O’nun(SAV) Nübüvvet'ten Önceki Yaşantısı Bir Delildir

O’nun(SAV) Nübüvvet'ten Önceki Yaşantısı Bir Delildir

"Bir kerre, bütün ömrümü aranızda geçirmişimdir." (Yunus; 16)Bu ayette dile getirilen gerçek, Kur'an-ı Kerim'in Hazreti Peygamber'in zihninin bir ürünü olduğu (hâşâ) iddialarını yalanlayacak niteliktedir.

Hz. Muhammed (a.s.) ömrünün kırk yılını onlar arasında geçirmişti. Aynı şehirde doğmuş, gözlerinin önünde büyümüştü. Erginlik, derken orta yaşma kadar onlar arasında oturmuş, yemiş, içmiş, alış veriş yapmış, evlenmiş, kısaca, her türlü içtimai faaliyette bulunmuştu. Hayatının hiçbir yanı onlardan saklı değildi. O'nun şahsiyeti açık bir kitap gibi önlerinde duruyordu. Kişiliği, davranışı ve tulumu başlı başına birer delildiler. Hazreti Peygamber'in hayatının şu iki önemli yanı hemen hemen bütün Mekke'liler tarafından biliniyordu.
Nübüvvet'inden önceki kırk senelik süre içinde peygamber olduğunu söylemeye başladıktan sonra birden bire dilinden dökülmeye başlayan ilim, irfan ve hikmet dolu sözlerin herhangi bir dünyevi merci ve kaynağı hiçbir yerde görülmemiş duyulmamıştı. Kimse onun ilmi, siyasi ve içtimai konularla ilgilendiğini görmemişti. Bu âni değişikliğin, kişiliğindeki güç ve yetenekten değil dışardan, olağanüstü ve insanüstü bir kaynaktan meydana geldiği apaçık ortadaydı. Bundan dolayıdır ki, Kur'an-ı Kerim'in, Hz. Muhammed (a.s.)in hayalinin ürünü olduğu saçmalığına kimsenin inanamayacağını sezen Mekke'nin kurnaz ve kötü niyetli insanları, bütün bunları başka birinin Hz. Muhammed (a.s.)'e öğrettiğini söylemeye başladılar. Ne var ki, bu ikinci iddia da birincisi kadar saçma ve asılsızdı. Zira Mekke şöyle dursun, bütün Arabistan'da Kur'an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın yazarı olacak seviyede bir bilgin veya ilim adamı yoktu. Sonra, bu seviyedeki bir dâhi geçekten varolsaydı, Mekkeliler ve Arap'lar kendisinden haberdâr olmayacaklar mıydı?
Hz. Muhammed (a.s.)in, Nübüvvet'inden önceki yaşantısının ikinci yanı daha da ilginçtir. Kendisiyle yakından, uzaktan ilgilenmiş olan herkes temiz karakteri ve efendi kişiliğine hayrandı. Yalancılık, hilekârlık, dolandırıcılık ve buna benzer illetler O'nun yanından bile geçmemişti. Çevresi ve ülkesinin hiçbir ferdi bu kötülüklerin hiçbir örneğini O’nda görmemişti. Onlar, Hz. Peygamber'i son derece namuslu, dürüst, sözüne güvenilir, lekesiz, doğru ve hemen hemen kusursuz biri olarak bilirlerdi. Hz. Muhammed (a.s.)in nübüvvetinden beş yıl önce Kâ'be'nin yapımı sırasında Hacer-i Esved ile ilgili meşhur olay meydana gelmişti. Bilindiği gibi, Kâbe'de Hacer-i Esved olarak bilinen siyah taşın yerleştirilmesi konusunda Kureyş'in muhtelif kabile ve aileleri arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Aileler meseleyi aralarında halledemeyince şöyle bir karara varmışlardı. Yarın sabah Harem (Kâ'be)e adım alacak ilk kişi hakem olacaktır, o ne derse kabul edeceğiz. Ertesi sabah Kâ'be'ye adım atan ilk kişi Hz. Muhammed (a.s.)den başka birisi değildi. Kendisini görür görmez herkes birden haykırıverdi: "İşte emin (emanetçi, dürüst, güvenilir) burada, bu Muhammed'dir, biz bunun hakemliğine razıyız". Aynı şekilde, Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed(a.s.)'i Nebi yapmadan önce Kureyş kabilesinin büyük bir toplantısında kendisinin "emin" olduğunu belgeletmişti. Şimdi, ömründe hiç yalan söylememiş, kimseyi kandırmamış, kimseyi dolandırmamış olan bir kişinin kalkıp böylesine büyük bir yalan söyleyeceğine böylesine korkunç bir hile yapabileceğine inanabilir misiniz? Böyle bir insanın, kafa- sında oluşturduğu fikirler ve plânların, Allah'ın sözleri ve emirleri olduğunu söyleyebileceğini kabul edebilir misiniz?
"Ve işte bu şekilde, (Ey Muhammed) Biz kendi emrimizle, bir ruhu sana vahiy ile gönderdik. Öyle ki, sen Kitabın ve imanın ne olduğunu bilmiyordun" (Şûra; 52)
Nübüvvet mertebesine yükseltilmeden evvel Peygamber, kendisine bir kitap geleceğini aklının ucundan bile

geçirmemişti. Halta, diyebilir ki, ilâhi kitaplar ve muhtevaları hakkında da herhangi bir bilgisi yoklu. Aynı şekilde belki de tek tanrıya inanıyordu, ama bunun yanı sıra melekler, pey- gamberlik, ilâhi kitaplar, kıyamet, mahşer, âhiret, cennet ve cehennem hakkında bildiği bir şey yoktu. Bu hususlar Mekke kâfirlerinden saklı değildi. Mekke'nin hiçbir vatandaşı, Peygamber'lik vazifesini üstlenmeden önce Hz. Muhammed (a.s.)'in ağzından kutsal kitaplar veya falan filan şeylere inanmak icap ediyor gibi bir söz dinlememişti. Belli ki, ilerde nebi ve peygamber olacağını tasarlamış olan bir kişi bu hususta gereken hazırlıkları yapacaktı. Fakat bu büyük insana bakın ki, kırk yıl kadar din ve inançlarla ilgili ağzından bir tek lâf çıkmamış, ama kırkından sonra aynı konularda herkesi şaşkına çeviren, büyüleyen ve herkesi cezbeden vaaz ve konuşmalar yapmaya başlamıştı.
"Sen, kendine bir kitabın ineceğini hiç beklemiyordun. Bu sadece Rabbinin lutfuyla (sana inmiştir). Onun için kâfirlerin yardımcısı olmayın". (Kasas; 86)
Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi, Allah'ın kitabından habersiz olması, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine bir delil olarak ortaya konmuştur. Bilindiği gibi, Hz. Musa (a.s.) da kendisinin nebi olacağı ve büyük bir vazife alacağından tamamıyla habersizdi. Devrinin en büyük hükümdarına meydan okuyacağı, onu mahvedeceği aklının ucundan bile geçmemişti. Günlerden birinde, yoldan geçerken aniden Allah'ın huzuruna çağırılmış bir anda nebilik görevi kendisine verilmiş geçmişiyle hiç ilgisi olmayan muazzam bir göreve atanmıştı. Tıpkı bunun gibi, Hz. Muhammed (a.s.) da peygamberlik mevkiine yükseliverdi. Mekke'liler, Hz. Muhammed (a.s.)'in Hira mağarasından peygamberlik vazifesiyle dışarı çıktığı günden önceki bir gün ne yapmış olduğunu çok iyi biliyorlardı. Yaşantısının nasıl olduğu, nelerle iştigal ettiği, meraklarının ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Konuşma konuları, zevkleri, üzüntü ve sevinçleri ve faaliyetlerini pekâla takip ediyorlardı. Kendisinin doğruluk, dürüstlük, namusluluk ve güzel ahlâkın timsali olduğu, munis, mütevazi, kibar, doğru sözlü ve yardımsever kişiliğe sahip bulunduğuna kâniydiler. Ama Mekke'lilerden hiçbiri çıkıp diyemezdi ki, bu iyi ve dürüst insan yarın peygamberlik iddiasında bulunacaktır. Hz. Muhammed (a.s.)'a en yakın olan, O'nunla her zaman temasta olan akraba, yakınları ve arkadaşlarından hiçbiri kendisinin peygamberliğe soyunmakta olduğunu iddia edemezdi. Hz. Muhammed (a.s.)'in daha önce vaaz söylediği, bir harekelin başına geçtiği, bir dava uğruna insanlara çağrıda bulunduğu vaki olmamıştı. Peygamberliğe getirilmesinden önce mütevazı bir hayatı vardı. Ekmeğini kazanıyor, çoluk çocuklarını geçindirmeye çalışıyordu. Böyle bir kişinin dünyayı sarsan evrensel bir mesajla yakınları, vatandaşları, milleti ve hatla bütün dünyanın karşısına çıkması ne ile izah edilebilir? Bu öyle bir değişiklik ve devrimdir ki, insan tabiatı ve toplum psikolojisi açısından buna büyük bir hazırlık ve karakter terbiyesi bile kâfi gelmez.Ama bir an için böyle bir hazırlığın sayesinde bu kadar büyük işler başarılacağını varsayalım ve bakalım Hz. Peygamber böyle bir çaba ve hazırlık yapmış mıdır? Bilindiği üzere bu çaptaki bir değişiklik ve devrim için, bir insanın büyük bir ön hazırlık içinde olması gerekiyor, daha sonra da bin bir kuyudan su getirmesi, gecelerini gündüzlerine kalarak çalışması gerekiyor. Eğer Hz. Muhammed (a.s.)'in hayali bu gibi bir hazırlığın tarihi safhalarından geçmiş olsaydı, gece gündüz aralarında yaşamış olduğu insanlardan gizli kal- mayacaktı. Şayet kendisi belirli bir plân ve sistem içinde böyle bir çabaya ve hazırlığa girişmiş olsaydı, bugün bunun binlerce şahidi bulunabilirdi. Çevresindeki İnsanlar diyeceklerdi ki, "bakın biz demiyor muyduk, bu adamın bütün çaba ve hazırlıkları bir gün kendi peygamberliğini ilân etmek içindi?" Fakat tarih şahittir. Mekke'li kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)'e her çeşit itham ve iftiralarda bulundular, ama hiçbiri, kendisinin nebi veya peygamber olacağını önceden sezdiğini iddia edemedi.
Bunun dışında, Hazreti Muhammed (a.s.) Nübüvvete hevesli ve istekli değildi, halta benzeri bir beklenti içinde de değildi. Çünkü peygamberliğe memur edilmesi tamamen bilmediği ve beklenmedik bir olay olarak karşımıza çıkıyor. Hadislerde Hz. Peygamber'e ilk vahyin geliş keyfiyeti etraflıca anlatılmıştır. Cibril (a.s.) ile ilk buluşma ve tanışması ve "Alak" Sûresinin ilk âyetlerinin inişinden sonra, Hz. Muhammed (a.s.)'in, sarsılmış halde, titreyerek ve soluk soluğa eve geldiği nakledilmiştir. Evdekilere, "beni örtün, beni örtün" der. Biraz sonra toparlanmış gibi olur ve hayat arkadaşına başına gelenleri anlatır ve "canımdan korkuyorum" der. Ama zevcesi, "hayır, hiç korkmayın, sizi Allah hiçbir zaman zor duruma sokmayacaktır. Siz mazlumların haklarını verir, çaresizlere derman bulur, fakirlerin yardımına koşar, misafirleri ağırlar ve her hayır işe katılırsınız". Daha sonra kendisini Varaka bin Nevfel'e götürür. Nevfel, amca oğlu olup, okumuş, doğru sözlü bir Ehl-i Kitaptır. Varaka bin Nevfel bütün olayı öğrendikten sonra hiç duraklamadan, "sana gelmiş olan varlık, Hz. Musa'ya da gelirdi. O bir melektir. Keşke ben genç olsaydım ve halkınızın sizi sürgüne göndereceği zamana kadar yaşayabilseydim. " Hz. Peygamber hayret içinde sorar: "Bu İnsanlar beni buradan çıkarır mı dersiniz?" Ve Varaka bin Nevfel cevap verir: "Evet, sizin gibi yanında bir şey getirmiş olan birine şimdiye kadar düşman olunmadığı vaki olmamış- tır."
Bütün bu olay, sade ve basit bir insanın birden bire ve beklenmedik bir şekilde görülmemiş bir tecrübe geçirmesinden sonraki tabii halini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) uzun zamandan beri peygamberliğe hevesli olup bunun için hazırlık yapmış olsaydı ve peygamberlik görevinin kendisine verilmesi için köşeye çekilip murakabelerde bulunmuş olsaydı, Hira mağarasında meydana gelen olaydan sonra mutluluktan uçar, derhal dağdan şehre iner, yeni bir inanç ve güvenle ve hatta gururlu bir şekilde halkının karşısına çıkar ve kendilerine mesajını sunmaya çalışırdı. Fakat burada durum bambaşkadır. Gördüklerine inanamamış, sapsarı bir yüzle titreyerek eve dönmüş, yorgana sarınmıştır. Biraz kendine gelince de mağarada başına gelenleri karısına anlatmış ve bunun ne olduğunu merak etmiştir. Bu hadise, O'nu öylesine sarsmıştır ki canının tehlikede olduğunu düşünmeye başlamıştır. Nübüvvet'i önceden tasarlamış biri bunları yapabilir miydi?
Ayrıca, kocasının durumu, düşünceleri ve yaşantısı hakkında karısından başka kime güvenebilir? Eğer karısı, kocasının öteden beri peygamberliğe heveslendiği ve her an bir meleğin gelmesini beklediğini bilseydi, O'nun sözleri herhalde Hz. Hatice (r.a.)'ninkinden çok farklı olacaktı. O diyecek ki, "kocacığım, niye korkuyorsun? Beklediğin an işte geldi. İste- diğin peygamberliğe kavuştun, sakin ol ve çık milletin karşısına ve de ki arlık bana itaat etmelisiniz, ben yeni bir mezhep, yeni bir tarikat kuruyorum, bütün hediye ve adaklarınızı bana getirin. Artık işimiz yolundadır." Sonra adaklar toplamaya ve maddi menfaat sağlamaya hazırlanacaktı. Fakat on beş yıllık müşterek hayalı O'na göstermişti ki kocası dürüst ve fedakâr bir insan olup hep başkalarının iyiliğini düşünmüştür. Onun için O'na ne şeytan çarpmış, ne de Allah O'nu cezalandırmış veya güç durumda bırakmıştır. Gördüklerinin gerçek olduğuna o an inanmıştır.
Aynı durum Varaka bin Nevfel için de geçerlidir. Varaka yabancı biri değildir. Hz. Peygamber'in akrabalarından biri olup Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendir. Ayrıca, okumuş bir Hıristiyan olarak Peygamberlik, Kitabullah ve vahiy konusunda hakiki ve gayri hakiki olanlar arasında ayırım yapacak şuura sahiptir. Yaşlı olduğu için, Hz. Muhammed (a.s.)'in bütün hayatı O'nun gözlerinin önünde geçmiştir. Hira mağarasında geçen olayı duyar duymaz kendisine gelenin bir melek olduğuna inanmıştır. O'na göre Hz. Muhammed (a.s.)'a gelen melek, daha önce Hz. Musa'ya gelen meleğin vasfına sahip olup kendisine aynı şekilde vahiy getirmiştir. Varaka bin Nevfel, Hz. Musa'nın Allah'tan gelen mesajı, habersiz ve aniden aldığını hatırlayarak, kesin olarak o da, Hz. Muhammed (a.s.) olayında herhangi bir yalan, hile ve şeytanî oyun olmadığı sonucuna varmıştır.
Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliği lehindeki bu deliller sağduyulu ve gerçekçi bir insanın gözünden kaçmaz. Bu sebeplen dolayıdır ki, Kur'an-ı Kerim'de bu hususlar birkaç defa Hz. Muhammed (a.s.)'in Nübüvvet'inin lehinde delil olarak kullanılmıştır. Meselâ, Yunus sûresinde şöyle buyurulmuştur:
"Ey Nebi, onlara de ki, Allah bunu istememiş olsaydı, ben bu Kur'an'ı size duyurmazdım. Hatla, O bununla ilgili hiçbir haber size vermeyecekti. Bir kerre, bundan önce ömrümü aranızda geçirmişimdir. Siz bu basit noktayı da anlamaz mısınız?" (Ayet; 16)
Şûra sûresinde şöyle buyurulmuştur: "Ey nebi, sen bilemezdin, kitap nedir ve iman nedir? Ama Biz bu vahyi nur yaptık ve bununla kullarımızdan hangisine istersek yol gösteririz." (Ayet; 52) 4[2]
Hz. Peygamber'in temiz hayatı, sahabelerin yaşantısındaki büyük değişikliğe O'nun vaaz ve telkinlerinin büyük etkisi ve Kur'an-ı Kerim'in dili, üslûbu ve içinde bahsedilen önemli meseleler, Allah'ın birer parlak işareti ve sağlam birer delilidir. Bu sebeple, geçmişteki peygamberlerin durumu ve kutsal kitaplara vakıf olan birinin Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinden şüphe etmemesi gerekirdi.
"Allah tarafından bir resul temiz kitapları okuyup anlatır. Bu kitaplarda doğru ve gerçek şeyler yazılıdır." (Beyyine; 2-3)
Burada, Hazreti Peygamber'in kendisi aydınlatıcı bir delil olarak addedilmiştir. Zira, Nübüvvet'ten önceki ve sonraki hayatı, kendisinin ümmi olmasına rağmen, Kur'an-ı Kerim gibi Mu'cizevi bir kitap sunması, talimatı ve telkinleri sayesinde binlerce ve yüz binlerce insanın hayatında müthiş bir değişiklik olması ve temiz bir hayal sürmek, tek Allah'a inanmak, güzel ahlâka sahip olmak, söz ve fiildeki birlik ve dengeyi kurmak konusunda gösterdiği azim ve kararlılığı, bütün bunlar kendisinin Allah'ın Rasûlü olduğunun inkâr edilmez delilleriydi.

Not: Yukarıdaki pasaj değerli âlim Seyyid Ebu Ala el Mevdudi'nin TARİH BOYU TEVHİD MÜCADELESİ VE HZ. PEYGAMBERİN HAYATI isimli eserinden iktibas edilmiştir.

Kaynak:Haber Kaynağı