Ahmet Taşgetiren

Ahmet Taşgetiren

Neresinden baksanız tarihi bir seçim

Graham Fuller ve İan O. Lesser… Bu iki isim, İslam dünyası üzerine yazılarıyla bilinir. İsimleri yer yer komplo teorileri içinde geçer. Birlikte yazdıkları bir kitap var: Kuşatılanlar – İslam ve Batı’nın Jeopolitiği.

Türkçesi 1966 yılında Sabah Kitapları arasında çıkmış.

Ben birkaç defa bahsettim ondan yazılarımda.

Cezayir’de, İslami Selamet Cephesi’nin yerel yönetimleri kazanıp, merkezi iktidara gelmesi ihtimali belirdiğinde Abdülaziz Buteflika tarafından darbe yapıldığı yılların sonrasında yayınlandı. Kuzey Afrika ülkeleri dahil “Siyasal İslâm”ın yükseldiği, iktidara talip olduğu yıllar...

Bizde de Refah’ın iktidar adayı olduğu yıllar.

Sovyetler’in dağıldığı ve NATO’nun “Kuzey Afrika dahil Ortadoğu’da teröre ve karışıklıklara karşı misyon üstlenmeye soyunduğu yıllar” ayrıca…

Batı, “Siyasal İslâm iktidara gelirse ne yapmak lazım?”ı tartışıyor. Böyle bir yükselişe karşı “Darbe”yi de meşru görüyor bu arada.

Cezayir’de darbeyi meşru görüyor, bizde 28 Şubat devreye giriyor.

İşte o dönemde Fuller ve Lesser, bu kitapta Batı’ya “Darbe yapmak yerine Siyasal İslam’ın iktidar olmasına ses çıkarmamayı” öğütlüyor, “İktidarda ülkenin sorunları ile yüz yüze gelecekler ve çabucak yıpranacaklar, böylece demokrasi içinde etkilerini kaybedecekler” diyorlar.

Buna rağmen Batı, yine Mısır’da darbeyi devreye sokuyor.

Türkiye ve Tayyip Erdoğan iktidarı müstesna. Refah’ın içinden çıkmış bir kadro, evet, Siyasal İslâm çizgisinden geliyorlar ama, sanki “Erbakan çizgisi”ne de eleştirel yaklaşıyorlar. En azından Batı’ya bu intibaı veriyorlar. Daha iktidara gelmeden ABD ziyaret ediliyor, oradaki güç odakları ile irtibata geçiliyor ve Avrupa Birliği normlarına karşı Refah’tan yüzde 100 farklı bir yaklaşım sergileniyor.

O zamanlar Batı’da Tayyip Erdoğan ve arkadaşları için “Acaba bunlar ‘İslam ve Demokrasi” ilişkisi noktasında İslâm dünyası için rol model olabilir mi?” değerlendirmeleri yapılıyor.

Şunu söylemek mümkün: Tüm zamanlarda Batı, Erdoğan iktidarına ve İslâm dünyasındaki etkilerine bir tür laboratuvar çerçevesinde bakmıştır. Ne, nasıl gidiyor? Güç nasıl kullanılıyor, demokrasiden, hukuktan sapmalar oluyor mu? Tabii ki ekonomik, jeo – politik, jeo – stratejik açılardan Batı ile ilişkiler hangi seviyede?

Erdoğan’ın iktidarı 20 yılı aştı. Batı’nın Erdoğan’a karşı bakışı değişti. Erdoğan’ın da Batı’ya karşı bakışı değişti. Belli ki Batı Erdoğan’ı ilk yıllarında “rol model” olarak gördüğü “Siyasetçi” profilinde görmüyor.

Bunu gizlemiyorlar da…

15 Temmuz’da Erdoğan’a karşı darbe girişiminde Batı’nın parmağı var mıydı? Olabilir. Batı en azından Erdoğan’ın devrilmesini “içinden” istemiştir.

Graham Fuller ve İan Lesser de istemiş midir? Yani “Bırakın seçilsinler, sorunlara çözüm üretemezler ve halkın oylarıyla değiştirilirler” yaklaşımının yürümediği, 20 yılı aşkın bir süre iktidarın halk oyuyla değişmediği, dolayısıyla başka bir müdahale gerektiği kanaatine varmışlar mıdır? Yoksa, “Gene de darbe gereksizdir, bırakalım halk değiştirsin” görüşünde ısrarlı mıdırlar? Bunu bilmiyoruz.

Evet, 20 yılı aştı Tayyip Erdoğan’ın iktidarı. Ve Erdoğan, bir 5 yıl daha iktidar istiyor. Yaşanan son 5 yıl, Erdoğan’ın “Tek belirleyici” olduğu dönem. Bir anlamda en kudretli olduğu dönem.

Sanki bu dönemde kullanılan “Güç” toplumda bazı dengeleri değiştirdi. Toplumda tepkiler var ve muhalefet, başka bir oyun tarzıyla, farklı toplumsal eğilimleri – ki bunların arasında bir dönem Tayyip Erdoğan’la birlikte yürüyen muhafazakâr kesimler de var- ittifak ederek, iktidarı zorlayacak konuma geldi.

Yüzde 50 artı 1 Erdoğan için çok zor bir denklem haline geldi. Erdoğan, yola çıktığı çizgi ile çelişen ittifaklar kurdu, ama yine de yüzde 50 artı 1’i bulmakta zorlanıyor.

Soru şu: Yüzde 50 artı 1 mi çok kötü bir matematik yoksa, “Cumhurbaşkanlığı” gibi “milletin birliğini temsil” şeklinde belirlenmiş bir misyonun içini doldurmakta zorlanmışlık mı?

Acaba yine “islâmî hassasiyetler” gözetilerek “Müslüman” bir toplumda yüzde 50 artı 1’le boğuşmak yerine çok daha geniş bir temsil ve kabul gerçekleştirilemez miydi? Yani “islâmî aidiyet”i ayrıştırma malzemesi olarak kullanmak yerine çok daha kapsayıcı bir buluşma noktası haline getirmek mümkün olamaz mıydı?

Acaba Fuller ve Lesser, “İktidara gelsinler, ülkenin sorunlarını çözemez ve halk oyu ile düşerler” derken, ekonomi vs alanındaki problemleri mi kastetmişlerdi, yoksa mesela Türkiye’nin “kimlik farklılaşmaları”nı ahenkli bir iletişimle buluşturma zorluklarını mı?

İktidarın başlangıçta son derece titizlendiği bu alanda, bugün yaşadığı bir zorluk var belli ki…

Şu anda muhalefet bloku da, toplumun İslam’la ilişkisini göz ardı etmemeye itina eden bir dil üretmeye çalışıyor. Sanki bir yanda “Siyasal boyut”u, diğer yanda “Ahlak boyutu” ile gündeme gelen islâmi aidiyet tartışması söz konusu. Siyasal boyut ayrıştırıyor, ahlâkî boyut ortaklaştırıyor.

Son söz: Bakalım toplum neye karar verecek?

Bu yazı toplam 281 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar