Çevik Bir haklı... Alt suçluysa, Üst de suçludur!

Bazı olaylar vardır ki; "resmi açıklama"larda anlatıldığı gibi değildir... Bazı olaylar da vardır ki, "komplo teorileri"nde anlatıldığı gibi değil, "resmi açıklama"larda izah edildiği gibidir.
 

Yani, bazen "iddia"lar doğrudur, bazen de "resmî" açıklamalar!..
 
Peki, "hangisinin doğru olduğunu" nereden bileceğiz!.. İşte burada, işi zamana bırakmak, galiba en iyisi!..
 
Çünkü, bazı olaylar vardır ki;
 
Üzerlerindeki "sis perdesi"nin dağılması için, epey zaman geçmesi gerekiyor... Bazen de; "gerçeğin açıklanması" için "zaman ve zemin" müsait olmuyor.
 
Dikkat ederseniz;
 
Son 10 yıldır, sürekli "darbe" korkusunun yaşandığı Türkiye'de; "generaller her an başa geçebilir" diye endişelenen insanlar, "bildiklerini söylemekten" kaçınıyorlardı...
 
Ya da; söylediklerinin "kulak arkası" yapılacağını düşünüp, susmayı tercih ediyorlardı.
 
Veya; "Tavuğu tilkiye, kurdu kuzuya emanet etmek" ne kadar mantıksızsa, onlar da sahip oldukları "bilgi"yi "fail" veya "işbirlikçi"ye teslim edip, "başlarını derde sokmak" istemiyorlardı...
 
Daha bunun gibi, birçok gerekçelerle, insanlar, ne "bildiklerini" anlatabildiler, ne de "yaşadıklarını!"
 
Gerek AK Parti Hükümeti'nin; "27 Nisan Muhtırası" karşısındaki "dik" duruşu ve daha sonra "12 Eylül Referandumu" yapması sonrasıdır ki, insanlar, arkalarında "güvenebilecekleri" ve "sırtlarını dayayabilecekleri bir duvar" gördüler, işte ondan sonradır ki, başladılar konuşmaya...
 
Konuştukça, "yeni yeni iddialar" geldi gündeme, yeni yeni "araştırma"lar ve "soruşturma"lar başlatıldı..
 
Halen de devam ediliyor.
 
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün "Sivas olayları"nı araştırmak için Devlet Denetleme Kurulu'na görev vermesi üzerine, şimdi de deniliyor ki; "Özal'ın ölümünü de DDK araştırsın!"
 
Dedim ya; "Tohum"un, uygun bir zaman ve zemin bulduğunda çatlayıp yeşermesi gibi, "üstü örtülen bilgiler" de, zaman ve zemini uygun görünce ortaya çıkmaya başlıyorlar.
 
MUMCU'YU KİM ÖLDÜRDÜ?
 
Mesela, Uğur Mumcu suikastı...
 
Biliyorsunuz; 24 Ocak 1993'te gerçekleşen Uğur Mumcu suikastı hakkında yazılmadık senaryo, üretilmedik teori kalmadı... Hemen hepsi de, Mumcu'yu; "İslamî Hareket Örgütü mensuplarının öldürdüğünü" iddia ediyordu...
 
Bu iddia; "kızartma" yapan bir kadının üzerine sinen "yağ kokusu" gibi sindi "Müslümanlar"ın üzerine...
 
Yıllarca da çıkmadı...
 
Bugün ise, dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin konuşuyor ve diyor ki;
 
"Gerçek katiller, hiç yakalanamadı... Yakaladıklarını da ellerinden kaçırdılar... Yargılananlar, cinayetin asıl failleri değildir... Cinayet işledikleri gerekçesiyle yakalanıp mahkûm olanların niye mahkûm olduklarını yargıya sormak lazım!"
 
Lütfen dikkat; bu sözlerin sahibi, İçişleri eski Bakanı İsmet Sezgin'dir.
 
Diyor ki;
 
"Asıl failleri asla yakalayamadık."
 
Peki, o halde "yakalananlar" ve sonra da "mahkûm" olanlar kimlerdi?..
 
Onun cevabını da; önceki günkü Akit'e çarpıcı açıklamalar yapan Fethullah Erbaş veriyor... O dönemde RP Van Milletvekili ve aynı zamanda TBMM Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu Üyesi olan Fethullah Erbaş diyor ki;
 
"Mumcu cinayetinin ardından, zaten 3 gündür nezarette tutulan otomobil hırsızlarını suikastın faili gibi lanse ettiler. Belge üzerinde oynama yaparak, 21 Ocak'ta yakalanan hırsızları 24 Ocak'ta gözaltına alınmış gibi gösterdiler. Çünkü ellerinde hazır bunlar vardı."
 
Görüyorsunuz ya;
 
O dönemde ne "katakulli"ler dönmüş, ne "tezgah"lar çevrilmiş.
 
O gün "örtbas" edilen nice gerçeğin bugün ortaya çıkıyor olması, sağlanan "istikrar" ve insanlara verilen "güven"dir.
 
Bugün, herkes biliyor ki;
 
Söylenenler "kulak ardı" edilmeyecek, "ilgi" gösterilecek ve üzerine gidilecek!..
 
ÇEVİK BİR'İN SUÇ DUYURUSU
 
Öyle sanıyorum ki;
 
Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Org. Çevik Bir'in, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı hakkında "suç duyurusu"nda bulunmasının altında yatan sebep de; "sesine kulak verileceğine" olan inancıdır.
 
Malûm;
 
Halen Sincan Cezaevi'nde tutuklu bulunan Org. Çevik Bir, avukatı aracılığı ile yaptığı suç duyurusunda demişti ki;
 
"28 Şubat'ta yaşananlardan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı sorumludur... Ben ne yaptıysam, emir-komuta zinciri içinde yaptım... Komutanın bilgisi olmadan bir şey yapmam mümkün değil... Ben yargılanıyorsam, İsmail Hakkı Karadayı da yargılansın!"
 
Şahsen, ben de aynı kanaatteyim...
 
Öyle ya;
 
Nasıl ki, Albay Dursun Çiçek'le birlikte dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un da yakasına yapışılmış, o da tutuklanıp içeri atılmıştır, o halde Çevik Bir'i içeri atan irade, İsmail Hakkı Karadayı'nın yakasına da yapışmalıdır!..
 
Zira, Albay Dursun Çiçek'in de, Org. Çevik Bir'in de "tek başına" hareket ettikleri söylenemez.
 
Ne yani;
 
"Üst komutan" emir verecek de, "alttakiler" yerine getirmeyecek, öyle mi?..
 
Askerliğin kuralıdır;
 
"Emir, demiri keser!"
 
O halde; "demiri kesenler" kadar "emir verenler" de suçludur... Ne var ki, Çevik Bir'in; "28 Şubat Süreci'nde Refahyol Hükümeti'ni devirmeye çalışmıyorduk" sözlerine katılmam mümkün değil!..
 
Bal gibi de çalıştılar!..
 
Çevik Bir de çalıştı,
 
İsmail Hakkı Karadayı da!..
 
Hatta, TSK'nın büyük kısmı seferber oldu "Refahyol'u devirmek" için!..
 
Bunun ilk belirtisi de, Güven Erkaya patentli "rakı eylemi"dir.
 
RAKILI-ŞARAPLI EYLEM!
 
Olayı biliyorsunuz...
 
1996 Ağustos'unda yapılan "YAŞ toplantısı"nın sonunda, Erbakan Hoca; "YAŞ üyesi komutanlar"a "Başbakan" olarak "yemek" veriyor.
 
O yemekte, bütün misafirlere "portakal suyu" ikram ediliyor... Güven Erkaya, "Erbakan'ın ipliğini pazara çıkarmak"(!) için, "emir subayı" olan Kaya Albay'ı çağırıyor ve emir veriyor:
 
"Git, bir rakı al da getir!"
 
Gerisini, Güven Erkaya'nın kendi ağzından dinleyelim;
 
"Biraz sonra garson bir kadeh rakıyı, görünmesin diye peçete kağıdına iyice sarılmış olarak getirdi... Bardağın etrafındaki peçeteyi çıkarıp, garsonun eline tutuşturdum ve "Bu böyle daha güzel gözüküyor' diyerek gülümsedim.

Rakıdan bir yudum aldım. O sırada Genelkurmay Başkanı geldi. Başbakan onu doğrudan yemek masasına aldı.. Ben de, sofrada yerime oturdum. Rakı bardağımı da önüme koydum. Her masanın başında iki garson bekliyor ve kimseye sormadan bardaklara portakal suyu dolduruyorlardı.

Genelkurmay Başkanı'nın bardağına da portakal suyu koydular, ama o, "Ben şarap içeceğim' dedi. Bana portakal suyu koymak istediklerinde garsona, "Ben rakıya devam edeceğim, sen şu rakı şişesini servis masasına koy, kadehim boşaldıkça doldurursun' diyerek karşı çıktım.

Portakal suyu servisi bitti, yemeğe geçilmeden evvel basın ve medya mensuplarını içeri aldılar. Ben rakıyı ön plana geçirdim, etrafındaki bardakları kenara çektim.

Genelkurmay Başkanı'nın şarabı, fotoğrafçılar gittikten sonra geldi. Resim ve film çekenler baktılar ki, bir tek benim önümde içki var, hepsinin ilgisi benim rakı kadehime yöneldi. Benim rakı kadehi ertesi günkü haberlerin de odak noktasını oluşturdu. Böylece Erbakan'ın oyunu bozulmuş oldu. Yemek bitti, eve geldim. Yatmak üzereyken telefon çaldı.

Genelkurmay Başkanı telefondaydı; "Aferin Güven, rakı istemekle çok iyi yaptın. Ben de biliyorsun şarap isteyip içtim' dedi.

Bu; Refah Partisi'yle, iktidardaki ilk karşılaşmam idi."

Güven Erkaya; İşte böyle bir "laikçi" idi!..
 
İşte böyle bir "irtica düşmanı" idi.
 
Türkiye'yi, "rakı" içerek kurtaracağını sanan "laikçi bir vatansever"di!..

Tabiî, İsmail Hakkı Karadayı da ondan pek farklı değildi... Erkaya "rakıcı", Karadayı ise "şarapçı" idi!..
 
İşte o yüzdendir ki;
 
28 Şubat'ın sembolü;
 
"Rakı" ve "Şarap" olmuştur!..
 
BİR GÜN ÖNCE İSRAİL'DE!
 
Org. Çevik Bir, istediği kadar; "Refahyol İktidarı'nı devirmek için çalışmadık" desin, adama sorarlar; "Org. Karadayı, 9 saatlik meşhur MGK Toplantısı'nın yapıldığı 28 Şubat'tan bir gün önce, yani 27 Şubat'ta neredeydi?"
 
Ne dersiniz, 28 Şubat tarihli gazetelerde yer alan bir haberi özetle aktarayım mı?.. Buyrun, birlikte okuyalım;
 
"İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, dün Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'yı kabul ederek bir süre görüştü. Görüşmede, İsrail Genelkurmay Başkanı Amnon Şahak da hazır bulundu."
 
Lütfen dikkat;
 
Bu ziyaret ve görüşme haberinin gazetelerde çıktığı tarih, "28 Şubat 1997"dir!..
 
Demek oluyor ki;
 
Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasındaki görüşme 27 Şubat 1997'de gerçekleşmiş ve Org. Karadayı aynı gün Türkiye'ye dönmüştür!..
 
Peki, tarihler 28 Şubat 1997'yi gösterdiğinde ne oldu Türkiye'de?!?..
 
N'oolacak;
 
"28 Şubat darbesi!!!"
 
Enteresan değil mi;
 
Bir gün önce İsrail'de olan Genelkurmay Başkanı, hemen ertesi günü dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'a, "18 maddelik kararlar"ı dayatıyor ve böylece "darbe süreci"ni başlatıyor!..
 
Şimdi, sormak gerekmez mi;
 
"İsrail'e ziyaret"in hemen ertesi günü, "28 Şubat süreci"nin başlaması bir tesadüf(!) müdür?..
 
Çevik Bir'e sormak lazım;
 
Tesadüf(!) müdür?..
 
GERİSİ DE GELECEK!
 
Bütün bunlardan sonra, yazının başına dönecek olursak, gördüğünüz gibi; olan-biten her şey, "güven"e dayanıyor...
 
İnsanlar; "seslerine kulak verileceğine" inandıkları için, habire "bilgi" ve "belge" aktarıp, "yakın tarihimizle yüzleşmemize" vesile oluyorlar.
 
Düşünebiliyor musunuz;
 
Dönemin en kudretli generallerinden olan Çevik Bir bile konuşmaya karar vermişse, "Ergenekon" da hapı yutmuştur, "Encümen-i Daniş" de!..
 
Konuşsunlar, konuşsunlar;
 
Gerisi çorap söküğü gibi gelir!..
 

 

Uğur Dündar yanlış tercih!
 
Kısa adı Besd-Bir olan Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Sait Koca bir kitap göndermiş... "Piliç Eti Sektör Raporu-2012" adlı kitapta, 2012 yılındaki "üretim, tüketim ve dış ticaret" rakamlarıyla "sorunlar" ve "görüşler"e yer verilmiş...
 
Sayın Dr. Sait Koca, bana kitabı gönderirken demiş ki; "Konu ile ilgili her türlü görüş, öneri ve sorularınıza açık olduğumuzu belirtir, saygılar sunarız."
 
Dr. Sait Koca'ya bu hassasiyeti için teşekkür ederim... Benim, "beyaz et" konusunda, daha doğrusu "hormonlu yem"le beslenen "tavuk" ve "balık"la ilgili görüşlerim net... Ben "çiftlik tavuğu"na da, "havuz balığı"na da sıcak bakmıyorum...
 
Hele de, bana gönderilen kitaptaki "reklam"da, Uğur Dündar'ın fotoğrafını gördükten ve "Bu tavukları güvenle yiyebilirsiniz" tavsiyesini okuduktan sonra hiç sıcak bakmıyorum...
 
Çünkü ben; "tavuk"lar neyse de, Uğur Dündar'a hiç güvenmiyorum!.. Onun tavsiye ettiği bir şeyi de asla yemem!..
 
Sözün özü; "tavsiye" için "yanlış bir adam" seçmişler!..

yeniakit

Bu yazı toplam 1118 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar