Dilipak : Biz Nerede Yanlış Yapıyoruz!

Dilipak : Biz Nerede Yanlış Yapıyoruz!

Abdurrahman Dilipak: Övünmeyi bırakıp biraz düşünmemiz gerek; biz nerede yanlış yapıyoruz diye?

Bir kobay faresi düşünün. Ve bir labirent. Labirentin çok girişi ve iki çıkışı olsun. Siz fare değilsiniz, Labirente yaklaşmayın, çıkamazsınız. Oraya sizi ihtiras, hayal, öfke, korku ve aşkınızla yönlendirirler. Siz korktuğunuzdan emin olmak ve arzularınıza vasıl olmak istersiniz. Labirente giden yolda hep sopa ve havuç göreceksiniz. Gideceğiniz yolda “Pavlov’un köpekleri” gibi eğitilir bu yolun yolcuları. Şeytan vadisinden geçer bu yol. Vadiden yokuş aşağı koşar gibi giden insanlardan geri dönen yok gibidir. “Gidenin her biri memnun ki yerinden dönen yok seferinden” diye şarkılar mırıldanır bu cehennem vadisinin yolcuları.

Labirente herkes kendini ifade eden bir renkle boyanmış, sembollerle donatılmış, adeta gökkuşağının altında geçerek girersiniz. Müzik olarak caz, naz, borazan, çan, ilahi herşey var. Ve labirentten geçerken dikkat edin düşüncelerinizi okuyan sensörler vardır ve sizin suali mukadderlerinize cevap verecek uygun profilde kişiler vardır. Labirenti kurgulayanlar, dindar için mescid, ya da LGBT’liler için uygun mekanlar da hazırlamışlardır. Çünkü onların kadrosunda şeyh de var fahişe de. Hani bize denmişti ya, “Şeytan bizi Allah’la aldatmasın” dikkat edelim. Labirentin sonuna geldiğinde 3 kapıda şeytanın 3 atlısı sizi bekler olacak. Ya şeytanın ordusuna asker yapılırsınız, ya ölüm vadisine atılırsınız. Ya da sonunda bu iki kapıdan birisine çıkışı olan bekleme odasına alınırsınız. Aslında Grip-19 sürecinde insanoğlu böyle bir teste tabi tutuldu. Ve sonuç ortada. Şeytanın kirli oyunu uyananlar tarafından bozuldu da, şeytanın labirenti çökmeye başladı ve yola çıkanlar panik içinde ne yapacağını bilmez haldeler. Artık kime ve neye inanacağını bilmeyen kalabalıklar sokaklarda. Yaşadığımız süreçte daha buna benzer bir çok labirentler var.. Komünizm, kapitalizm ve faşizm hepsi böyle bir labirent için yine aynı lanetli güç tarafından üretildi. Bizi balık gibi görenler, bu vadide; demokrasi, laiklik ve özgürlük maskesiyle dolaşıyor.

Halkı yönetenler, halkı yönetirken onları “uysal koyun“ haline getirip sürüleştirirseniz, (siz çoban olursunuz, onlar sürü olur). O zaman onları güdülemeniz gerek. Birilerinin sizi gütmesini istemiyorsanız, Moliere’nin “Tartuffe”sini okumanız gerek. 1664 yılından bir tecrübe de olsa, soyluların halkı kandırmak için kutsalı ve kiliseyi nasıl kullandıklarını bilmek, bazı gerçeklerin farkına varmak için bir fırsat olabilir. Tabi onlar Westefelya sürecinde, kilisenin otoritesini zayıflatmak istiyorlardı. Ama bu dindarları eleştirirken, onların günahlarını yüzlerine vururken, Dine, hakikat arayışına karşı bir şeytani vadiye bizi savurmamalı. Sonra dinin yerini, ideoloji alır, bilim alır. Sonunda dönüştürmek isteyenler de dönüşürler. Bu defa aynı melanet bilim adına, ideoloji adına da yapılabilir. Sonunda şeytan binbir suratlı bir mahluk. O her ortamda, geçerli olan bir kimlikle ortaya çıkabilir. Kim neyi kutsarsa kutsasın o şeytan, kendini o şekilde yeniden tanımlayacak, benzemeyecek ama herkesi kendine bezetecektir. Pandemi sürecinde şeytanın politikacıları, bürokratları, media’yı, iş dünyasını ve bilim adamlarını şeytanın nasıl kullandığını görmedik mi?

Devleti yönetme iddiasında olanların, devlet işlerindeki fırtınaları önceden kestirebilmeleri yerinde olur. Ülkede ve dünyada olup bitenleri, görmezden, bilmezden, duymazdan gelme hakkınız yoktur. Genellikle müşavirlerin, çevresini kuşatan tipler, sulta sahibinin gözünü kör, kulağını sağır, aklını zail ederler. Onun için lider, örgüt ve yöneticilerinize hemen, her konuda “Raina” demeyeceksiniz, “Unzurna” diyeceksiniz. Yoksa yöneteniniz ya da o din büyükleriniz, ruhbanlarınız, ruhanilerinizi ilah ve rab konumuna yükseltirsiniz ve onlar da kendilerini öyle gösterirler ya da öyle zannetmeye başlarlar. Bu fırtınalar en çok bütün güçlerin dengede olduğu zamanlarda azar, tıpkı doğadaki fırtınaların da gece ile gündüzün eşit olduğu gündönümü zamanında azması gibi. Fırtına kopmadan önce nasıl birtakım uluyan rüzgârlar çıkar, deniz için için köpürürse devlette de böyle olur. Bacon (1561-1626)’un “Ayaklanmalar ve toplumsal kargaşalar üzerine” isimli bir denemesindeki uyarılarını bir kez daha hatırlatmak isterim: “Devlete kara çalan sorumsuz konuşmaların sık sık ve uluorta yapılması, bir yandan devlete zararı dokunacak yalan-yanlış söylentilerin ağızdan ağıza dolaşarak büyük bir ilgi görmesi kopacak bir fırtınanın ilk işaretleridir.” (…) Devletin dört ana direği olan din, adalet, yönetim ve hazineden biri sarsılacak ya da güçsüz düşecek olursa insanların işi artık çok zordur. Ayaklanmaların sebebi ikidir: Büyük yoksulluk ve büyük hoşnutsuzluk. Yıkılan ocakların sayısı ne kadar çoksa, karışıklığı destekleyenlerin sayısı da o kadar artar. Ayaklanmanın sebepleri ve körükleyici etkilerine gelince, dinde reform girişimleri, yeni vergiler, yasada ve törede değişiklik, tanınan imtiyazların geri alınması, toplumda genel bir baskı, değersiz insanların ve yabancıların yükselmesi, açlık, ordudan çıkarılan askerler, umut kırıklığına uğramış partililer, küskün bir toplumu ortak bir gaye etrafında toplayıp birleştiren bütün buna benzer şeyler.. Söylentileri duymamak ya da susturmaya çalışmak aynı sonucu doğurur. Söylenti şüyu bulur ve vukuundan daha beter bir sonuç doğurur. Olması gereken sorulara, zamanında, iş işten geçmeden, anlaşılabilir, doğru, efradına cami, ağyarına mani cevaplar vermek, yanlış giden işlerin sorumlularını cezalandırıp, yerlerine ehliyet ve liyakat sahibi insanları getirmektir. Bilenlere danışmak, işi ehline vermek, ahlaklı, namuslu, şeref ve haysiyet, edeb sahibi, söz verdiğinde sözünde duran, bilgili, dürüst, tevazu sahibi, cesur insanlarla birlikte yürümek en önemli kurallardandır.

Machiavelli’ye göre, toplumun babası olmaları gereken hükümdarların bir partiye bağlanıp yan tutmaları durumunda, devletin, bir yanına çok ağırlık yüklendiği için dengesizlikten batan bir gemiye dönüşeceğini söyler. Tıpkı Fransa Kralı 3. Henri'nin önce Protestanları yoketmek için kurulan birliğe girmesi, hemen sonra da aynı birliğin krala karşı dönmesi gibi. Kendini halkına adaması gereken yönetici, kendini dar çevresinin çıkarlarını korumaya memurmuş gibi davranmaya başladığı gün uzlaşmazlıkların, kavgaların, bölünmelerin uluorta sürdürülmeye başladığı gün olacaktır ve her gelen gün geçen günü aratacaktır o günden sonra, ta ki, o yoldan dönene kadar. Uysal başlılar, homurdanmaya başladıklarında, dertlerini anlatacak kimse bulamayıp, dışlandıklarında ve susturulmaya çalışıldığında unutmamak gerekir ki, aldatılmış duygusu, uysal başlı insanları bile, çileden çıkartıp, öfkeli birer muhalife dönüştürebilir.

Hastalığı teşhiste hataya düşer, sadece semptomları gidermeye yönelik, geçici çözümlerle vakit kaybederseniz ilaç diye sunduğunuz çözümler, hastalığın kendinden daha vahim sonuçlar doğurur.. Toplumda itibarı olmayan, şaibeli güvenilmez dostlarınızın sizi savunmak için söyledikleri abartılı medihler kuşkuları gidermez, artırır. Toplumda varolan hoşnutsuzluk, şüphe ve kaygılar yanlış kişilerin yanlış teşhis ve tedavileri ile daha da büyür. Bu ateş bir alevlendi mi, kötü işlerle birlikte iyilikler de beğenilmez ve her söz, her işte bir bit yeniği aranmaya başlanır. Bu saattan sonra görevlerini yapma konusunda memurlarınız emirleri yerine getirme konusunda isteksiz olacaklar ve bu emirleri kendilerini riske sokmayacak şekilde yorumlamak isteyeceklerdir. Çünkü yarın ne olacağından emin değillerdir artık. Siyasetin dili sertleştikçe, toplumda kamplaşma ve çatışma riski artar. İşler kontrolden çıkınca da siyasi cinayetler takip eder bu durum. Haddinden fazla şiddet gayedeki hikmeti yok eder. Bu da toplumda korku ve paniğe yol açar. Toplumda denge orta sınıftır. Orta direği yok eder, ülke yoksullarla zenginler, soylular diye iki kampa ayrılırsa, vay o ülkenin başına geleceklere.. O ülkede yoksullar daha yoksul olurken, servet ve itibar sahipleri de, servet ve itibarlarını koruyamazlar. Sanayi, ticaret ve tarım ihmal edilmemeli öte yandan. Dini cemaat yapıları sırtını Hakk'a ve halka değil, iktidar sahiplerine dayamışlarsa onlardan korkun. Dinin ve ahlakın bile zaptedemediği kişileri siyaset de engellemeyeceğine göre, onları kim durdurabilir? Dinini ve ilmini siyaset ve çıkarlarına basamak yapanların ve onların yaşadıkları ülkelerin vay haline! Ülkede herkesin gençlik çağlarını mektep ve askerde geçirenler iflah olmazlar. Diplomalı işsizler ordusunun öfkesi aklında büyüktür ve dilleri susmaz. Laf da dinlemezler. Her soruya verecek cevapları da vardır. Üniversiteli işsizleri istihdam edecek iş yeriniz yoksa başınıza bela almış olursunuz, övündüğünüz konular dövüneceğiniz konular haline gelir. Oysa onları, akıl ve emek kalitesine göre, yükselmeleri için önleri açık olmak üzere, sanat okullarına, ön lisansa, meslek yüksek okullarına yöneltebilirdiniz. Böyle bir üniversite, böyle bir fakülte olamaz. Bakın bunlar, adalet, barış, hürriyet olmadan olmaz. Sonra paranız para değilse, bu işler beş para etmez. Sonunda paraya çevirdiğiniz değerler, para ile birlikte değer kaybediyorsa, kimse mutlu olmaz. Plan yapamaz, taahhütte bulunamazsınız. Hammaddeniz ne durumda, imkanlarınızı, kaynaklarınızı doğru kullanabiliyor musunuz? Denizin dibinde doğal gaz ararken, Karadeniz’de hidrojen sülfür yüzeye çok yakın. Memleketimizde boraks da öyle, daha nice madenlerimiz var ve halimiz de böyle.

Ne zaman aklımızı başımıza toplayacağız bilmem ki, övünmeyi ve dövünmeyi bırakıp biraz düşünmemiz gerek, biz nerede yanlış yapıyoruz diye sanırım.

Selam ve dua ile.