Mesele “Dershane” değil.. Problem “daha derin”lerde!

 
 
Okurlarım bilirler... “Gazetede olduğum” her günün akşamında “en az 2-3 saatimi” okurlarımın “telefon”larına ayırır, “sorun”larını dinler, “talepleri” ile ilgilenir, “güncel konularla ilgili görüşleri”ni alır, gerekirse yazarım... “Mektup”ları, “faks”ları ve “mail”leri saymıyorum.
Bilmiyorum ama, Türk basınında bunu yapan “ilk ve tek yazar” herhalde benim... Hani “Vali” beyler, ya da “Belediye Başkanları” haftanın belirli günlerinde “Halk Günü” yaparlar ve “halkın sorunları”nı dinlerler ya, ben bunu her akşam yapıyorum... Buna da, herhalde “Okur Saati” demek uygun olur...
 
AMAN KUMARA BİR ÇARE!
 
Son birkaç gündür, “Okur Saati”nde gelen telefonlar hayli yoğunlaştı... Meselâ, önceki akşam... “Bir-iki saat” içinde, “8-10 telefon görüşmesi” yaptığımı söylersem, mesele kendiliğinden anlaşılır...
Haa, gelen telefonların hepsi “Cemaat” veya “Dersha-neler”le ilgili değil... Meselâ, adı bende saklı bir vatandaş; “kumar” ile yeteri kadar mücadele edilmediğini, İstanbul’daki “binlerce kahve”de kumar oynatıldığını, “20 yıldır kumar oynayanlardan birisinin de kendisi olduğunu” ama “eşiyle boşanma noktasına gelince” aklının başına geldiğini söyleyip, ekliyordu:
“Kahvelerde tombala, poker... her şey var... Gece çalışma ruhsatları olmadığı halde çalışan kahveler var... Polisler buna göz yumuyor... Geliyorlar, çaylarını-kahvelerini içip gidiyorlar.
Açık ve net söylüyorum;
Eğer kumar ile ciddi mücadele yapılırsa, Aile İçi Şiddet de en az seviyelere iner... Zira, eşlerini döven, evlerinde terör estiren ve çocuklarına şiddet uygulayan babaların çoğu, bilesiniz ki kumar oynuyordur.
Benim de eşim ve 3 çocuğum var... Daha düne kadar ben de şiddet uyguluyordum...
Ne olur;
Aile Bakanı’mızı uyarın... Aile İçi Şiddet’le mücadele etmek istiyorsa, önce kumar illeti ile mücadele etsin!”
 
HERKES MEMUR OLURSA!
 
“İhracatçı” olan Çorumlu okurum Orhan ise, “dershane tartışması”nın bir başka boyutunu getirdi gündeme...
“Niye herkes üniversiteye gitmek ve üniversite diploması almak zorunda” diye girdi söze ve ekledi:
“Ben, hatırı sayılı bir ihracatçıyım... Ama her gün 2 oğlumla birlikte gece 24.00’e kadar çalışmak zorundayım!
Niye?..
Çünkü, eleman bulamıyorum... Delikanlı üniversiteyi bitirmiş, kariyer yapmış ama benim işime yaramıyor!..
Ne ilginç değil mi;
Ben eleman bulamıyorum, üniversite mezunu da iş arıyor, ama bulamıyor!..
Bence, herkese üniversiteli olma veya üniversiteyi bitirme gibi bir hedef verilmemeli... Bırakın da, bazıları lise mezunu olarak kalsınlar, iş hayatında ara eleman olarak rol alsınlar.
Ben, bir vatandaş olarak, ömür boyu memur beslemek istemiyorum arkadaş!.. Herkes memur olacaksa, işçi kim olacak, kalfa kim olacak, usta kim olacak?.. Bugün, Türkiye’nin en büyük ihtiyacı memurlar değildir, ara elamanlardır!..
Dershanelerin tartışıldığı şu günlerde, benim bu önerimi de kayda geçirirseniz, sevinirim...”
 
CEMAAT OY VERMEZSE!
 
Evet, “talep”ler ve “görüş”ler böyle...
Ama itiraf etmeliyim ki; “telefon”ların çoğunluğu “Dershane” ile, dolayısıyla “Hükümet-Cemaat gerginliği” ile ilgiliydi...
Soruyordu okurlarım;
“Bu kavga nereye kadar?”
Cevabı da kendileri veriyordu:
Cemaat’in başlattığı ve “kara propaganda” olarak adlandırılan “Hükümet’i yıpratma kampanyası”nın sonunda; “Şu anda alternatifi bulunmayan Başbakan Tayyip Erdoğan”ın gücü zayıflatılırsa, “diğer cemaatler” buna sessiz kalmaz ve “Erdoğan’ı zayıflatma”nın hesabını sorar... Cemaat, acaba kendisine yöneltilecek “taarruz”lara direnebilecek midir?..
Ve yine; Cemaat “ısrarla ve inatla” devam ettirdiği “yıpratma kampanyası”na rağmen, “Hükümet’in gücünü kıracak bir varlık gösteremez” ise; bugün “gözlerini karartmış” olanların yüzleri acaba seçimden sonra “kızarır” mı?..
Ne yani;
Cemaat oy vermezse, Hükümet düşecek mi?.. Vermesinler!.. Eğer “emir-komuta ile oy” veriyorlarsa, eğer “kendi iradelerini kullanamıyorlar” ise, vermesinler!..
Ki, “güç”lerini sınasınlar!..
Hani, bugünlerde “Silivri’de” olan Tuncay Özkan, bir zamanlar, sahibi olduğu televizyon ekranında bas bas bağırırdı;
“Biz kaç kişiyiz?”
Cemaat de bağırsın;
Ki, “kaç kişi” olduklarını görelim!..
 
DERSHANECİ KESİLENLER!
 
Bazı okurlarım ise, “CHP’nin Esat’çı-lığı”nı hatırlatıp, dedi ki;
“CHP’liler, sırf Tayyip Bey’e düşmanlıkları yüzünden Beşşar Esad’ın yanında yer aldılar, onunla Şam Hatırası bile çektirdiler.
Görünen o ki;
Fethullah Hocaefendi’den, Cemaat’ten ve Hizmet hareketinden nefret edip, isimlerini iğrenerek ağızlarına alanların hepsi, son günlerde birdenbire dershaneci oluverdi!..
Hizmet’e bayılıyorlar,
Dershanelere hayranlar!..
Niye?..
Çünkü Tayyip Erdoğan düşmanlığında birleştiler... Tıpkı, Tayyip Bey düşmanlığı yüzünden Esat’çı ve Sisi’ci olmaları gibi!”
Ne günlere kaldık Yarabbi;
Bugünleri de mi görecektik?..
 
AYET’LERİ YANLIŞ ANLAMA!
 
Bazı okurlarım da; “Fethullah Hocaefendi’deki değişim”in, “dershaneleri dönüştürme” girişiminden “çok daha önemli” olduğunu vurgulayıp, Hocaefendi’nin; Amerikan dergisi “The Atlantic”e verdiği “mülakat”ı hatırlatıyordu.
Diyorlardı ki;
The Atlantic dergisi Fethullah Hocaefendi’nin, Anti-Semitizm ve Yahudilerle ilgili görüşlerini yayınlamıştı...The Atlantic’in, “Anti-Semitik” olup olmadığı şeklindeki sorusu üzerine Fethullah Hocaefendi; “daha önce Kur’an ayetlerini yanlış anladığını” söyleyerek, sonradan “Yahudilere dair bakışının değiştiğini” açıklamıştı.
Hocaefendi, aynen şöyle demişti:
“Kemali samimiyetle itiraf etmek lazım ki (Yahudilerle ilgili) ayet ve hadisleri yanlış anlamış ve yaptığım izahlarda yanılmış olabilirim. Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki Kur’an’da veya sünnette yer alan (Yahudilere yönelik) eleştiri ve lanetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristliğe yapılıyor.”
Dergi, İsrail Baş Hahamı Eliyahu Bakshi Doron’un 25 Şubat 1998 yılında İstanbul’da Fethullah Hocaefendi’yi ziyareti sırasında çekilmiş bir fotoğrafı da arşivden bulup yayınlamıştı...
Fotoğrafta, Başhaham Doron, Hocaefendi’ye “bir çini vazo” hediye ederken görülüyordu.
İşte bu “fotoğraf”a ve “Hocaefendi’deki değişim”e dikkat çeken okurlarım, merakla soruyorlardı:
“Hocaefendi bunun için mi dönemiyor Amerika’dan?.. Firavun’ları, Karun’ları, bunun için mi söylemek zorunda kalıyor?..
Bu mu bizim Hocaefendimiz?..”
 
İSLAMî Mİ, İNSANî Mİ?
 
Kimi okurlarım da; “sanki ben okumamışım” gibi, yazarımız Mehtap Yılmaz’ın 18 Ağustos tarihli yazısından pasajlar aktarıp, diyorlardı ki;
l “Eleştiri Başbakan’ı hedef alınca demokratik hak, cemaati hedef alırsa fitne fesat diye tanımlayacaksınız... Hükümete karşı çok yönlü operasyon yaparken, hükümet bize operasyon yapıyor diye ortalığı ayağa kaldıracaksınız...
l Zekâtı, fitreyi, kurbanı, deriyi İslâm adına toplayıp, sonra da “Hizmet, İslâmi bir hareket değil, insani bir harekettir” diyerek İslâm’ı taca atacaksınız.
l Anadan, babadan, yardan geçip yurtdışına hizmet gönüllüsü olarak giden gençleri Allah için yollayacak, sonra da “eğer bu hareket dini bir hareket olsa, BM’ye üye bütün ülkelerde nasıl olur da insanların gönlüne girilir” diyerek dinle göbek bağını kesip atacaksınız...
l Başbakan’ın, Gezi teröristlerine “çapulcu” demesini kınarken, “İsrail’in Filistin’deki katliamları”nı kınamayacaksınız...
l “Hizmet hareketi, siyasi bir hareket değildir” diye iddia ederken, Cemaatin kitle gücüyle Başbakan’ı tehdit etmeye kalkışacaksınız... Cemaatin namıyla bürokraside racon kesenlerin mağdur ettiği kişiler ağzını açınca dinlemeden, anlamadan “aforoz” edecek, “iftira ehli fitneciler!” diye damgalayacaksınız...”
 
“GELİN, TÖVBE EDELİM”
 
Okurlarım;
Fethullah Hocaefendi’nin Sızıntı dergisinin Ağustos 2013 sayısında yayınlanan “başyazı”sını da hatırlatıyordu...
Dediklerine göre, Hocaefendi, o yazısında; “Kavgaları bir kenara bırakıp, herkesi barışa çağırmış!”
Hocaefendi, o yazısında; “Kin ve nefret söylemi”ni terk etmeyi tavsiye edip; “Öyle ise gelin, bütün günahlarımızdan tövbe edelim ve bir arınma süreci başlatalım” dedikten sonra, şöyle devam etmiş:
“Hakk’a saygısızlık günahı, insanlara kin ve nefret duyma günahı, fikirlere hürmetsizlik etme günahı, toplumun içine ihtilâf ve iftirak tohumları saçma günahı, karanlık görme, karanlık düşünme günahı, kendimizi masum, başkalarını mücrim kabul etme günahı, herkesi cehennemlik ya da yobaz sayma günahı, olumlu her hareketi baltalama günahı, kendi insani değerlerimizi tahrip etme günahı ve daha nice günahlar... Bence artık bütün bu günahlardan tövbe etme zamanı gelmiş olmalı.”
Okurlarım, işte bu “yazı”yı hatırlatıp, dediler ki;
“O halde bu kavga niye?..”
Hani “tövbe” nerede,
“Arınma süreci” nerede?..
Ve de;
Bir “kampanya” halinde sürdürülen “Dershane kavgası” bu “tövbe”nin, bu “arınma”nın neresinde?..
Hocaefendi, ilk önce “Firavun ve Karun” ithamlarından dolayı Başbakan Tayyip Erdoğan’dan bir “özür” dilemeli ve daha sonra da “28 Şubat Darbesi”nin en büyük mağdurlarından olan “Merhum Necmettin Erbakan”dan “helallik” istemeli değil midir?..
 
UYARI(!) VE CEVAP!
 
Evet, telefon eden, ya da “mail” gönderen okurlarım, bana bunları hatırlattı, bunları söyledi...
Peki ben ne söylüyorum?..
Sırası gelmişken, bir çift söz edeyim... Bana “telefon” eden, ya da “mail” gönderen birçok insan, zaman zaman “tavsiye”de, zaman zaman da “uyarı”da bulunur... Kimisi “görüşünü açıklar”, kimisi de “görüşlerini dayatmaya” çalışır...
Ben de, “sadece dinlerim” veya gerekirse “kendi kanaatimi” açıklarım...
Okurlarımdan öğrendim ki;
Önceki gece, A Haber’deki “% 100 Siyaset” programında, Yenişafak yazarı Salih Tuna da; “Beni aradığını, Fethullah Hocaefendi konusunda uyardığını” söylemiş...
Doğrudur... Geçenlerde aradı.
Ve dedi ki;
“Fethullah Hocaefendi’yi Tayyip Erdoğan’dan özür dilemeye çağırmışsın... Hiç yaşlı-başlı bir adamın özür dilemesi yakışık alır mı?”
Bunun adı “uyarmak” ise, uyardı...
Ama ben onu bir “rica” olarak yorumladım ve kendisine dedim ki;
“Bir insanın yaşlı-başlı olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı’na Firavun, Karun ve Tımarhanelik Deli deme hakkını vermez... Eğer bu gerilimin sona ermesi isteniyorsa üzgün ve kırgın gönüllerin tamiri için bir özür dilenmelidir.”
Olay budur.
Ben “dost”lardan, “arkadaş”lardan ve “kardeş”lerden gelen “talep”lere, “rica”lara, “tavsiye”lere ve hatta “uyarı”lara kulaklarımı tıkamam... Ama, “doğru bildiklerimi” söylemekten de şaşmam!..
Hâlâ da aynı görüşteyim...
Hem sonra;
“Kavgayı ben başlatmadım” ki!..
Kim başlattıysa;
Onlar bitirsin!..
 
 
 
 
İzmirli vatandaş denizde değil, suda boğuldu!
“Tabiî afet”in “şaka”sı, “ironi”si, “ti”ye alması olmaz... Deprem, yangın, kar ve selin nereye ne zaman vuracağı belli olmaz... Bir gelir İstanbul’u vurur, bir gelir Ankara’yı... Ya da, önceki gün olduğu gibi İzmir’i vurur... Öncelikle İzmir halkına “geçmiş olsun” diyor, “selde boğulup ölen” vatandaşa da, Allah’tan rahmet diliyorum.
Ama, bu vesileyle “CHP’ye” ve “CHP’nin yoldaşı medya”ya bir çift sözüm var... Ankara veya İstanbul’u “sel” basınca Melih Gökçek ve Kadir Topbaş’ı hedef alıp demediğini komayan, dahası meselâ Alibeyköy sel baskınına uğradığında “Alibeyköy oldu Alibeygöl” diyen sizler, İzmir’i sel basınca, niye dut yemiş bülbüle döndünüz?.. Acaba; “İzmir’in Belediye Başkanı CHP’li” diye mi?.. Tamam, “ideolojik yandaşlık” yapıyorsunuz da, “Sel’in ideolojisi” olmaz ki!..
Alın işte, “İzmir battı!”
İzmir halkı, “ideolojik davranmayı” bırakmalı ve 30 Mart’ta “İzmir’i bataktan çıkaracak” bir adaya oy vermeyi düşünmelidir!.. O aday, belki; “Derebüs”lere karşı “Metrobüs”leri, “Kent-SEL dönüşüm”e karşı “kentsel dönüşüm”ü başlatır.
 
yeniakit

Bu yazı toplam 974 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar