NASIL TAKVÂ SAHİBİ OLUNMAZ? (3)

Haramlar Terk Edilmeden Takvâya Erişilemez
Kalbe, takvâ da fücur da ilhâm edilmiş; gönül her iki özelliğe de potansiyel olarak sahip kılınmıştır.
Nefis, rahatlığa alışkındır, tembelliği sever. Şehvete, lezzete ve dünyevi şeylerden istifâdeye düşkündür. Bütün bunlar, zahmet ve çile isteyen takvâ gereçleri ile çelişirler. “Cennet hoşa gitmeyen şeylerle sarılmış, cehennem de şehvetlerle kuşatılmıştır.”[1] Bu hususta takvâya meyil için, hevânın isteklerini bastırmak için gayret gerekir. İnsanın, hevâ ve heveslerini yenmesi için sıkıntılarla karşılaşsa da sabır ve sebat göstermesi lazımdır. “Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsini de hevâdan (kötü istek ve tutkulardan) sakındırırsa, artık hiç şüphesiz cennet onun için bir barınma yeridir.”[2]; “Sizden herhangi biriniz hevâsını benim getirdiğime tâbi kılmadıkça iman etmiş sayılmaz.”[3] Nefsin sürekli olarak kullukla ilgili görevlerle, hayırla uğraşması gerekir. Çünkü nefsi kirlerden, paslardan temizleyecek olan şey bunlardır. Şâyet nefis, hayırla meşgul olmazsa, bu takdirde insanı şer ve kötülükler meşgul eder. Hayât, boşluk kabul etmez. Çünkü kişi devamlı ibâdet halindedir: Ya Allah'a, ya da Allah'ın dışındakilere. Takvâya ulaşmak için, başta haramları terketmek ve farzları îfâ etmek gerekir. Namaz, zekât, cihad, emr-i bi’l ma’ruf, faize bulaşmamak...
İnançta ve Amelde İhlâsı, Samimiyeti Olmayanın Takvâsı da Olmaz
İhlâs, şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânâda gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faâliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızâsını gözetmeyi ifade eder. İhlâs; bir kalp hareketi ve rûhî bir davranıştır. İhlâs, kalp temizliğinin ve sağlamlığının bir delilidir. Yalnız Allah’ın rızâsını arayan bir niyettir. Kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah’a kulluk etmesi ve bu kulluğunda O’ndan başkasına yer vermemesi, başkasını düşünmemesidir. İhlâsta Hakk’ın rızâsı talep edilir, yapılan işlerde riyâ, gösteriş, menfaat ve şöhret gâyesi güdülmez.
Takvânın mahalli gönül olduğu gibi, ihlâsın mekânı da gönüldür. Gönlü sâlim kılmak, güzelleştirmek için takvâ, takvâ için de ihlâs gerekir. İhlâsı olmayan kimsenin takvâsı olmaz. İslâm’ın özelliklerinden biri de kalbe hitap etmesidir. İslâm büyüklerinin bir kısmı kalbi insanın merkezi olarak kabul etmişlerdir. İhlâs da zâten gönül işidir. Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Dikkat! Vücutta küçük bir et parçası vardır ki, o sağlam olursa bütün vücut sağlam olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, işte bu, kalptir (gönüldür).” [4]
İhlâs, dini Allah’a has kılmak, gerek itikadî, gerekse amelî bulanıklardan kurtulup arı duru bir kul olmaktır. Bedene göre ruh ne ise, amele göre ihlâs odur. Rûhu olmayan bir beden, cansız bir maddeden ibârettir. "De ki: 'Bana, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet etmem emredildi."[5]
İmanda ve Amelde İhlâs: İhlâs, sevgiyi ve samimiyeti açıkça göstermeyi ifâde eder. Allah’a ihlâs ile bağlanmak, dinde ihlâslı olmak anlamına gelir. Samimi olarak Allah’ı birleyen tevhid eri müslüman, ihlâslı kimsedir. İhlâs, itaat bağlamında ele alanırsa riyâdan uzak olma anlamını içerir. Kalpte doğup gelişen “iman” olgusunda mevcut bulunan niteliklerden birisi ihlâstır. İmanın târifini, onun özelliklerinden hareketle tanımlamaya kalkışan kimse, imanın unsurlarından birinin samimiyet ve içtenlikle bağlanma olduğunu, riyâ ve ikiyüzlülük gibi samimiyete gölge düşüren unsurları bünyesinde barındırmadığını ifade edecektir.
Kur’an, inanç konusunda samimiyetsizlik, ikiyüzlülük, riyâkârlık yapmaları dolayısıyla münâfıkları yerer ve onların bu psikolojik durumlarını hastalık olarak nitelendirir.
Farzları İhmal Edip Nâfileleri Çokça Yaparak Takvâlı Olunmaz
“Kişi, nâfilelerle Allah’a yaklaşır, nâfileler sayesinde takvâya ulaşılır” şeklindeki rivayetler veya tasavvufun nâfilelerdeki ısrarı ile düşülen ciddi bir yanlış vardır. O da; bazı insanlar, nâfileyi farzların önüne geçiriyor, farz derecesinde önem verdikleri nâfileleri yapacağım diye nice farzları ihmal ediyorlar. Bu, şeytanın sağdan yaklaşarak, mühimmi ehemme tercih ettirmesiyle ilgili bir tuzaktır. Bu tuzağa düşmemek için edille-i şer'iyye sıralamasını karıştırmadan; imandan sonra öncelikle yapılması gerekenin haramları terk ve farzları edâ olduğunu unutmamak gerekir. Farz olan ilim öğrenmeyi terk eden, farz olan emr-i bi’l ma’rufu hemen hiç yerine getirmeyen, ehlini ateşten korumak için gayret etmeyen, cihadı terk eden nice insan, namazların sonlarında tesbih çekmeyi hiç ihmal etmemekle takvâ sahibi olacağını sanıyor. Bunlardan da önemlisi, şirkten ve günahlardan sakınmayan nice insan, nâfileleri ihmal ederim diye ödü kopuyor. Ramazan’da sabah namazına kalkma mecburiyeti duymuyor, ama teravihi asla kaçırmıyor. Fâizi terk etmiyor, sigarayı bırakmıyor; ama uydurma hatmelerle takvâ sahibi olacağını sanıyor. Milli Piyango denilen kumar kâğıtlarını seçerken abdestli olmayı gerekli görüyor ve kesinlikle sağ elini kullanıyor. Erkek olduğu halde başı açık gezmeyi büyük vebal sayıyor, ama yalan söylemeyi, adam aldatmayı hiç terk etmiyor. Sol eliyle yemiyor, ama insanların haklarını yiyor. Bu basit şeyleri dinin özü gibi görmeyi, özü de önemsiz kabul etmeyi, takvânın önünde engel gibi görmüyor.
Esas olan şirkten sakınmak, sonra büyük günahları ve diğer haramları terk etmektir. Namaz başta olmak üzere farzları ihmal etmemektir. Esas olan bunlardır. Bununla birlikte, yaptıklarımızla yetinmeyip, iki günümüzü eşit geçirmeyen bir çaba ile takvânın zirvelerine tırmanmak için, sünnet ve nafilelerden yapabildiklerimizin sayısını da arttırmaya çalışmak; sırat-ı müstakim budur. Emr-i bi’l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker, bildiğimiz hakkı yaşayıp, bilmediklerimizi öğrenmeye çalışmak, namazı huşû ile ve imkân nispetinde cemaatle ikame etmek, sabır, zikir, istiğfar ve tefekkür, takvânın sağlamlaşması için önemli hususlardır.
Allah’ın Yardımına Muhatap Ol(a)mayan Kimse Muttaki Değildir
“Çünkü Allah, ittika edenlerle (azâbından korunanlarla) ve iyilik edenlerle beraberdir.“[6] Allah; desteği, yardım ve hidâyetiyle muttakilerle beraber olur. Bu, Allah'ın tüm kullarını görüp gözetmesi ve onlarla beraber olması anlamından daha farklı, muttakilerle özel bir beraberliktir.
Furkan Sahibi Olamayan, Hak ile Bâtılı, Doğru ile Yanlışı, İyi ile Kötüyü Ayırt Etme Özelliğinden Mahrum Olan Kişi, Takvâ Sahibi Olamamış Kişidir
“Ey iman edenler, Allah'tan ittika ederseniz (korkarsanız), O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.”[7] Âyette geçen “iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış“ olarak tercüme edilen “Furkan” kelimesi, “takvâ” gibi mutlak ve kapsamlı bir kelimedir. Takvâ'yı meyve veren ağaca benzetirsek, furkan da onun meyvesidir, diyebiliriz. “Furkan” lügatta, iki veya daha çok şeyin arasını açmaktır. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Dini, şeriatı ve yaratıkların nizamı konusundaki sünneti (kanunu) gereğince, korkulması gereken her şeyde Allah'tan korkarsanız, bu takvâ sebebiyle size hak ile bâtılı ayıracak ilmî bir meleke (bilgi ve yetenek), hidâyet ve kalplerinizde nur verir; Bu sayede insan, hakkı bulur ve yolunu şaşırmaz. Bâtıl da onu aldatamaz. Allah, takvâ sahibi mü'minleri aziz; kâfirleri zelil etmek sûretiyle de hak ehli ile bâtıl taraftarları arasını ayıracak bir yardım, şüphelerden arındıracak bir çıkış yolu, dünyevî sıkıntılardan ve uhrevî azaptan kurtuluş nasib eder.”
İşleri Kolaylaşmayan, Zorluklarla Uğraşıp Duran Kimse de Takvâ Sahibi Değildir
Problemlerine çözüm, sıkıntılı işlerine çıkış yolu elde edemeyen, ummadığı yerden rızıklanamayan kimse takvâdan uzak kimsedir: “Kim takva sahibi olursa, her sıkıntılı işine bir çıkış yolu verir, hiç hesap etmediği yerden rızıklandırılır.”[8] Ebû Zer (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Ben bir âyet biliyorum. Eğer insanların hepsi onu tutsaydılar, hepsine kâfi gelirdi.” Ashab, “Ey Allah'ın Rasûlü, bu hangi âyettir?“ diye sordular. Peygamberimiz: “Ve men yettekıllâhe yec'al lehû mahracen (Ve kim Allah'tan korkarsa -takvâ sahibi olursa- Allah o kimseye bir çıkış yolu ihsan eder.)” [9] âyetini okudu. [10]
Allah’ın Dışında Başkalarından Korkan ve Üzüntüden Uzak Olmayan Kimse, Takvâ Sahibi Değildir
Takvâ üzere olan korkmaz ve üzülmez.[11] Günahlarımızı giderek azaltıp terk edemiyorsak, amellerimiz ıslah edilip düzeltilmiyorsa, yine takvâ sahibi değiliz demektir. Çünkü, amelin ıslah edilip düzeltilmesi de yine takvâ sahiplerine verilen dünyevî bir avanstır: “Ey iman edenler, Allah'tan ittika edin (korkup sakının) ve doğru söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah amellerinizi ıslah eder, işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar.”[12]
Kâfirlere Karşı Yardım Edilmiyorsak, Takvâ Sahibi Değiliz Demektir
Çünkü Allah, kâfirlere karşı savaşta takvâ sahiplerine yardım eder.[13] Yani düşmanla karşı karşıya kalma konusunda sabır gösterir, her hususta günahtan sakınırsanız, âyette ifâde edildiği şekliyle, Allah, sizi destekler.
 
[1] Buhârî, Rikâk 28; Müslim, Cennet 1
[2] 79/Nâziât, 40-41
[3] Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, 1, 160; Şerhu's-Sünne,1, 212–213; Hatib Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, 1, 55; Nevevî, Kırk Hadis (hds. No:41)
[4] Buhârî, İman 39
[5] 39/Zümer,11
[6] 16/Nahl, 128
[7] 8/Enfâl, 29
[8] 65/Talâk,2
[9] 65/Talâk, 2
[10] Kütüb-i Sitte, hadis no: 7297, c. 17, s. 591
[11] 7/A’râf, 25
[12] 33/Ahzâb, 70-71
[13] 3/Âl-i İmran, 124-125

Bu yazı toplam 1181 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar