ın razı olduğu ve insanlığa nizam kıldığı yüce İslâm, sen ne büyük bir dinsin ki bir saat evvel Yahudi olan birine, seni kabul ettikten sonra bir saat geçmeden en büyük mükâfatı vermeye vesile oluyorsun.

O DİYARIN SAKİNLERİNİN hayatı hep böyle geçti. Ağlayarak dünyaya geldiler ve gülerek dünyadan ayrılıp Hakk’a kavuştular. Hayatları şerefliydi, ölümleri de şerefli oldu. Vücutları kıymetliydi, cesetleri de kıymete büründü. Allah’a itaat ederek yaşadılar, kâinat onlara itaat etti. Vererek yaşadılar, Rabbimiz âhireti de onlara verdi. Boyun eğmediler. Allah (cc) da onlara dünyayı boyun eğdirtti. Ömürlerinde bir an dahi cahiliyyenin hükmüne muhatap olmadılar. Zilletle yaşamayı değil, izzetle ölmeyi öne aldılar. Sevdiler ve sevildiler. Birbirlerinin haklarını korudular, Allah da onları korudu. Birbirlerine merhamet ettiler, Allah da onlara merhamet etti. Birbirlerine yardım ettiler. Yüce Mevla da onlara yardım etti.

Onlar şehit olmayı gaye edinmediler: Sadece Allah’ın hakimiyetini hakim kılmak istediler. Allah da onlara en güzel buluşma sebebini yarattı.

“Karınca insanı ısırdığında ne kadar acı duyarsa, bir insan şehit olurken o acıyı duyar” (Nesei-Sünen: 6/36 ibn Mace: Sünen/2/937)

Yukarıda okuduğumuz hadisi şerif, ölümsüzlüğü tadan şehitlerin kavuştukları ikramı izah etmeye yeter ve artar bile... Bu ikram ölmek anında yaşayan bir hali gösterir. Geriye kalan ikramları gözler görmedi ve kulaklar duymadı. Şehitlik Müslümana yakışan bir hayattır.

yeniakit

Bu yazı toplam 1071 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar