Askere, ''Allah'' değil ''Yeah'' dedirtiliyor

Askere, ''Allah'' değil ''Yeah'' dedirtiliyor

Başbuğ "Allah Allah diyen Türk askeri" diyor ancak YAŞ kararıyla ordudan atılan E. Kurmay Binbaşı Akdoğan'ın iddiasına göre talimlerde ve hucumlarda "Yeah" dedirtiliyor.

1998 yılında YAŞ kararıyla ordudan atılan ASDER Ankara Şube Başkanı E. Kurmay Binbaşı Şahin Akdoğan, Türk Silâhlı Kuvvetleri'nde artık askere talimlerde ve hücumlarda "Allah" yerine Amerikan ordusundaki gibi "Yeah" dedirtildiğini iddia etti.

Akdoğan, "Genelkurmay Başkanı'nın dediği gibi talimnamelerde "Allah" diye yazıyor olabilir, ama eğitim kaynaklarında, muharebe düzen eğitim kitaplarında, son dönemlerde "Yeah" denilmesi yazılıyordu" dedi.


ASKERE ARTIK 'ALLAH' DEDİRTİLMİYOR

1998 yılında YAŞ kararıyla ordudan atılan ASDER Ankara Şube Başkanı E. Kurmay Binbaşı Şahin Akdoğan, Türk Silâhlı Kuvvetleri'nde artık askere talimlerde ve hücumlarda "Allah" yerine Amerikan ordusundaki gibi "Yeah" dedirtildiğini iddia etti. Ordudan ihraç edilmeden önceki görev süreniz boyunca neler yaşadınız?

Lise eğitimimden sonra Harb Okulu'na girdim. 4 yıl boyunca Harb Okulu'nda okudum. Okul bittikten sonra 1 yıl Tuzla Piyade Okulu'nda eğitim gördüm. Orayı da bitirince Edirne Süloğlu'nda görev yapmaya başladım. Edirne Süloğlu Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin batı bölgesinde en mağdur yerlerinden bir tanesidir. Ulaşım imkânları az olan, Edirne ile irtibatı zayıf olan bir yerdi. Zaman zaman da Edirne'ye geçiyorduk oradan. Buradaki görev süremin 4. yılında evlendim. Eşim matematik öğretmeniydi. Başörtülüydü. İç Hizmet Kanununda subay ve astsubayların kimlerle evlenip evlenemeyeceği açık bir şekilde belirtilmiştir. Burada iki kıstas belirtilir. Birincisi yabancı uyruklularla evlenemez, ikincisi ise ahlâksız ve düşkün kadınlarla evlenemez... Bunun haricinde kanunda eşlerle ilgili bir şart veya kıstas yoktur. Ayrıca subay ve astsubayın ordudan ihraç sebepleriyle ilgili maddelerden biri nikâhsız yaşamak, ahlâksız bir kadınla yaşamak ve ayrıca Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin kabul etmeyeceği yüz kızartıcı suçlar işlemiş olmaktır. Daha sonraları zamanla buna "sicil yoluyla ihraç" maddesini eklediler, ama bunun kıstası çok belli değil. Meselâ laikliğe uygunluk diye bir madde koymuş. Buna yüzde 40 gibi bir ağırlık vermiş sicilde. Bu tamamen yoruma açık birşey tabiî ki...

Görev yaptığım süre içinde oldukça başarılı bir subay olarak görevimi gerçekleştirdim. Genellikle yapılan test ve denetlemelerde ikinci olmamışımdır. Beş konudan test yapılmışsa, en az dördünde birinci olmuşumdur. Bu tür özelliklerle geldik. Bu süre içinde Edirne'de 5 yıl, Artvin Hopa'da 3 yıl, Amasya'da 4 yıl görev yaptım. İlk zamanlar hiçbir konuda sıkıntı yaşamıyorduk. Ancak yıllar geçtikçe dinî konudaki baskılar artmaya başladı. Bu baskılar zamanla farklı uygulamalara dönüşmeye başladı. Aile resimleri istemeye başladılar, birlik içinde başarıları ödüllendirmeleri artık eş durumuna göre olmaya başladı. Çok başarılı olsanız da eşiniz başörtülüyse takdir vermeye çekiniyorlardı. Hatta bu konuyla ilgili ilginç bir anım var. Amasya'da görev yaparken, yine her test ve değerlendirmede başarılı oluyordum. 3-4 ayda bir bu tür testler oluyordu ve ben hep birinci oluyordum. Birlik komutanı başarım üzerine atış şerit rozet teklifinde bulundu. Tugay komutanlığına ismim bildirildi. Oradan arayan kişi birlik komutanıma şunu söyledi: "Bana atış şerit rozet için Şahin Yüzbaşının ismini göndermişsiniz. Bunun eşi başörtülüdür. Ben bunu yukarıya bildiremem." O da cevaben şöyle demiş: "Komutanım biz zaten Şahin Yüzbaşı'nın eşine vermiyoruz bu takdiri. Bu takdir onun kendisine aittir." Tabiî öyle olunca alay komutanı benim ismimde ısrar etti. Ancak bunun üzerine bizim alaya atışla ilgili hiçbir takdir belgesi vermemeye karar verdiler. Benim ismimi yukarı bildiremediler yani...

Bu süreçte başka ne tür ilginç şeylerle karşılaştınız?

Bu örnekleri çoğaltabilirim. Meselâ biz Edirne'deyken, eşi başörtülü olanlara en kötü, kenarda köşede kalmış lojmanları veriyorlardı. Bu duruma itiraz ettim. Çünkü orada en yüksek puanları hep ben alıyordum. Alay komutanı bu haksızlıkta ısrar edince, ben de hakkında tutanak tutulmasını istedim. Daha sonra bize hakkımız olan lojmanı verdiler vermesine, ama bize de farklı gözle bakılmaya başlandı... Yani bir hata yapsa da bir an önce defterini dürsek gibi bir yaklaşıma girildi. Bu görev yerinden ayrılırken meğer dosyama şu ifadeleri yazmışlar: "Eşiyle birlikte dinî duygu ve değerlerini herşeyin üzerinde tutar. Bu konuda örgütsel faaliyetlerde bulunabilir. Takip edilmelidir."

Hopa'ya tayin olduğum zaman, bu gibi sicil yazıları sebebiyle istihbarat denetlemesi adı altında sürekli denetleniyordum. Bu denetlemelerden birinde, baktım benimle sohbet etmek istiyorlar. Bir Yarbay gelmişti yanıma, ben o zaman Üsteğmendim... Bana bir takım sorular sordu. Anladığım kadarıyla o zamanlar benim hakkımda olumlu rapor vermiş.. Bu arada, Ankara'dan bir ev almıştım. Evin işlemleri için Ankara'ya geldim. O zaman Ankara'dan eşime pardösü aldım. Uzun bir pardösüydü. Sıhhiye Orduevi'ne geldik, bize bu kıyafetle giremeyeceğimizi söylediler. Niye diye sordum. Emir var dediler. Bu emri kimin verdiğini sordum. "Binbaşım öyle söyledi" dedi asker. 1991 yılında yaşanan bir olaydı bu. Ben de çıktım Binbaşı'yla konuştum. Orduevine girip çıkmak benim özlük hakkımdır. "Özlük hakkıyla verilen bir hakkı, tek bir şifahî emirle kaldıramazsınız" dedim. Daha sonra beni Orduevi Müdürü çağırttı. Hiç unutmuyorum, adı Ercüment Albay olan biriydi. Yanına gittim, bana Atatürkçülükten, çağdaşlıktan, vatanseverlikten bahsetmeye başladı. Ben de yine diretip, itiraz edince. "Üsteğmenim sen çok oluyorsun, söyle bakayım ismini" dedi. İsmimizi aldılar ve anladığım kadarıyla Kara Kuvvetleri'ne benimle ilgili bir yazı yazdılar. Bunun üzerine bana bir soruşturma daha açıldı. Ancak soruşturma neticesinde olumsuz bir sonuç çıkmadı. Bu da benim lehime sonuçlanınca, daha bundan sonra başımıza birşey gelmez diye düşündük. Bu sefer Amasya'dan, Van Erciş'e tayin oldum. Meğer arkamdan tekrar bir yazı yazılmış ve atanmış olduğum yeni birliğe gönderilmiş. Bunun üzerine bizim dosyamız yeniden istenmiş. Bunlardan tabiî ki habersiziz henüz. Ben Tendürek Dağı'nda görevdeyken, kişiye özel bir yazı ulaştırıldı. "Eşinizin lojmanlar bölgesinde çağdaş olmayan kıyafetlerle dolaştığı" şeklinde. Bu lojmanlar bölgesi dedikleri yer, koskocaman bir mahalledir. Böyle uyarılarla dolu garip bir yazı ulaştı elimize.

Sizden başka başörtülü eşi olan asker yok muydu?

Alt rütbelerde vardı. Ama alt rütbelere biraz daha toleranslı davranıyorlar. Bir subay veya astsubay olmuş kişinin, böyle "çağdışı" kıyafetlere sahip bir eşinin olmasını kabul edemiyorlar. Onlara göre bir başörtülü subay eşi olamaz, subaylara İslâmî bir görünümü hiç yakıştıramıyorlar. Ancak alt rütbelere pek baskı yapmıyorlardı. Onlara göre alt rütbede kalanlar eğitim ve kapasite olarak daha alt seviyelerdedir çünkü. İşte böyle garip bir anlayışları var. Bizim Van'da iken 3 çocuğumuz vardı. Bu gelen yazıdan sonra, sanırım Kasım ayı falandı, tekrar bir istihbarat subayı yanıma geldi. Eşimle ilgili çeşitli raporlar tutulduğunu, bu konuda ne düşündüğümü sordu. Ben de "Eşim ben evlenirken de tesettürlüydü, onun kendi tercihidir sonuçta" şeklinde cevap verdim. "Üstelik 15 yıldır TSK'da görev yapıyorum, önceden problem değildi de, bu şimdi mi sorun olmaya başladı" dedim.. Hasılı kelâm benim dosyam Genelkurmay'da ilgili birime gönderilmiş.. Bir gün beni bir kamyoncu aradı.

Kamyoncu mu?!

Evet. Benim, hep evimi taşınırken kiraladığım ve tanıdığım bir kamyoncu bu. Edirne'den Hopa'ya, Hopa'dan Amasya'ya, Amasya'dan Van Erciş'e hep bu kamyoncuyla eşyalarımı taşıdım. Tanıdığım ve güvendiğim birisiydi. Bana telefonda dedi ki: "Dosyanı Genelkurmay'a göndermişler"... Ben de içimden "Allah Allah" dedim, "Bunun kamyoncuyla ne ilgisi var?"... Meğer bizim kamyoncu İran'a ve diğer yurt dışı seferlere gittiği zaman terörle ilgili çeşitli istihbaratlar toplayan biriymiş. Yine böyle istihbarat bilgileri vermek üzere gittiği merkezde bizim dosyamızı da görmüş. Böyle de ilginç bir şey yaşadık...

Ne zaman atıldınız tam olarak ve sonrasında neler oldu?

Netice itibariyle Aralık ayı şûrâsında, 1998 yılında biz atıldık. Atıldıktan sonra Ankara'ya geldik. Dediğim gibi, Ankara'da bir evim vardı. Eşim öğretmen olduğu için, onun tayinini Ankara'ya aldırmak istedik. Ben de orada iş bulacak ve yeni bir hayata başlayacaktık. Ancak eşimin tayini için İç Güvenlik Birimi üzerinden dilekçe vermeyi tasarlarken, bize samimî bir arkadaşımız tarafından bir uyarı yapıldı. Meğer, subay ve astsubay eşlerinin tayinleri sırasında Ahmet Girgin adında bir Albay'dan mutlaka görüş alınıyormuş. Biz de ordudan atıldığımız için "Muhakkak bu albay sizin atamayı engellemek isteyecektir. Olmadık bir yere sizi gönderebilirler" denildi. Biz de bu yöntemden vazgeçip sigorta kurumu üzerinden tayin istedik. Neticede yaptırabildik. Ankara'ya geldiğimizde bu sefer hanımım üzerinde baskılar yapılmaya başlandı. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yoğun bir baskı başladı. Bugün sabah bir savunma isteniyor, akşama cevabı bekleniyor. Ertesi gün bir savunma daha isteniyor... İnanılmaz bir psikolojik baskı... Hiçbir kural tanınmayan, hukuksuz bir savaş ortamı gibi... Bizim o zaman Ülkücü cenahtan tanıdıklarımız vardı. Kendimizi de oraya yakın hissediyorduk. O zaman MHP iktidar ortağıydı, biz de parti binasına gittik. Durumumuzu anlattık. Bir hukuksuzluk olduğunu anlattık. Çok ilginç bir tavır yaşadım orada. O zaman Murat Şefkatli ile görüşmüştüm. Şefkatli bana, "Ya demek sen hem ordu mensubusun, hem de hâlâ eşiniz başörtülü mü? Ordumuz buna ne diyor?" diye şaşırmış bir ifadeyle sordu. Ben de "Eğer ben bu konuda ordunun ne diyeceğini düşünseydim, rütbem omuzumdayken düşünürdüm. Şimdi ihraç edilmişim. Bu saatten sonra mı düşüneceğim?" diye cevap verdim. Bunun üzerine benim derdime çare olacakları yerde, beni provokasyon yapmakla suçlamaya başladılar. Ben de "seçim zamanı görüşürüz o zaman" deyip çıktım. Nitekim MHP o seçim döneminde Meclise giremedi, ben de kurban kestim...

Sonradan eşiniz de görevden ihraç edildi mi?

Bunun devamında bizim hanımı da ne yazık ki ihraç ettiler. Öncesinde yaklaşık beş ay gibi bir süre açığa alınmıştı. Bu arada avukatlarla görüştük, birşeyler yapmaya çalıştık, ama bir sonuç alamadık. Adeta her yol tıkanmıştı. Devletin bütün kurumları korkuyor, siviller korkuyor, tam bir korku ortamı... Özel sektörde bile kimse bize iş vermek istemiyor... Ancak biz açığa alma ve soruşturma 5 ay sürünce bir yönteme başvurduk. O zaman yönetmelik gereği soruşturma 3 ay içinde sonuca kavuşturulmak zorundaydı. Biz de bunu kullanarak şikâyette bulunduk. İlginçtir, o zaman bu şikâyetimizi işleme koydular. Ankara'da o dönem açığa alınan bütün başörtülü öğretmenler tekrar göreve başlatıldı. Ancak sonra da ihraçları hızlandırarak, tek tek hepsini görevden attılar. Ama en azından o açığa alındıkları 5 aylık sürenin maaşlarını almış bulundular. Böylece Türkiye Cumhuriyeti en büyük düşmanlarından kurtulmuş oldu. Hem beni hem de hanımımı ihraç ederek, yakalarından atmış oldular. Sonradan disiplin affı çıktığında, son defa başka kurumda çalıştığı için göreve geri dönemedi ve emeklilik ikramiyesini de alamadı. Bu durum da hâlâ böyle devam ediyor. Bu mağduriyetimiz sürüyor. Tabiî bunda iktidarların da beceriksizliği sözkonusu. Kanunları çıkarırken kimleri ve neleri kapsayacak iyice düşünmeleri gerekiyor. Disiplin affı çıkarıyorlar, ama hiç kimse doğru dürüst faydalanamıyor. Devlet burada disiplin affı çıkarıyor, hata yaptığını kabul edip özür diliyor bir bakıma.. Ama o ziyan ettiği ve göz yaşı döktürdüğü yılları telâfi edecek, geriye dönük haklarını onlara vermiyor. Bu da kanunu, mevzuatı çıkaranlar açısından ciddî bir handikaptır.

Hem siz, hem de eşiniz dinî inancınız sebebiyle ihraç edildiniz. Bu zulüm sizde ne gibi etkiler bıraktı?

Aile içi dramlar çok oldu tabiî bu süreçte. Benim eşim ciddî psikolojik travma geçirdi ve bir süre tedavi görmek durumunda kaldı. Üç çocuğum vardı. Onlardan en büyüğü olan Fatih'in, zaman zaman bir köşede oturup ağladığını duyuyordum. Bir kere askerî lojmanda, ihraç süreci sırasında, kulaktan kulağa herşey konuşuluyordu. Oradaki diğer asker çocukları, onunla dalga geçiyor, "İşte senin babanı atacaklar" diye konuşunca, çocuğun da gücüne gidiyor haliyle. Sanki yüz kızartıcı bir suç işlemiş gibi, utanç duymamıza sebep oldular. Ayrıca benim bir oğlum ODTÜ Matematik bölümünü, kızım da Ankara Tıp'ı kazandı. Çok başarılı öğrencilik yılları geçirdiler. Kızım başörtüsü konusunda büyük bir ikilem yaşadı. Ancak büyüyüp, şuurlandıkça, kendiliğinden, tamamen kendi iradesiyle baktım bir gün tesettür kıyafeti içine girmiş. Biz de çok sevindik buna tabiî. Ankara Tıp Fakültesi'ne başladı nihayetinde. Ancak o da bu 28 Şubat sürecinin rüzgârının etkisiyle üniversitelerde gelişen başörtüsü yasağından kızım da etkilendi. Benim kızımı yaz tatilinde çağırıp, savunmasını almışlar. Sanki bir suç işlemiş gibi bir muamele görmüşler.. Bunlar da çocuklarda büyük psikolojik bozukluk ve travmaya sebep oldu ne yazık ki. Şimdi şöyle geriye baktığımda, baba bu mağduriyeti yaşadı, anne yaşadı, kız çocuğu yaşadı, oğlan çocukları da belli oranda etkilendi... Aile boyu bir mağduriyet sözkonusu...

İnançlı olmak haricinde herhangi bir örgütsel faaliyetiniz yahut bağlantınız olmuş muydu?

Ben Binbaşı olarak ihraç edildim. Askerliğim süresince hiçbir cemaat yahut tarikat ile doğrudan irtibatım yoktu. Sırf eşimin başörtüsü sebebiyle ihraç olunduktan sonra, "Acaba bizim devletimiz, ordumuz bu cemaatlerden, dindarlardan neden korkuyor?" diye merak ettim. Neredeyse Türkiye'de bulunan bütün cemaat, tarikat gibi topluluklar içine girip çıktım. Gördüm ki, bunlar sadece dinlerini öğrenmeye çalışan, saf Müslümanlar. Anladım ki, devletin bazı kademesindekiler insanlarımızın dinleri konusunda bilinçlenmesini istemiyorlar. Bunun başka bir açıklaması olabilir mi? Çünkü bu insanların, ne devlete ne de orduya karşı herhangi bir tehlikeleri yok.

Size bu zulümleri reva görenlere hakkınızı helâl ediyor musunuz?

Bana ve aileme bunca zulümleri yapanlara ben hakkımı helâl etmiyorum. Ne zaman ki benden özür dilenir ve geriye dönük olan haklarım iade edilirse belki o zaman düşünebilirim. Ancak şimdi bu haldeyken ben neden hakkımı helâl edeyim? Bunu bizlerin enaniyetini okşamak için değil, millete karşı olan sorumluluklarını yerine getirmeleri için yapmaları gerekir. Ordu millet bağını tekrar kurmak için yapmaları gerekir. Lâfta sadece buna Peygamber Ocağı demenin bir anlamı yok. Ben Silâhlı Kuvvetlerde kaldığım süre içerisinde dinî ve millî bayramlarda devamlı bayrak asılırdı. Ancak sonradan bir emir geldi, bundan böyle dinî bayramlarda bayrak asılmayacak denildi. Bunlar hep şuur altı İslâma olan tepkilerdir. Ben o zaman çok çok üzülmüştüm. Yani ben dinî bayram sevincimde, bayrağımı asamayacaksam ne zaman asacağım? Bu şekilde ötekileştirmeye başlıyorsun. Bu uygulamayla, bu benim değil, bana ait değil demeye başlıyorsun. Dinî duyguları hayattan silmeye çalışıyorsun. Aynı şekilde askerlerini ölüm pahasına, geceli gündüzlü, en tehlikeli operasyonlara gönderiyorsun, ondan sonra da kalkıp onun anasının, bacısının taktığı başörtüyü eleştiriyor, "çağdışı" diye yaftalıyorsun. Canlarını dişine takarak, ölüme gönderdiğiniz insanları, inançlarıyla mücadele ederek mi motive edeceksiniz? Türk Silâhlı Kuvvetleri'nde ne Türk kültürü ne de İslâm kültürüne dair izleri bulamazsınız. "Happy Hours" partileri, "Brunch" günleri çok yaygındır. İçkili, danslı balolar pek bir rağbet görür. Özellikle subay ve astsubayları içkili toplantılara alıştırmak istenir. Bunlar illaki olmasın demiyorum, ama Türk-İslâm gelenekleri neden yaşatılmıyor? Daha çok Avrupai şeyler yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. "Aç-aç" gibi gayri ahlâkî uygulamalar teşvik ediliyor. 20 yaşındaki toy delikanlıların bu tür nefsi ve şehvanî duygularını ortaya çıkarma, kabartmanın ne gibi bir mantığı vardır? Bu mudur askere moral ve motivasyon sağlayacak unsur? Hangi psikoloji kitabı bunu yazıyor? Bir ara bizim kültürümüzde yer alan güreş müsabakaları yapılıyordu. Onu da kaldırdılar. Yani toplumumuzun kültürel ve geleneksel bağlarıyla koparılmasında ne yazık ki bu tür uygulamaların yeri çok büyük demek istiyorum. Bütün bunlar da askerin az sevilmesine sebep oluyor ne yazık ki...

Halbuki Genelkurmay Başkanı, "biz askerini "Allah Allah" diye hücuma gönderen bir orduyuz" diyordu...

Son dönemlerde aslında onu da değiştirdiler. Amerikan talimnamelerinde aynen olduğu gibi "Allah Allah" yerine "Yeah" dedirtmeye başlamışlardı. Biz ordudan ihraç edilmeden hemen önce bunu değiştirdiler. Askeriyede görev yapanlar bunu çok iyi bilir. Artık "Allah" yerine "Yeah" dedirttiriyorlar. Genelkurmay Başkanı'nın dediği gibi talimnamelerde "Allah" diye yazıyor olabilir, ama eğitim kaynaklarında, muharebe düzen eğitim kitaplarında, son dönemlerde "Yeah" denilmesi yazılıyordu. 1992-1993 yıllarından itibaren kıtalarda, emir ile "Allah" yerine "Yeah" dedirttirilmeye başlandı. Genelkurmay Başkanımız alt rütbedeki görevlerini yıllar önce yaptığı için, hâlâ "Allah Allah" denildiğini sanıyor olabilir. Son dönemlerde bunlar "Yeah"a dönüştürüldü. Generaller ile alt birlikler arasında ciddî bir kopukluk var ordumuzda. Bu da sık sık gruplaşmalara ve cuntalaşmaya sebebiyet veriyor zaten.

Kaynak: Yeni Asya