Korona Virüs Hakkında Kur'an ve Hadisler Ne Diyor?

KORONA VİRÜS HAKKINDA KUR’AN VE HADİSLER NE DİYOR?
Hepinizin kabul edeceği gibi, daha önce bilinmeyen, yeni ortaya çıkıp kendisine orijinal bir ad verilen korona virüs ifadesinin Kur’an ve Sünnette geçmesini beklemek, doğru değildir. Ama, insanlığın ihtiyacı olan her konuda hüküm bildiren, dünya nizamı ve yaşama biçimi olan dinimizin bu konuyu enine boyuna ele almaması mümkün değildir. Korona virüs hakkında herkes konuştu. Daha çok devlet yöneticileri ve tıpta uzman olanlar olmak üzere, bilgi ve duyuru kirliliği yaşıyoruz. Ama, maalesef bu virüs hakkında Allah ne diyor, Rasulullah ne diyor, önemsenmedi, merak edilip araştırılmadı. Bu yazıda “bu virüse dinimiz nasıl bakıyor, nasıl bakmamızı istiyor?” sorusuna cevap aramaya çalışacağım. Kur’an’da olayın sünnetullah boyutu ve genel olarak musîbetler konusunun nasıl ele alındığı, hadislerde geçen tâun kavramının bizim konumuzu anlattığını ele almak durumundayız. Hadislerde geçen “tâun”, bulaşıp yayılan her hastalığa verilen addır. Veba da denilir. Bugünkü korona virüs de tâun ve vebâ olarak ifade edilir.
KARANTİNAYI DÜNYADA İLK OLARAK RASÛLULLAH EMRETTİ
“Karantina” kelimesi, sözlükte “yolcuların gözetim altında tutulma süresi” demek olan ve İtalyanca “kırk” anlamına gelen quarantenadan gelir. Bulaşıcı hastalıklar sebebiyle çeşitli tedbirlerin alınması ve hastalığa yakalanmış olanların tecrit edilmesi anlamında kullanılır.
“Bir yerde veba olduğunu işitince oraya girmeyin; bulunduğunuz yerde veba çıkacak olarsa, ondan kaçmak için orayı terk etmeyin.” (Buhârî, Tıb 30)
“Tâun, bir yerde zuhur ederse siz de orada bulunursanız, ondan kaçmak için oradan çıkmayın!” (Müslim, Selâm 92, hadis no: 2218)
Aynı şekilde cüzzamlı hastalardan kesinlikle uzak durulmasını isteyen Rasûl-i Ekrem (Buhârî, Ṭıb 19), kendisine biat etmek üzere Medine’ye gelmekte olan Sakīf kabilesi heyetinde cüzzamlı bir hastanın bulunduğunu haber alınca onun geri dönmesini istemiş ve biatının kabul edildiğini bildirmiştir (Müslim, Selâm 126; İbn Mâce, Tıb 44). Hz. Peygamber, hastalıklı hayvanların sağlıklı hayvanlardan ayrı tutulması gerektiğini de belirtmiştir (Müslim, Selâm 104-105; Ebû Dâvûd, Tıb 24).
Mikrop diye küçük canlı organizmalarının varlığının kimse tarafından bilinmediği bir zaman diliminde, Rasûlullah (s.a.s.) mikropları, virüsleri tanıdığı, onların insandan insana hastalıkları bulaştırdıklarını bildiği gibi, çözümün karantina olduğunu söylemiş ve insanlığa tıb yönüyle büyük yol açmıştır. Mikroskobun bulunmasıyla, mikro organizmaların varlığının bilemsel yönden kesinlik kazanması 17. Y.Y.’ın ikinci yarısına aittir. Batının bu buluşundan en az bin sene önce, 7. Y.Y.’ın ilk yarısında Rasûlullah hastalıkların nasıl bulaştığını ve nasıl yayıldığını tespit etmişti. Evet, dünyada ilk defa mikropları en doğru şekilde tanıyan, hastalıkların onlar aracılığıyla bulaştığını tespit edip çözümünün de karantina olduğunu belirten zât, Peygamberimizdir. Bundan on dört asır önce bu bulaşıcı hastalığı doğru tanımlayıp doğru çözüm yolu göstermesi, onun kendi kendine yapabileceği bir şey değildir.
“…Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini sana öğretmiştir. Sana Allah’ın lutfu gerçekten büyük olmuştur.” (4/Nisâ, 113). Salât ve selâm olsun ona…
RASÛLULLAH’IN EMRİNE UYULSAYDI, BU VİRÜS ÇIKTIĞI YERDE YOK EDİLECEKTİ
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasulullah’ın emrine uyulmuş olsa ve bulaşıcı hastalık olan yerden kimse başka bir yerleşim yerine çıkmamış olsaydı, bu belâ dünyaya yayılmayacaktı. Rasûlullah, sadece belirli bir zümreye değil; âlemlere rahmet olarak gönderilmişti çünkü. Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderilen peygamberimize (4/Nisâ, 64) insanlar, itaat etmedikleri için böyle bir belâya çarptırılıyorlar. Rasûlullah’ın karantina emrine uymamak, hem Allah’a itaatsizlik, hem peygamberine ve hem de Allah’ın tabiattaki kanunlarına, O’nun değiştirilemeyecek olan sünnetine karşı çıkmak demektir. O yüzden cezası da ağır olacaktır. Bunun cezası genel anlamda şöyle belirtilir:
“Rasul’ün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın (fitnenin) gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar!” (24/Nûr, 63).
Mecburiyet hissettiklerinden ve ölümden korktukları için insanlar, başlarındaki yöneticilere ve küresel yönlendiricilere kesin bir itaat içindeler. Biz müslümanlar, devlet “evde kal!” demese bile, devletin yasak koymasından önce, Rasulullah’ın koyduğu yasağa uymalıyız. Rasûl’e bu konuda ve Kur’an’ın hayata geçirilmesine yönelik onun emirlerine ve örnekliğine muhâlefet etmenin cezası, başına belâyı bulmak veya can yakan bir cezaya çarpılmaktır.
KUR’AN’IN TEMİZLİK KONUSUNDAKİ EMİRLERİNE UYULSAYDI, BU VİRÜS ORTAYA ÇIK(A)MAZDI
Dinimiz, temizliği iman ile irtibatlandırmış, nice ibâdeti temizlik şartıyla kabul edileceği açıklanmış, maddî temizlikle birlikte mânevî temizliği, gönlün arınmasını da öne çıkartmıştır. Temizliği imanla bağlantılı olarak, imanın yarısı şeklinde ele alan dinimiz, temizliğin kendisini de ibadet saymıştır. Abdest, gusül ve teyemmüm bu ibadetlerdendir. Temizlik hakkında çok şümullü alanları sayarak her alanda temizliğe önem vermeyi emretmiştir. Yemek öncesi ve sonrası ellerin yıkanmasını isteyerek, abdest ile, el ve yüz temizliğine dikkat çekmiş, tuvalette su kullanmayı ve çıkışta mutlaka elleri yıkamayı emretmiş, diş temizliği üzerinde ısrarla durmuş, gıdaların temiz olması gerektiğini hükme bağlamış, temizlik için sol eli kullanmayı emretmiş, aksırınca mendil kullanmayı veya sol elini kullanmasını istemiştir. Tırnak kesmeyi, etek ve koltuk altı tıraşı ve temizliğini istemiştir. Bütün bunların yanında çevre ve mekân temizliği ile ilgili hükümler bildirmiş, meydanların ve piknik alanlarının temizliğinden bahsetmiştir. Dinimizin çok kapsamlı olarak ele aldığı ve çok önem verdiği bu temizlik, bütün boyutlarda uygulansaydı, hiç korona görülür veya görülse bile üreyebilir miydi?
“…Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.” (2/Bakara, 222)
"Temizlik, imânın yarısıdır” (Müslim, Tahâre 1)
"Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler." (Buharî, Savm 27)
"Ey iman edenler; size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, şâyet sadece Allah'a ibâdet ediyorsanız O’na şükredin" (2/Bakara, 72)
ALLAH’IN İZNİ OLMADAN, O’NDAN BAĞIMSIZ HİÇBİR MUSÎBET OLMAZ!
“Allah’ın izni olmadan başa gelen bir musibet yoktur. Kim Allah’a iman ederse Allah onun gönlünü doğruya yöneltir. Allah her şeyi bilmektedir.’ (64/Teğâbun, 11)
“De ki: Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiç bir şey isabet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler.” (9/Tevbe, 51-52)
BU VİRÜS, İLÂHÎ CEZÂ VE AZAPTIR!
“İnsanların, kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde bozulma/fesad ortaya çıkmıştır. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.” (30/Rûm, 41)
“Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp), üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman, onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44)
“Yoksa kötülüklere batıp yara alanlar, kendilerini; iman edip salih amellerde bulunanlarla bir tutacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar.” (45/Câsiye, 21)
“Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!” (29/Ankebût, 66)
HADİSLERDE KORONA VİRÜS’ÜN CEZÂ OLDUĞU ÇOK DAHA NETTİR
Hadislerde geçen “tâun” ve “vebâ” kelimesi; Arapçada her türlü bulaşıcı ve yayılan hastalık için kullanılan genel bir isimlendirmedir. Bugünkü korona virüs de bu kapsamdadır.
“Tâun azap alâmetidir. Allah onunla kullarından bazı kimseleri imtihan eder...”(Müslim, Selâm 93)
“Tâun, bir ricz yahut bir azaptır. Benî İsrail’e yahut sizden öncekilere gönderilmiştir…” (Müslim, Selâm 92, hadis no: 2218)
Eski Ahid'in çeşitli yerlerinde İsrâiloğulları’nın isyankâr davranışlarının Allah’ın gazabını üzerlerine çektiği, bu sebeple veba ile cezalandırıldıkları ifade edilir (Sayılar, 16/44-48; Tesniye, 28/20-21; Mezmurlar, 78/50; 106/29). Bazı müfessirler, Kur’an’da (el-A‘râf 7/130-135) Hz. Mûsâ’ya inanmayan Firavun ve Mısırlılar’ın üzerine gönderildiği bildirilen tûfan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gibi musibetler için kullanılan “ricz” kelimesini tâun olarak açıklamıştır (Taberî, VI, 41).
“Veba hastalığı bulunan yere yaklaşmakta helâk vardır.”(Ebû Dâvud, Tıb 24, hadis no: 3923)
BU CEZÂNIN GEREKÇESİ NE?
İNSANLARIN KENDİ SUÇLARI: “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)
FESAD: Allah yeryüzünün ifsad edilmesine izin vermiyor: “İnsanların, kendi elleriyle yapıp-ettikleri yüzünden karada ve denizde bozulma/fesad ortaya çıkmıştır. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır.” (30/Rûm, 41)
ŞIMARIKLIK VE AZGINLIK: “Kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman, onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (6/En’âm, 44)
NİMETLERE NANKÖRLÜK, LÜKS, ZEVK U SEFÂ: “Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!” (29/Ankebût, 66)
KENDİLERİNE YAPILAN UYARILARI UNUTMALARI (6/En’âm, 44)
FUHUŞ VE HARAMLAR: “Bir kavimde fuhşiyat (zinâ ve diğer haramlar) zuhur eder ve açıktan işlenirse, aralarında veba ve daha önce gelip geçmiş olan atalarında görülmeyen (AIDS gibi, Koronavirüs gibi) hastalıklar zuhur eder.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman 5/22, 23)
BU VİRÜS, MÜ’MİNLERE RAHMET OLABİLİR Mİ?
“Tâun (Veba, Virüs) hastalığı, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu mü’minleri rahmet yaptı…” (Buhârî, Tıb 31, Enbiyâ 54, Kader 15; Müslim, Selâm 97; Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 358)
NASIL RAHMET OLUR?
“Nice hoşlanmadığınız şey vardır ki, o sizin için hayırdır… Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216). Bu musibetleri uyarı olarak ele alır, kendi yaptıkları suçların bir cezası olarak, bu musibetleri bir uyarı olarak ele alır, muhasebelerini yapıp kendilerini hesaba çekerek tevbe etmeleri, Allah’a yönelip O’nun razı olacağı inanç ve amel içinde olmaya söz verdikleri zaman, rahmet olur. Böyle bir musîbetle sınandığında, tevhidî bir iman içinde, Allah’ın takdirinden başka bir şeyin kendisine isabet etmeyeceğine inarak sabredip bulunduğu yerde aşırı korkulara kapılmadan ve isyan etmeden beklerse, işte o zaman bu musibet rahmet olur.
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) tâundan sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “O, sizden öncekilere Allah’ın gönderdiği bir azaptı. (Şimdi) Allah onu mü’minlere bir rahmet yaptı. Eğer bir kul tâuna tutulur da bulunduğu yerde sabrederek bekler, Allah’ın takdirinden başka kendisine bir şey isâbet etmeyeceğini bilirse, o kimseye şehid ecri kadar sevap verilir.” (Buhârî, Tıb 31, Enbiya 50, Kader 15; Müslim, Selâm 97; Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 358).
Hz. Âişe (r. anhâ): “Tâundan kaçmak, harpten kaçmak gibidir.” demiştir.
NANKÖR İNSANLARIN BU TÜR MUSİBETLERDEN İBRET ALMAYIŞLARI
“Hiç olmazsa verdiğimiz bu musibetler başlarına geldiğinde boyun eğip yalvarsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi.” (6/En’âm, 43)
"Allah (size, her çağda benzerlerini görebileceğiniz) bir örnek veriyor: Bir memleket vardı. (Halkı) Güven ve huzur içinde yaşıyordu. Rızıkları da dört bir yandan bol bol geliyordu. Derken bunlar, Allah'ın (emirlerine başkaldırarak, O'nun) nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah, (bir âfet gönderdi ve) işledikleri (günahlar) yüzünden, tüm ülkeyi kasıp kavuran açlık ve korkuyu onlara tattırdı." (16/Nahl, 112)
“Onlar gemiye bindikleri zaman, dini yalnızca O'na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak, Allah'a yalvarıp yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca, hemen şirk koşarlar.” (29/Ankebut, 65)
“İnsanların başına bir sıkıntı gelince yalnız rablerine sığınarak O’na yalvarırlar; sonra onlara kendi katından bir nimet tattırdığında bakarsın ki bir kısmı kalkıp rablerine şirk/ortak koşar.” (30/Rûm, 33)
“Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi sefânızı sürün; ama yakında bileceksiniz!” (30/Rûm, 34)
“…Kendi elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir belâ gelse hemen ümitsizliğe düşerler.” (30/Rûm, 36)
“Yine, insanlar içinde kimileri vardır ki, Allah’a şartlı olarak kulluk eder; öyle ki kendisine bir iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur, ama başına bir imtihan sıkıntısı gelse hemen yüz çevirir. Böyleleri dünyasını da âhiretini de yitirmiştir ve apaçık hüsran işte budur. Allah’ı bırakıp kendisine ne zarar ne de yarar sağlayabilen şeylere yalvarıp yakarır. Sapkınlığın en uç noktası da işte budur. (Bir de) o, zararı yararından daha yakın olan varlıklara yalvarıp yakarır. O ne kötü bir dost ve ne kötü bir arkadaştır!” (22/Hacc, 11-13)
“Kendilerine bahşettiğimiz şeylere karşı nankörlük etsinler, zevku safa sürsünler! Ama yakında anlayacaklar!” (29/Ankebût, 66)
SEBEBİ
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)
ÖZELLİĞİ
Kurunun yanında yaş da yanar: “Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”(8/Enfâl, 25)
KORKU; KİMDEN VE NE İÇİN?
Başka hiçbir konu yok, başka hiçbir kelime yok Korona Virüsten başka. Gazete sayfalarında o, radyoyu aç o, TV.’ye bak o, internete gir o. Bir ay içinde medya 40 binden fazla haber yapmış bu virüs hakkında. Halkın da başka bir şey konuşmadığını, kendinizin de kalabalığa uyduğunuzu kabul edersiniz sanırım.
Medya, devlet, derin devlet, devletleri de sömüren karanlık güçler hep korku ile besleniyor, vampirin kanla beslendiği gibi. Korkuyorlar ve korkutuyorlar. Bu korku, nice psikolojik hastalıklara sebep olacaktır, ama esas zarar mânevî dünyamıza, inancımıza olmaktadır.
Eyvallah bu virüs zararlı, tedbir de alınmalı. Tamam da, bu virüsü bahane ederek insanları ölmeden öldürmeye kalkanları, bunun yarınları dizayn etmek isteyen karanlık güçlerin bir oyunu olduğunu, oyuna gelenler fark edemiyor.
Rabbimiz bizi bazı şeylerle sınayacağını bildiriyor. Bu konuda saydıklarının ilki korkudur (2/Bakara, 155).
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarından korkutur (kendi dostlarını korkutur). Mü’min iseniz, gerçekten iman etmiş iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” (3/Âl-i İmrân, 175)
“Kim Benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır." (2/Bakara, 38)
Vehim, stres, bunalım, fobi gibi her çeşidinin bolca örneklerini gördüğümüz çağdaş hastalıklar, çoğunlukla kaynağını korku damarından almaktadır. Kontrolden çıkmış ve sürati ayarlanamamış korku aracının, içindeki insanı götüreceği dünya durakları bunlar olduğu gibi, ondan sonrası daha da korkunç olacaktır. Fıtrî olan insandaki korku hissi, aslında hayatın koruyucu bir zırhı ve takvâ boyutu ile cennete götüren füze iken; imanla, akıl, şuur ve irâde ile kontrol edilememişse, hayatı tahrip eden bir musîbete dönüşecek ve içindekini cehenneme götürecektir. Yanlış ve yersiz korku, insanı her iki dünyada da rezil edecek; Takvâ, huşû ve haşyet kelimeleri ile ifade edilen Allah korkusu ise dünyada izzet, kahramanlık, gazilik ve şehidlik gibi rütbeler; âhirette de bir değil, iki cennet sahibi kılacaktır.
Zâlim müstekbirler, tarih boyunca tedhiş, zulüm, baskı gibi şiddetli korkutma araçlarını etkili bir silâh olarak kullanıp halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdir. Bu günkü dünyada bu kontrol ve yönlendirme daha ustalıkla yapılmakta, yöntem ve araçlar daha modern şekillerde insandaki korku hissine emperyalist amaçlar çerçevesinde yön vermektedir. İslâm, insanı korku sebebiyle zâlimlere esir olmaktan kurtarmak için, sadece Allah’tan korkmayı esas almış, ruhlarda bu anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah korkusunun gereği gibi yerleştiği kalplerde başka kimselerden ve herhangi bir şeyden gerçek anlamıyla korku olmaz. Mü’minde dünyevî korkular, gerçek korku değil; mecâzîdir, bir çeşit tedbirden ibarettir. Mü’min bilir ve inanır ki, Allah kendisini korku ile imtihan etmektedir (2/Bakara, 155). Kimlerin ve nelerin korkusunu ne oranda kalbine yerleştireceği ile sınanmaktayız.
Yalnız, korku ile tedbiri karıştırmamak gerekir. Korku, kalp ve duyularla ilgilidir; tedbir ise davranışlarla ilgili. Gerçek mü’minlerin Allah’tan başka hiç kimseden korkmayışları, onların tedbirsiz olmalarını gerektirmez.
ECEL GELMEDEN KORONA DA ÖLÜM SEBEBİ OLAMAZ!
Bu aşırı korku, genellikle ölüm korkusudur. Hâlbuki Allah eceli takdir etmiştir. Kimse eceli gelmeden ölmez.
“Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu, Allah’ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi içindir. Allah kalplerde olanı bilir.” (3/Âl-i İmran, 154)
“Allah’ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır.” (3/Âl-i İmrân, 145)
“Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.” (16/Nahl, 61)
“Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.” (3/Âl-i İmran, 145)
“Bir canlının eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz; Allah işlediklerinizden haberdardır.” (63/Münâfikun, 11)
İMTİHAN VESİLESİDİR; BAZILARI BUNUNLA SAPAR, BAZILARI DA HİDÂYETE YÖNELİR
"Ey Rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah'ım? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin." (7/A'râf, 155)
“Tâun azap alâmetidir. Allah onunla kullarından bazı kimseleri imtihan eder. Onu işittinizmi, bulunduğu yere girmeyin. Bir yerde zuhur eder de, siz de orada bulunursanız ondan kaçmayın.” (Müslim, Selâm 93)
KADERLE İLİŞKİSİ; TÂUNA KARŞI TEDBİR ALMAK, KADERDEN KAÇMAK DEMEK MİDİR?
Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında Şam civarında büyük bir veba salgını yaşanmıştır. Hicrî 17 veya 18; milâdî 639 yılındaki Amvâs tâununda içlerinde Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Muâz bin Cebel gibi sahâbenin ileri gelenlerinin de bulunduğu 25-30.000 kişi ölmüştür (İbn Kesîr, VII, 79 vd.). Çoğunluğu ashâb olan binlerce mücâhid, savaş yapmak için geldikleri bugünkü Ürdün topraklarında vebâdan ölüp o topraklara gömülmüştür. Suriye bölgesi ordu kumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh tarafından Şam-Hicaz yolu üzerindeki Serğ kasabasında karşılanan Hz. Ömer’e Şam’da veba çıktığı haberi verilince vebanın olduğu yere gitmemiş, kendisine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diyen Ebû Ubeyde’ye Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine sığındığını söylemiştir (Buhârî, Ṭıb 30; Müslim, Selâm 98-100).
ÇÖZÜM, ŞİFÂ ALLAH'IN ELİNDEDİR
“Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur…” (10/Yûnus, 107 ve bkz. 6/En’âm, 17)
“…Gördünüz mü, haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, rahmetini tutup önleyebilirler mi?' De ki: 'Allah, bana yeter. Güvenenler (tevekkül edenler), yalnız O'na güvenip tevekkül etsinler.”(39/Zümer, 38)
"Hastalandığım zaman, O'dur bana şifa veren." (26/Şuarâ, 80)
"Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!" (7/A’râf, 23)

Bu yazı toplam 902 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar