Müftüoğlu, Diriliş Dergisi'ne Konuştu

Müftüoğlu, Diriliş Dergisi'ne Konuştu

Ülkemizin önde gelen mütefekkirlerinden Atasoy Müftüoğlu, Diriliş Saati dergisine, Ortadoğu'daki son gelişmeleri anlattı

Ortadoğu, geçtiğimiz yılın başından bu yana, tarihinin en ciddi kırılmalarından birine daha şahit oluyor. Neler olup bittiğine dair sakin kafayla düşünmeye vaktimiz olmayacak kadar hızlı gelişen olaylar, zihinlerimizi enformatik işgale açık hale getiriyor. Bu zihni hercümerç içerisinde, bırakın gelişmeleri, küresel olaylarla ilintili bütüncül bir perspektiften okumayı; algılarımıza servis edilen haber ve haber kaynaklarını sorgulama ihtiyacı dahi hissetmiyoruz.

Zulüm, kan ve gözyaşının hâkim olduğu bir yerde, isabetli yorumlar yapmanın ne denli incitici ve zor olduğunun farkındayız. Ancak tarihe göz attığımızda; İslam ümmetinin bu süreçlerde, doğru "mizan"ı arama gayretinden vazgeçtiği ve sonradan ödenen ağır bedellerin esbabının bu süreçlerde saklı olduğu gerçekleriyle karşılaşıyoruz.

Nedense, ithamların, iftiraların ve de fitnelerin kol gezdiği böyle zamanlarda, ümmetin âkil adamlarına başvurmayı akıl edemeyiz. Tam da bu sebeple-aynı hataya düşmemek adına, Türkiyeli Müslümanların ağabeyi konumunda olan, Türkiye'deki, bölgedeki ve küresel çaptaki gelişmelerle yakından ilgilenen ve yorumlarını "adalet" üzere serdeden Üstad Atasoy Müftüoğlu ile Ortadoğu'daki son gelişmeleri masaya yatırdık. İstedik ki âkil adamlarımıza istediğimiz(işimize geldiği) zaman değil; her zaman başvuralım.

Üstadın nitelikli delillerle altını doldurduğu bakış açısından oldukça istifade ettik. Siz değerli okuyucularımızın da müstefid olacağını ümit ediyoruz:    

VELFECR    

Öncelikle bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz hocam" Ortadoğu'daki son gelişmeleri masaya yatırmak istiyoruz sizinle. "Yapısal hiçbir değişim olmadı ve yakında olacağına dair de bir proje, bir çalışma yok" diyorsunuz. Yani kendinizi "devrim olarak nitelendirmeyenler" tarafında konumlandırıyorsunuz. Bunu genel hatlarıyla biraz açabilir misiniz? Ne oldu da milyonlarca insan, sokaklara döküldü ve ne oldu da bu insanlar bir "devrim"e imza atamadılar? Bunu iktidarların/dünya egemen güçlerinin, kendi muhalefetlerini "yeniden üretme(reproduction)" süreci olarak okuyabilir miyiz?

Çözümleme yapma bilincine sahip olmayan bireyler, toplumlar, cemaatler, tek akla, tek yoruma kapanırlar, kişisel yorumları izlerler, kendilerini kişisel yorumlarla sınırlandırırlar. Kapsamlı çözümlemelere kapalı olanlar, bağnazlığı/hizipçiliği seçmiş olurlar. Bizler, hepimiz medyatikleştirilmiş bir dünyada yaşıyoruz. Hepimiz medya uyuşturucularına maruz kalıyoruz; hayır, maruz kalmıyoruz, bu uyuşturucuları gönüllü olarak tüketiyoruz. Bütün tartışmaları çok ucuz, çok yüzeysel, çok basit karşıtlıklar temelinde sürdürüyoruz. "Neler oluyor" la ilgilenirken,"neden oluyor" la ilgilenmiyoruz. Çokuluslu medya, olayları emperyal çıkarlar doğrultusunda şekillendirdikten sonra bize intikal ettiriyor.

Olaylar/gelişmeler bize intikal ettiğinde deforme edilmiş olarak intikal ediyor; bizler, deforme olmuş olaylar etrafında spekülasyonlar yapıyoruz. Emperyal sistem; biz Müslümanlarla ilgili olarak, küresel çapta, kendi istediği doğrultuda bütünüyle dezenformasyona dayalı çarptırılmış, kirletilmiş bir "algı" biçimi oluşturuyor. Bizler olay-ları gerçekler üzerinden değil, sözünü ettiğim icat edilmiş algılar üzerinden takip ediyoruz.

Kolonyal düşünce ilk olarak sömürgeleştirmek istediği halkların bilincini sömürgeleştiriyor ve bu bilincin yeni bir dil, söylem, gerçeklik, isyan, ayaklanma muhalefet üretmesine engel oluyor. Kolonyal düşünce sömürgeleştirdiği toplumların kendi tarihlerini, kendi sistemlerini, kendi değerlerini, kendi tercihlerini üretmelerine izin vermez. Kolonyal düşünce bizim tarihimizi, bizim adımıza, bize sormadan oluşturur.

Bizler, bugün yaşandığı üzere yalnızca olayların kronolojisini biriktiriyor, konuşuyoruz. Sömürgeci etkileri, yönlendirmeleri, müdahaleleri eleştiriyoruz, eleştiriden öteye geçemiyoruz. Bunun için de, ciddi bir alternatif üretmeyi başaramıyoruz. Son bir yıl içerisinde tanık olduğumuz bütün ayaklanmaların İslami bir talepleri olmadı. Bütün bu ayaklanmaların yalnızca demokratik" ve "pragmatik" talepleri var. Devrim tanımı uluorta, keyfi bir biçimde kullanılıyor, hiç bir gerçekliği yansıtmıyor.

Bu ülkelerde "devrim" gerçekleşmediğine dair elinizde deliller olduğunu ve bu deliller ışığında konuştuğunuzu söylüyorsunuz. Bunlardan biraz bahsedebilir misiniz?

Avrupa aydınlanması kendi normlarını evrensel normlar olarak sunarak dünyanın geri kalanını taşralılaştırdı. İslam toplumları bu kavramların evrenselliklerini reddetmeyi, bunlarla hesaplaşmayı, bunları sorgulamayı başaramadı. Toplumlarımız halen bu kavramların sürekli meydan okumalarıyla karşı karşıya bulunuyor. Bu kavramları ontolojik olarak tartışmayı bile başaramıyoruz. Bunu başaramadığımız için, kendi kavramlarımızı üretemiyor, kendi dilimizi özgürleştiremiyoruz. Hepimiz İslami taleplerimizi modern-seküler-liberal çerçevenin sınırları içerisinde kalarak gündeme getirebiliyoruz. Batılı değer yargılarının baskısı altında düşünüyoruz, konuşuyoruz. Karşı karşıya bulunduğumuz enformatizasyon süreçleri, bütün uzamları kuşattığı için tüm kültürler/toplumlar birbirlerinin çok kötü kopyası haline geliyor. Egemen kültür Batı kültürü olduğu için, bütün kültürler Batı kültürlerinin yüzeysel/çarpık/yozlaştırıcı bir yansımasıdır. Bu süreç içerisinde medya ve kültür aynılaşmıştır, medyadan bağımsız bir kültür üretilememektedir.

Benim söylemek istediğim, dışarıdan esinlenen/yönlendirilen/manipüle edilen dönüşüm hareketlerinin "devrim" sayılamayacağı konusudur. İran İslam Devrimi 33 yıldır dünya gündeminde. İran, 33 yıldır sistematik bir kuşatma altında. İran her tür ambargo/yaptırım uygulamalarıyla istikrarsızlaştırılıyor, tecrit ediliyor. Modern zamanlarda gerçek diktatörlük Avrupa modelinin diktatörlüğü olduğu için; İran'ın yeni bir modeli, İslami bir modeli tarihe geçirmesi sebebiyle, İran'dan rövanş almak istiyorlar. İran Devrimi çok yönlü, çok boyutlu bir cezalandırma ile karşı karşıya bulunurken "Arap Baharı" küresel ölçekte ilgi topluyor, takdir görüyor, destekleniyor, maaşa bağlanıyor.

Amerikan kongresinin önümüzdeki yıl için "Arap Baharı"na 800 milyon dolar tahsis ettiğini biliyorsunuz. Kahire'de, öteden beri faaliyet gösteren kimi STK lara her yıl seküler-liberal-demokratik bir dönüşüme katkıda bulunmaları için 20 şer milyon dolar verildiğini hatırlamak gerekir. Bu STK'lar Türkiye de dâhil olmak üzere bütün İslam dünyası ül-kelerinde faaliyet halindeler. Bu faaliyetlerin bir sonucu olarak toplumlarımızın İslam "algı"sı emperyalistlerin istedikleri doğrultuda değişmiş, ılımlı/kişisel dindarlık öne çıkmış, toplumlarımız siyasal taleplerinden vazgeçmişlerdir.

Bir yılı aşkın bir zaman önce gerçekleşen bu ayaklanma süreci, yerini seçim sürecine bırakmaya başladı. Mısır ve Tunus'ta İslami Harekete dair köklü geçmişi olan İhvan ve Nahda Hareketi, seçimlerden zaferle ayrıldı. Batı medyası, seçim sonuçlarını yorumlarken ikiye ayrılıyor: kimi, Ortadoğu'da "radikal İslam'ın" filizleneceği öngörüsünde bulunurken; kimi de demokrasi ve İslam'ın mezcedilmesi için bu süreci bulunmaz bir fırsat olarak değerlendiriyor. Diğer yandan, gerek İhvan'ın gerekse de Nahda'nın Batı'ya "garanti" mahiyetinde beyanatlarda bulunduklarını görüyoruz. Tüm bunları nasıl yorumluyorsunuz?

Mısır ve Tunus da dâhil olmak üzere artık Müslümanların İslami Devlet talepleri yok, demokratik devlet talepleri var. Batı dünyası hiç bir işlevi kalmamış, tükenmiş, kirlenmiş "demokrasi"leri savaş yoluyla İslam dünyasına ihraç ediyor. İslami bir model üretemediğimiz için, seküler modeller ithal ediyoruz. Zihinsel özgürleşme olmadan toplumlarımızda hiç bir iyileşme olmayacak, bunun bilincinde olmamız gerekir. Türkiye, Mısır'a laiklik öneriyor, öğütlüyor. Bunun anlaşılabilir, kabul edilebilir bir yanı yok.

Vincent Pecora; "Secularization and Cultural Criticism" adlı kitabında, seküler düşüncenin Judeo-Hıristiyan köklere dayandığını, bütün referanslarının Hıristiyan düşüncesine ait olduğunu, bu nedenlerle seküler düşüncenin evrenselleştirilemeyeceğini, kimseye dayatılamayacağını; ancak, zorunlu olduğu takdirde Hıristiyan kültürlerde uygulanabilir olduğunu; İslam toplumlarına dayatılmasının çok ciddi patolojik sonuçları olacağı konusunda uyarılarda bulunuyor. Vincent Pecora; bütün bunları zihinsel özgürlüğe sahip olan bir entelektüel olduğu için söylüyor, bizler henüz zihinsel sömürge olmaktan bağımsızlaşamadığımız için, kendimizi Avrupalı referanslara mahkûm/mecbur hissediyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Tunus Cumhurbaşkanı olan zat, yaptığı bir açıklamada seküler demokrasinin güvencesi olduğunu söyledi. Tunus Millet Meclisi başkanı; iftiharla halen Burgibist olduğunu açıkladı.

Hiçbir yerde yeni bir duruş, yeni bir dil, yeni bir söylem yok. Hiç bir kavrama yeni tanımlamalar getirilmedi. Yeni bir kimlik inşası gibi bir program yok. Her şey çok kokuşmuş bir ulus-devlet mantığı içerisinde cereyan ediyor, hiç bir ayaklanma sırasında tek bir antiemperyalist açıklama/slogan/tepki dile getirilmedi. Sözünü ettiğiniz ülkelerde yeni bir sentez oluşturuluyor. Bu sentez seküler-liberal-demokrat İslam sentezidir. Burada İslam belirleyici, tayin edici, asli bir unsur değildir, yalnızca folklorik/kültürel/yardımcı bir parçadır. Bu sentez içerisinde tali bir unsur olan İslam, hiç kimseye İslami bir varoluş vadetmiyor. Zaten hatırlamak gerekir ki hiç bir ayaklanmanın fikri felsefi ve düşünsel bir içeriği yoktu. Mısır'da da, Tunus'ta da halen İslami unsurların içerisinde bulundukları tutarsızlıkları aşabilecek bir noktada bulunmadıklarını düşünüyorum; çünkü, herkes Batı'ya ne yönde bir güvence verebileceğinin telaşı içerisinde bulunuyor.

VELFECR

Birtakım Batılı yazarlar, Mısır ve Tunus gibi ülkelerin sosyal yapısını göz önüne alarak, çeşitli kırmızı çizgiler belirlenmesi gerektiğini; bu kırmızı çizgiler aşılmadığı takdirde, bu ülkelerde İslamcıların istediklerini yapabilmesinin bölgedeki "yumuşak geçiş" için son derece gerekli olduğunu yazıyorlar. Bu yaklaşımı nasıl okumalıyız; ne oldu da Batılı yazarlar bu denli müsamahakâr oldular?

Günümüz dünyasında medya, gücün en önemli tanımlayıcısı haline geldi. Medya'nın ideolojik/politik bir yönü var. Medya'dan asla doğru/adil bir tavır beklenemez. Çünkü medya dışlayıcıdır, dünyanın güçlülerini daha da güçlendirirken, zayıfları daha da zayıflatır. Bugün, Batı ile batı dışı dünya arasında yaşanan gerilimleri/çatışmaları/karşıtlıkları anlayabilmek için medyanın yapısını ciddi bir biçimde çözümlemek gerekir. Medya'nın ahlakdışı söylemi karşısında, her zaman çok radikal ve eleştirel bir tavır sahibi olmak gerekir. Kimi güç merkezleri, ideolojik/politik çıkarlar doğrultusunda, hangi sorunlara odaklanmamız, hangi sorunlar üzerinde yoğunlaşmamız, hangi sorunlarla ilgili olarak tepki göstermemiz konusunda hepimizi bir biçimde kontrol ediyor, yönlendiriyor ve etkiliyor. Öykünün bir parçasını görüyor ve konuşuyoruz, öykünün tamamını anlamıyor, anlatmıyoruz. Parçalar üzerinde demagoji/polemik yaparak birbirimizi incitiyor, rencide ediyoruz. Bütün bu tartışmalar sırasında toplumlarımızın edilgin bir kadavra gibi istiskal edilerek kullanıldığını görmüyoruz. Toplumlarımızda yaşanan gelişmeler, olaylar, ayaklanmalar tutarlı bir bütünlük içerisinde değerlendirilemiyor. İslam toplumlarının/halklarının İslami anlamda, beklentileri/talepleri olabileceği kabul edilmiyor. İslami temsile imkan verilmiyor.

Toplumlarımızın kendilerini siyasal anlamda da Avrupa'ya özgü, evrensel olduğu iddia edilen uygulamalar doğrultusunda konumlandırmaları dayatılıyor. Avrupalılar bütün Müslümanlara, biz nasıl seçiyorsak, siz de aynen bizim gibi seçeceksiniz yolunda tehditlerde bulunuyor.

Reelpolitik bütün anlamları/değerleri kirletiyor, çürütüyor, yalnızca bir çıkar ortamı içerisine hapsedilen politikalar üretiyor. Siyasal sözcükler, içerisinde yaşadığımız dönemde çok farklı anlamlar, çok farklı bağlamlarda kullanılabiliyor. Kimi olaylar/gelişmeler/yönelişler algı alanımızın içerisine alınırken, kimileri algı alanımızın dı-şında tutulabiliyor. Olayları bir Ümmet bilinci/ahlakı/duyarlılığı içerisinde takip etmiyoruz. Bizler, Müslüman'ız; İslam, coğrafi varoluş fikrini reddeder. Aziz İslam Ümmeti bünyesinde hiç bir karşıtlığın içerisinde bulunamayız, hiç bir tarafgirliğin içerisinde bulunamayız. Eleştirel yorumlarımız olabilir. Bizler Müslüman'ız, hepimizin aziz ülkesi yalnızca İslam'dır.

Yukarıda bahsi geçen iddialar seslendirildiğinde, "komploculuk" suçlamaları gündeme geliyor. Bu suçlamalara maruz kalanlardan biri de sizsiniz. Yoğun bir medya bombardımanının olduğu bu zamanda, bize akîl değerlendirmelerde bulunmak için bir "mizan"dan bahsedebilir misiniz? Örneğin, temel esaslar/değişken olarak neyi almalıyız ki denklemin karşı tarafını rahatça çözebilelim? Emperyalizmin sürekli dekor ve oyuncu değiştirdiği bu tiyatroda, temel esasları/değişkenleri bilmek, sağlıklı yorumlar yapmamız açısından bize çok yardımcı olacaktır.

Toplumlarımıza yönelik olarak her alanda ne yapılıyorsa bütün bunlar "tarihin sonu" tezini haklı çıkarabilmek için yapılıyor. Yapılanlar, Avrupa modeli nihai zafer olarak tescillensin için yapılıyor. Bunun için de "demokratik" süreçleri meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bunu başardıklarını üzülerek itiraf etmeliyiz.

İslami cemaatlerin/hareketlerin/partilerin Batılı formülasyonlar doğrultusunda çözümlemeler yapıyor olması Batılıları çok mutlu ediyor. "Demokrasi"nin Yahudi-Hıristiyan geleneğinin ürettiği bir model olduğunu hatırlamak istemiyoruz. Karşı karşıya bulunduğumuz olaylara ilişkin olarak ufkumuzu tanımlayan değer sistemi nedir? Olayları gerçekçi bir biçimde kavramakla, olayları romantik bir biçimde kavramak birbirinden çok farklı şeylerdir. Olayları/gelişmeleri Batılılaştırılmış bir İslam algısı içerisinde takip edemeyiz. Bize dayatılan seküler çerçevelerle içeriklerle, kendi referanslarımız tarafından üretilen özgün çerçeveleri, içerikleri birbirine karıştırmamalıyız.

Tartıştığımız olayların/gelişmelerin tarihin hangi evresinde cereyan ettiği konusunda bir birikimimiz olmalı. 19 uncu yüzyılda dünya birinci sanayi devrimini yaşamıştı. 20 nci yüzyıl dünyası ikinci sanayi devrimine tanıklık etti. Şimdi iletişim devrimi ile birlikte üçüncü sanayi devrimini yaşıyoruz. Bugün güç iletişim devrimi yoluyla yayılıyor. Ulus-devletlerin, hükümetlerin, egemenliklerinin mahiyeti büyük ölçüde değişiyor. Bu dönemde ulus-devletler kendi gündemleri, kendi değerleri üzerindeki kontrollerini büyük ölçüde kaybediyor. Enformasyon devrimi karşısında hiyerarşik-bürokratik yapılar da, geleneksel güçlerini kaybediyor. Ulusal özerklikler tartışmalı hale geliyor. Küreselleşme ve enformasyon devrimi devlet'lerin dokunulmazlıklarını kaldırıyor. Enformasyon, bilgi devrimi kuşkusuz daha çok güçlü-zengin ülkelerin yararlarına/çıkarlarına hizmet ediyor. İnternet yoluyla propaganda etkinlikleri daha uzağa, daha hızlı ulaşabiliyor. Bu durumda STK'lar, düşünce kuruluşları, aktivistler, muhalifler, ulus-devlet yapılarını kolaylıkla aşabiliyor, baskıcı bürokrasilerin gücünü zayıflatabiliyor. Yeni teknolojilerin dönüştürücü gücü üzerinde düşünmek ve bu konuda neler yapılabileceğine bir karar vermek gerekiyor. Toplumlarımızın, toplumsal küreselleşmenin etkisi altında bulunduğunu, toplumsal küreselleşme yoluyla fikirlerin, kültürlerin, ideolojilerin kolaylıkla yayıldığını hatırlamamız gerekiyor.

"Arap Baharı" denilen süreçte, Amerika, Türkiye'ye bölgede daha fazla ihtiyaç duyduğunu vurguladı ve şu anda da Türkiye-ABD ilişkilerinde altın çağın yaşandığı söyleniyor. Türkiye'nin bölge ülkeleri için "rol-model" olarak sunulmasını nasıl okumalıyız?  Kanadalı araştırmacı-yazar Mehdi Darius Nazemroaya, Türkiye için "Kalvinist İslam" modelinden ve bu modelin Türkiye'yi, küresel sisteme daha iyi entegre etmeye yaradığından bahsediyor. Bu konuda ne dersiniz?

Türkiye, modern-seküler-liberal serbest piyasa sistemini içselleştirdiği-özümsediği, bu sistemle bütünleştiği için emperyal sistemin gözdesi durumunda. Türkiye yaptığı tercihle Avrupa modelini bütünüyle meşrulaştırmış bulunuyor. Türkiye aynı zamanda NATO üyesi, NATO'nun bir parçası. NATO'nun bir parçası olmak demek, NATO tarafından işlenen suçların da bir parçası olmak demek. NATO'nun kuruluş gerekçesi çoktan ortadan kalktı. Varşova Paktı ilga edileli yıllar oldu. Türkiye aynı zamanda NATO Füze Savunma sistemine de ev sahipliği yapıyor. Bütün bu ağır koşullar altında Türkiye'de Müslümanların nasıl da siyasal bir romantizm içerisinde bulunduklarını anlayabilmiş değilim. Bizler, gerçekleri konuşmaya cesaret edemediğimiz için, yalanlara mahkûm oluyoruz. Bugün, Türkiye de dâhil olmak üzere bütün ülkeler maliyet-fayda hesaplarına dayalı politikalar geliştiriyor.

İslam dünyasında, toplumlarında, tarihinde, İslam düşüncesinde duraklamalar/gerilemeler/çöküşler hep konformizm yüzünden oldu. Bu konformist gelenek bugün de maalesef hayatiyetini koruyor. Bu konformizm yüzünden medya uyuşturucularının sınırlarını aşamıyoruz, bu konformizm yüzünden emperyal iktidar projelerine nüfuz edemiyoruz, bu konformizm yüzünden küresel tartışmalara katılamıyoruz, küresel ölçekte içerik üretemiyoruz. Küresel zihinlere maalesef sahip değiliz. Kendi aramızda en güzel dille, en güzel yollarla konuşmayı başaramıyoruz. Köylülükten, taşralılıktan kurtulamıyoruz. Aziz İslam'ın bulunmamızı istediği yerde değiliz. Sahici sorular sormuyoruz. Sahici tartışmalar yapmıyoruz. Muhataplarımız namımız yürüsün diye bize saldırıyor. Zihinsel altüst oluşlar yaşadığımızı fark etmiyoruz. Uğruna bütün varlığımızı seferber edeceğimiz, vakfedeceğimiz bir dava bilincine sahip olmadığımızı itiraf etmiyoruz. İslami temellere ihanet pahasına ödünler veriyor, uzlaşmalar sergiliyoruz. Uzlaştırılması mümkün olmayan seküler-kutsal dünya görüşlerini uzlaştırabiliyoruz. Romantik nostaljiler yüzünden putkırıcı bir dil/söylem inşa edemiyoruz. Dünyanın düşünsel/kültürel/entelektüel gündemine hiç bir biçimde müdahil olamıyoruz.

VELFECR

Libya konusuna değinmek istiyorum biraz da. Libya'da çok kirli bir oyun oynandığını söylüyorsunuz. Libya'da yaşananlar, "Kaddafi'nin küresel projeleri reddetmesi"nin bir sonucu muydu? Şu an ne durumda Libya? Libya'nın şeriat ile yönetileceğine dair yapılan açıklamalara sevinmeli mi?

Çeşitli vesilelerle, ısrarla, Libya olayını Kaddafi olayıyla; Suriye olayını Esad olayı ile karıştırmamak gerektiğini söyledim ve yazdım. Kaddafi ve Esad yalnızca emperyal müdahaleler için sahte gerekçeler oluşturdular. Bunları söylemek, Kaddafi ve Esad'ı onaylamak anlamına gelmez, gelmemelidir. Fransız ve İngiliz gizli servislerinin Kaddafi'nin düşüşünü örgütlediklerini dünyada neler olup bittiğini takip eden herkes biliyor ve bekliyordu. Bunun için önce Libya'da bir muhalefet icat etmek gerekiyordu. Bunu icat ettiler. Büyük paralarla ve büyük silahlarla desteklediler. Libya'da katliama maruz kalan 50 bin masum insanın katilleri NATO ile birlikte, NATO'nun emrinde ve hizmetinde bulunan muhaliflerdir. Muhalifler emperyalist saldırganları büyük bir mutluluk içinde karşılamış ve kendilerine teşekkür etmişlerdir. Tarihte Libya'da yaşanan ihanete benzer çok az ihanet yaşanmıştır. Muhalifler, ülkelerini üçbeş kuruş karşılığında emperyalistlere satmışlardır.

Libya'da devrim olduğunu iddia etmek kadar gülünç bir şey olamaz. ABD, İngiltere ve Fransa, Libya'yı işgal/istila etti ve yeniden sömürgeleştirdi. Kaddafi çevresinde bulunan ne kadar politikacı varsa Libya'dan kaçıyor ve Batı ile işbirliği yapıyordu. Libya Ulusal Konseyi'nin bütünüyle Kaddafi'nin yakın çalışma arkadaşları oluşturuyor. Batılılar Libya ganimetlerini aralarında paylaştılar. Fransız Total şirketi petrolün yüzde otuzunu, İngiliz BP şirketi yüzde yirmisini, İtalyan Eni şirketi de yüzde 15 ini gasbetmiş durumdalar.

Amerikalılar Libya ordusunun yeniden örgütlenmesi işini üstlenmiş vaziyetteler. ABD Libya'ya yeni bir üs kurmak için çabalarını tamamlamak üzere. CIA nın ve İngiliz İstihbaratının resmi bürolarını faaliyete geçirdiklerini biliyoruz. Batılılar petrol ve doğalgaz zenginliklerinin bütününü ele geçirmek için faaliyetlerini yoğunlaştırıyor. Sömürgeciler Libya'nın bütün servetlerini yağmalamak için Libya'ya geri geldiler. İnsani yardım gerekçesiyle/maskesiyle gerçekleştirilen sömürgeci işgalleri görememek büyük bir bilinç felcinin yansımasıdır. Sömürgeciler ayaklanma yaşanan bütün ülkelerde siyasal süreçlere açıkça müdahale etmekte, bu süreçlerin siyasal bağımsızlıkla sonuçlanmaması için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadır.

Peki ya Suriye? Can yakıcı bir konu olarak önümüzde duruyor. Genel hatlarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz Suriye'deki gelişmeleri? İslami camianın ciddi bir bölünme yaşadığını ve seviyesiz ithamların havada uçuştuğunu görüyoruz. Ekseriyet, Suriye'de İntifada olduğunu dile getirirken; Suriye'nin direniş eksenini ayakta tuttuğunu dillendirerek, bölgede ABD-İsrail menşeli bir oyuna dikkat çekenler azınlıkta kaldı İslami camia arasında. Ne dersiniz bu konuda; İran-Hizbullah-Gazze üçgenini temsil eden "direniş ekseni" hakikaten bir hayal mi; yoksa bunun hayal olduğunu iddia edenler romantik rüyalar mı görüyorlar?

Ortadoğu iç içe geçmiş pek çok yapısal sorunla boğuşan karmaşık bir tablo içerisinde bulunuyor. Ortadoğu'da eski ve yeni oyuncular çıkar mücadelesi veriyor. Türkiye de bu oyuncular arasında kendisine bir yer bulmaya çalışıyor. Bildik senaryolar yeniden sahneye konuluyor. Ayaklanmalar, hiç bir vizyona sahip olmayan ulusalcı perspektiflerden ibaret. Bütün büyük güçler, bölgede kendi çıkarlarını sürdürebilmek için faaliyet halindeler. Suriye 1918 paylaşımından bu yana, çok ciddi yapısal sorunlar, krizler, çatışmalar, gerilimler yaşıyor. Fransız egemenliği altında bulunan Suriye din ve mezhepler temelinde yapılandırıldı. Fransızlar, Suriye'de toplumsal bünyenin Nusayri/Dürzi/Îsmaili/Hıristiyan unsurlardan oluşturulmasını sağladı. O dönemde Fransızlar Sünni Müslümanları büyük bir tehdit olarak görüyordu. Sosyalist-Arap Milliyetçisi Baas İdeolojisi, Fransızlar tarafından yapılandırılan toplumsal tabana sahip çıktı; Baasçılık ideolojisi, milliyetçiliği Suriye ile sınırlandırdı.

Bu tarihsel çerçeveyi uzatmak istemiyorum. Önce şunu söylemek istiyorum. Azınlık tahakkümüne dayalı Baasçılık ideolojisini, hiç bir Müslüman'ın doğrulaması, onaylaması, bu ideolojinin tasarruflarını meşrulaştırmaya kalkışması düşünülemez, iddia edilemez. Irak'ın, Suriye'nin, Lübnan'ın, Libya'nın, Sudan ve İran'ın, Afganistan'ın istikrarsızlaştırılması, güçsüzleştirilmesi, marjinalleştirilmesi, yalnızlaştırılması, etkisizleştirilmesi, sistemin içerisine çekilmesi, şer ekseni gibi aşağılayıcı tanımlarla bu ülkeler hakkında gerçekleri yansıtmayan algılar oluşturulması 11 Eylül'den hemen sonra gündeme getirilen bir konudur.

Amerika, 11 Eylül sonrası oluşturduğu bir strateji bağlamında, "bu saldırıyı, istediklerimizi yaptırmak için kullanmalıyız" şeklinde bir tercih oluşturmuştu. Suriye'nin önce İran yörüngesinden çıkarılması gerekiyordu. İsrail için tehdit olmaktan çıkarılması gerekiyordu. Direniş hareketlerinin Şam'dan çıkarılmaları gerekiyordu. Bütün bunları gerçekleştirmek üzere Suriye'de derme-çatma bir muhalefet imal edildi. Bu muhalefet halen bir bütünlüğe, bir programa, bir kadroya, kitlelerin ilgisini çekebilecek siyasal bir içeriğe sahip bulunmuyor, bu nedenle de kitleselleşemiyor, toplumsallaşamıyor. Fransa geçmişte bir tehdit gibi gördüğü Sünni unsurları şimdi bağrına basıyor ve onları destekliyor.

Siyonistlere çok yakın Ferid Kadri gibi, Fransızlara çok yakın Burhan Galyun gibi, Amerika'da kimi STK larla iyi ilişkileri olan Ammar Ebu Halis gibi, hepsi oportünist muhalefet liderleri hiç kimseye güven telkin etmiyor. Bütün bu oportünist tipler, öncelikle İsrail'e; İran'la, Hizbullah'la, Hamas'la bütün ilişkilerini keseceklerine dair güvence üzerine güvence veriyorlar. Yaşadığımız olayların Suriye Halkının, Libya halkının öncelikleriyle, beklentileriyle, sorunlarıyla ilgisi yok. Olup bitenler güç ve çıkar politikalarıyla ilgili. Ben öteden beri muhalif unsurların Amerikan, Fransız, İngiliz, İsrail gizli servisleri tarafından kışkırtıldıklarını, bir ayaklanma için hiç bir hazırlıkları olmadığı halde yönlendirildiklerini, manipüle edildiklerini, Suriye'de bir intifada olmadığını vb. söylüyorum. Bu söylediklerim benim araştırmalarıma, gözlemlerime, analizlerime dayalı şeylerdir.

Amerikalı Komutan Wesley Clark, "Modern Savaşları Kazanmak" adlı kitabında şu cümleleri sarf ediyor: "2001 Kasımında Pentagon'a geri döndüğümde, kıdemli bir askeri personel memuru ile sohbet etme imkânı bulduk. Evet, yine Irak'a saldırma yolundayız, dedi. Bu beş yıllık bir savaş planı dâhilinde tartışılıyor, dedi; ve Irak ile başlayıp, sonrasında Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan toplam yedi ülkenin bulunduğunu ekledi." Bu cümleler üzerinden konuşacak olursak; Suriye'ye müdahalenin İran'a uzanan mevcut bir planın parçası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Amerika'nın yakın dönemde gerçekleştirmek istediği bir planı/projesi var: Bu proje Ortadoğu'da, Mağrip ülkelerinde Amerika'nın yardımıyla yeni bir yapılanmaya gitmek yönünde. 21 nci yüzyıl projesi olarak da konuşulan bu proje; demokratik bir yönetim, serbest piyasa ideolojisi ve dinamik bir sivil toplumu içeriyor. Bu projenin İslam toplumlarına dayatılıyor olabilmesi çok düşündürücüdür. Çünkü bu tür bir proje içerisinde İslami aidiyete ilişkin hiç bir şey yoktur. İran'ın da bu tür bir proje doğrultusunda dönüştürülebilmesi için, Amerika İran'da bir rejim değişikliğini gerçekleştirebilmek için bilindiği gibi her tür kirliliğe başvurabiliyor. Suriye'nin zayıflatılması, İran'ın zayıflatılması anlamı taşıyor. Sömürgecilik yoluyla moderniteye dâhil edilmek istenen toplumlar bu defa "demokrasiler" yoluyla sisteme dâhil edilmek isteniyor.

İran'ın, İsrail'in stratejik askeri üstünlüğü için bir tehdit olmaktan çıkarılması yönünde girişimler olduğunu biliyoruz. Amerika'nın, Avrupa'nın, İsrail'in İran'a karşı yürüttükleri ideolojik fanatizmi, resmi yalanlara dayalı enformasyon savaşlarını anlamak mümkün; ancak Arap dünyasının İran'a karşı Amerika/Avrupa/İsrail ile birlikte hareket ediyor oluşunu anlamak mümkün değil. Amerikalılar, Avrupalılar, İsrailliler savaş bahaneleri icat etmekte son derece tecrübelidirler. Şimdi yeni savaş bahaneleri imal etmeye çalışıyorlar. Kimi durumlarda İslam toprakları yeni askeri teknolojilerin gösteri yerleri olarak da kullanılabiliyor.

VELFECR

Suriye muhalefeti, bir yandan farklı isimler altında bir araya gelme çabası içerisindeyken; bir yandan da (başta Katar ve Suudi Arabistan olmak üzere)Körfez ülkeleri, Türkiye, Amerika ve Avrupa Birliği'nin yönlendirmelerine açık olacak görüşmelere imza atıyorlar. Öyle ki Suriye İhvan'ı, dış müdahaleyi meşru gören açıklamalar bile yaptı. İlaveten; Özgür Suriye Ordusu'nun silah alışverişi için temasta olduğu kimseler de ortada. Nasıl bakacağız tüm bunlara? Müslüman kanını aktığı bir coğrafyaya dair adil yorumlar yapmanın zor olduğunun farkındayız. Bir de buna medya dezenformasyonu eklenince, İslami camia arasında duyguların zirve yaptığı bir dönem ortaya çıktı. Tüm bu duygusallıktan sıyrılarak adil yorumlar yapmak için nasıl bir yol sunarsınız bize?

Hepimizin medya uyuşturucuları, propaganda uyuşturucuları, hizip-mezhep-meşrep uyuşturucuları konusunda son derece uyanık olmamız gerekiyor. Tarihe tanıklık etmek adaletle doğrudan ilgili bir duruştur, hiç bir şekilde adaletten ayrılmamalıyız. Hiç bir konuda yalnızca söylemsel düzeyde kalmamalı, pratik alanda da sorumluluklar almalıyız. Farklı yorumları yargılamadan önce bunlar üzerinde düşünme ihtiyacı duymalıyız. Her hangi bir tartışma sırasında varoluşumuzu biçimlendiren, anlamlı kılan, yöneten ilkeler ve ölçütlerden ödün vermemeliyiz. Hangi yönden gelirse gelsin mezhepçi çarpıtmalar konusunda duyarlı olmalıyız.

Her tür korku, insanı statükoya mahkum eder; statükoları aşmak için işe cesaretle başlamak gerekir. Irksal, ulusal, mezhepsel kardeşlik yaklaşımını reddetmeliyiz. Hiç bir biçimde sahih olmayan bilgiye itibar etmemeliyiz. Özgün hiç bir fikir, sorgulama, proje, program, vizyon, model, strateji, kadro içermeyen ayaklanmaları "devrim" ve "bahar" olarak nitelendirmek gibi bir ucuzluğa tevessül etmemeliyiz. Kuşkusuz diktatörleri deviren ayaklanmalar saygı ile karşılanmalı. Ancak, diktatörleri deviren ayaklanmaların, diktatörlerle birlikte çalışan bütün kadroları muhafaza ettiği de unutulmamalıdır. Suriye konusunda da görülebileceği üzere halklar kendi gelecekleriyle ilgili olarak karar verme iradesine sahip değiller. Suriye İhvanı bile, "sivil demokratik modern devlet" istiyor. Türkiye'de de görüldüğü üzere; cemaat/cemaatler, partiler, hareketler yalnızca "pragmatizm" temelinde faaliyet gösteriyor. Yeni dünya düzeninde, İslamcı mücadeleye karşı, siyasal İslama karşı laiklikle uzlaşmış/bütünleşmiş, Avrupa kültür ve kurumlarıyla sorunu olmayan, ılımlı-edilgin-pasif bir Müslümanlık üzerinde çalışılıyor. Amerika, Suriye konusunda yapmak istediklerini paylaşımcı ilişki stratejisine dayanarak Türkiye aracılığıyla gerçekleştirmek istiyor. Tarihin tek yönlü olarak okunması, tek boyutlu yorumlara neden oluyor. 11 Eylül sonrası oluşturulan, tahakküm üreten dilin baskısı sebebiyle İslamcı tanımını kullanmaya cesaret edemeyen akımlara dayanarak Batı entelektüel dünyası bütün ideolojik rakiplerini tasfiye ettiklerini düşünüyor.

Diğer yandan, Suriye mevzuu, "mezhep fitnesi"nin tekrar yeşermesine sebebiyet verdi. Bazı Müslümanlar, İran'ın ismini duyunca dahi "tiksinmeye(!)" başladılar. Mevzuu, sanki Şii-Sünni mevzuuymuş gibi lanse edilmeye çalışıldı. Oysa biz biliyoruz ki, Lübnan başta olmak üzere, farklı coğrafyalardaki Sünni grupların, olaya yaklaşımları, tıpkı İran gibi" Bu tercihler, mezhepsel çıkarlar üzerine bina edilmiyorsa; kim bunları böyle lanse ediyor? Farkında olmadan küresel emperyalistlerin/müstekbirlerin ekmeğine yağ mı sürüyoruz?

Bir örnek vermek gerekirse "the cemaat" örneği uygun olabilir. Bu cemaat lideri olan zat, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda İran'dan ve bütün direniş mücadelelerinden nefret ettiğini söylüyor. Amerika'ya, Avrupa'ya, İsrail'e duyduğu yakınlığı, Müslümanlardan esirgiyor. Böyle bir gerçekle karşı karşıya bulunduğumuzu unutmamalıyız. Çoğu kez mezhepçi reflekslerle tercihler yapılabiliyor. İran'da zaman zaman mezhepçi ve ulus-devletçi refleksler gösteriyor. Güç dışında hiç bir meşruiyet ilkesine ihtiyaç duymayan bir dünyada yaşıyoruz. Militer politikalar küreselleşme maskesi altında herkese dayatılabiliyor.

Kapitalist dünyanın moğolları, kendilerini bütün iyilik/kötülük, doğru/yanlış tanımlarının üzerinde görüyor, kendi kendisini dokunulmaz kılıyor. Kapitalist moğollar hiç bir şekilde uluslararası meşruiyet ilkesine ihtiyaç duymuyor. Kapitalist moğollar dünyada kendilerinden başka hiç kimseye, hiç bir iradeye karşı sorumluluk hissetmiyor. Bu koşullar içerisinde Türkiye'de dâhil olmak üzere; Suriye konusunda olduğu gibi, Libya konusunda olduğu gibi, herkes "pragmatizme" sığınıyor. Direnmeyen herkes moğolların ekmeğine yağ sürüyor.

Küreselleşme zamanlarında; etnolojik akıntıların, medya akıntılarının, teknolojik akıntıların, finansal ve ideolojik akıntıların bütün toplumları elini kolunu sallayarak dolaştığı, etkilediği, dönüştürdüğü bir dönemde biz Müslümanların bütün bu akıntılar karşısında hiç bir hazırlığımız, eleştirimiz, birikimiz müktesebatımız, muhalefetimiz olmadığını mahcubiyet içerisinde hatırlamalıyız. Biz ne yazık ki, hep yüzeyleri tartışıyoruz. Çünkü yüzeyleri tartışmak çok kolaydır, çok ucuzdur, çok basittir. Önemli olan derinliklerde neler olup bittiğini teşhis ve teşrih etmektir. Etrafımızda neler olup bittiğini anlamak için, sloganlara/klişelere/öfkelere sığınmak çare olamaz. Etrafımızda olup bitenleri anlamak için, bugünün dünyasının dinamiklerini çözümlemek zorundayız.

İran'ın şerhler düşmekle beraber, Suriye haricinde Ortadoğu'daki ayaklanmaları, devrim olarak nitelendirdiğini görüyoruz. İslami camiaların en büyük eleştirisi bu husus üzerine. İranlı yetkililer, terazilerinin "yaşanan gelişmelerin Filistin'in yararına ve Siyonizm'in zararına olup olmadığı" üzerinden çalıştığını söylüyorlar ve bu sebeple Suriye Hükümeti'nin düşmemesi gerektiğini ifade ediyorlar. Bunu nasıl okumalıyız? İran, mezhepsel veya çıkarsal mı yaklaşıyor Suriye konusuna?

İran bu konuda yanılıyor. Gerekçelerini bilmiyorum.

Türkiye'deki İslami camiaların, Irak'ın işgali sırasında aynı eylemlerde bulundukları anti-emperyalist sol akımlarla, Suriye mevzuunda ayrıştıklarını müşahede ediyoruz" Acaba, anti-emperyalist sol mu sınıfta kaldı; yoksa İslami camialar "Türkiye" modelini kafalarında fazla büyütüp, dünya mazlumlarına alternatif kurgu üretebilme potansiyelini terk mi ettiler?

Her türlü konformizm, her türlü muhafazakârlık, her tür romantizm, sağcılık/gelenekçilik/görenekçilik/mezhepçilik/yerellik/taşralılık/hizipçilik/bencillik, narsisizm/pragmatizm/oportünizm; bilincin düşmanlarıdır. Bizim önce bu bilinç düşmanlarıyla bir bilinç savaşı vermemiz gerekir. Nereden gelirse gelsin, propagandaya maruz kalan, propagandaya açık bir zihnin sağlıklı düşünmesi mümkün değildir. Propaganda yoluyla aldığımız bilgiler, bilgi değildir. Her tür konformizm/romantizm yenilenme yeteneğini, bağımsız hareket etme yeteneğini yok eder. Türkiye'de içerisinde yaşadığımız siyasal romantizm sebebiyle gerçekleri göremiyoruz. İslam'ın tek boyuta indirgenmesi, kişisel dindarlığın öne çıkması, İslam'ın tarihle, siyasetle, toplum ve dünya ile ilgilenmeyen bir maneviyatçılığa dönüştürülmesi bizi ne yazık ki ilgilendirmiyor.

İslam bir irade halinde tarihe çıkmıştı.

İradesini yitirince de tarihin dışına sürüklendi.

Günümüzde de, iradesi sınırlandırılmış/kısıtlanmış/engellenmiş bir dini hayatın içerisinde bulunuyoruz. Türkiye de sözünü ettiğiniz İslami camia şimdiye kadar yerel sınırları aşan pratikler/çerçeveler/evrensel ufuklar, üretmeyi hiç bir zaman başaramadı. Türkiye'de Müslümanlar hiç bir dönemde bütün bir Ümmet'i kuşatan/içeren bir bilinç üretmediler. Duygusal yakınlıkları, yardım kampanyalarını, dayanışma kampanyalarını bu bağlamın dışında tutuyorum.

Son olarak; oluşturulmaya çalışılan yeni dünya düzeni için tezgâhlanan entrikaları nasıl fark edebilir ve dünya mazlumları için siyasal anlamda İslam'ın hala alternatif olduğunu nasıl ispatlayabiliriz?

Cesaret yoksa, umut da yok, önce bunu belirtmek gerekir. Modern zamanlar boyunca hep savunma durumunda kaldık. Bu konuma artık bir son verebilmeliyiz. Zihinsel bir dönüşüm için, düşünsel fırtınalar gerçekleştirebilmeliyiz. Özgün kültürlerin/düşüncelerin küreselleşme karşısında yersiz-yurtsuzlaştığını hatırlamalıyız. Küresel asimilasyona maruz kaldığımızı hatırlamalıyız. İslami projenin yerini, demokratik projenin aldığını hatırlamalı, bu konu etrafında kendimizi sorgulamalı, hesaba çekmeli; içerisinde yaşadığımız dönemin imkanları neler, tehditleri neler, sınırları neler, bunların farkına vararak, tarihe tanıklık etmek üzere, tarihin dikkatini çekmek üzere, bilgi/bilinç/sorgulama/eleştiri/muhalefet/içerik ve özgür bir dil/söylem üretmeye cesaret etmeliyiz.

Tekrar vakit ayırarak sorularımızı cevaplandırdığınız için çok teşekkür ederiz"

DERGİ TANITIMI İÇİN TIKLAYINIZ

VELFECR