Allah'ı Yendiğini İddia Eden Küstah İsrail...

ALLAH’I YENDİĞİNİ İDDİA EDEN KÜSTAH İSRAİL, ALLAH’IN ASKERLERİ TARAFINDAN PERİŞAN OLACAKTIR

Ramazan orucunu iftarlık yiyeceklerle açmak yerine; tank mermileriyle, bombalarla, füzelerle açmak nasıl bir duygudur, yaşamadığımız için bilmiyoruz. Yeme-içme ve neşelenme yerine; oruçlu iken yaralanan ve öldürülenlere şâhit olmak, yakınlarının oluk oluk kanlarının akıtıldığına tanık olmak, başkaları Ramazan Bayramı yaparken çocuklarının boğazlandığı, yakınlarının kurbanlık koçlar gibi kesildiği için Kurban bayramı yapmak zorunda kalmak, daha doğrusu başkalarına neşelenip eğlenmek düşerken; kendi hissesine matem tutup feryatlar etmek düşmesi nasıl bir duygudur bilemiyoruz. Ancak, Filistin konusunda ümmet olarak, âcil kesin çözüm bulamamanın ıstırabını yaşadığımızı, bu yönüyle Filistin'li bir mücâhid bir defa ölürken (ölümsüzleşirken) bizim çaresizlik içinde günde bin defa öldüğümüzü belirtmemiz gerekiyor.    

 

Bu, canavarların, vampir ve yamyamların yapamayacağı cinayetleri yapan İsrail kimdir, biraz tanıyalım: İsrâil, Hz. Yakub'un lakabıdır. Hz. Yakub'un on iki oğlunun soyundan gelenlere benî İsrâil/İsrâil oğulları denilir. “Benî İsrâil” ifadesi, Kur'an-ı Kerim'de 41 yerde geçer. Kur'an'da Benî İsrâil'inyahudileşme sürecini anlatan ayetlerin sayısı ise 712'dir. Benî İsrâil'den bahseden bu 712 ayet, Kur'an'ın tamamı göz önüne alındığında 10'da biri aşan bir oran tutmaktadır. İsrâil kelimesi, iki âyette (3/Âl-i İmran, 93; 19/Meryem, 58) şahıs ismi olarak Hz. Yakub için kullanılır. Benî İsrâil de Kur'an'da Yakub oğulları anlamında yahudiler için kullanılmaktadır.    

 

“Benî İsrâil/İsrâiloğulları”, “İbrânî” ve “Yahûdi” kelimeleri, çoğu zaman, birbirlerinin yerine kullanılmakta ve hepsi de aynı çağrışımı yapmaktadırlar. İsrâil ismi, “gece yolculuk yapmak” ve “Allah'ın kulu” anlamına gelmektedir. Günümüzdeki Tevrât'tan yola çıkarak İsrâil kelimesine verilen bir başka anlam ise, savaşan Tanrı veyahut Tanrıya karşı kuvvetli demektir. Muharref Tevrat'ta, Hz. Yakub'un Tanrı ile güreşip (hâşâ) onu yendiği(!) için bu adı aldığı anlatılmaktadır (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 32/28; 45/9-18; Hoşea 26/5-6). Kendilerine Allah tarafından gönderilen hak din İslâm'ı değiştirip yahudileşenlerin, mukaddes kitaplarına ve Allah'a en ağır iftiralar atmasına bir örnek de 'İsrâil' kelimesine verdikleri bu anlam olsa gerektir. “İsrâil” kelimesine yakıştırdıkları bu anlamla, kendi soylarını yüceltmek için “tanrı”larını bile küçülttükleri, onu sıradan bir insan gibi gördükleri ve bir peygamberine gücünün yetmediği, bir insanı güreşte yenemeyen âciz bir varlık gibi algıladıkları olanca çirkinliğiyle sırıtmaktadır. Kudüs'ü işgal edip o kutsal topraklarda devamlı müslüman kanı akıtan zâlimsiyonist rejimine ve o topraklara da, bilindiği gibi İsrâil adı uygun görülmüştür. Bununla demek istiyorlar ki; “Biz İsrail’iz, yani Tanrı ile savaşan ve Tanrı’nın kendisini yenemediği İsrail. Tanrının yenemediği kavmi başka toplumlar hiç yenemez.” Bu küstah devlet ve bağlıları böyle düşünmektedir. “Yenilmez ordu” ifadesi de bu küstah anlayışın uzantısı. “Zâlimler nasıl bir devrimle devrileceklerini, nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını yakında anlayacaklar.”(26/Şuarâ, 227). Gönül istiyor ki, hak ettikleri cezayı Allah bizim elimizle onlara versin. İntikamına bizleri memur etsin.

 

Böyle Peygamber katili (5/Mâide, 70)küstah toplum, 14 Mayıs 1948’de devlet olarak resmen kurulduğunu ilan edince, İsrail’i Amerika’dan sonra ikinci tanıyan ülke olma zilleti Türkiye Cumhuriyeti denilen bu zâlim rejime aittir. O yüzden dışımızdaki İsrail kadar, Kemalist rejimi savunan içimizdeki İsrailleri de tanıyıp tavır almamız gerekiyor. 

 

İsrail intihar ediyor, İsrail dünya Müslümanlarının ve hatta dünya kamuoyunun izzetiyle oynamanın cezasını bekliyor. İsrail, Kıyâmet Savaşı da denilebilecek 3. Dünya Savaşının pimini çekiyor. Azgınlığın zirvesine alçalan İsrail, cami duvarı kabilinden Gazze’nin temiz sokaklarını pisliyor. Peki, Müslümanlar olarak biz ne durumdayız? Biz dünya Müslümanları olarak, yüzde birimizden daha az sayıdaki küstah İsrail’e “dur!” diyememenin zilletini yaşıyoruz. Müslümanlar olarak, zulmü ve büyük fitneyi ortadan kaldıracak çok etkili bir şey yapamamanın ve âcil kesin çözüm bulamamanın ıstırabını yaşadığımızı, bu yönüyle Gazze’de bazı kardeşlerimiz bir defa ölürken, bizim çaresizlik içinde günde bin defa öldüğümüzü itiraf etmek gerekiyor. Aslında ümmet olamadığımızın cezasını çekiyoruz. Ümmet yok ki, kendi haysiyetiyle oynayanlara hak ettikleri cezalarını versin. Ne İslâm Devleti, ne Halife ve ne de ümmet…

 

Samimi olsa, Müslümanların başındaki yöneticilerden biri, suskun kalmayı veya içi boş nutuk atmayı tercih etmez. Kovar ülkesindeki siyonistleri. Keser ilişkisini İsrail ile. Tüm ticari, istihbari ve askeri anlaşmaları tek taraflı yok sayar. Kapatır elçiliklerini. Hatta bunlarla da yetinmez, onların anlayacağı dille onlara cevap verir. Zâlimin elini ve silahını mazlumun üzerinden çektirmek için savaş ilan eder. Ne yani, dünyanın öbür ucundaki Kore’ye 1950’lerde Amerika’nın çıkarları için savaş yapabiliyor ya Türkiye; Kore’den daha fazla zulmün olduğu, Korelilerden kendilerine daha yakın olduğumuz İsrail için niye savaşmasın? Orada savaşılması eleştirilmiyor, Kıbrıs’ta birkaç kişinin öldürülmesi savaş ilan edilmesine gerekçe gösterilebiliyor da, bunca Müslüman kardeşine bunca zulüm niye savaş ilanına gerekçe sayılmasın? Bu, Amerika’nın savaşa müdahalesini gerektirebilirmiş, olsun. Aynı zamanda bu, ümmetin başındaki tâğutlara rağmen Filistin için vahdete yönelip ümmet bilinciyle savaşmasının da önünü açacaktır. Dünya Müslümanları ancak İsrail gibi bir düşmana karşı birleşerek ümmet bütünlüğüne giden yola koyulabilir. Ancak İsrail’e karşı savaş insanımızı vahdete erdirebilir, kalabalıkları cemaat ve ümmet olmaya götürebilir. Tevhidî uyanış için böyle toplumu derinden etkileyecek hayat-memat meselesi olan cihada ihtiyaç vardır. Bu, mümkün ki Üçüncü Dünya Savaşı olacaktır. Hakla bâtılın savaşı, imanla küfrün savaşı… 

 

Hâlbuki Filistin toprakları yeryüzü hâkimiyetinin tarih boyunca bir sembolü gibi kabul edilmiş, Filistin'e (Mescid-i Aksâ'ya) sahip olan ülkeler ve zihniyetler, hem psikolojik moral, hem de siyasal güç yönüyle rakiplerinden öne geçmişlerdir. Onun için, Hz. Ömer'in fethinden 20. yüzyılın ilk yarılarına kadar müslümanların o topraklarda hâkimiyeti, izzetlerinin ve dünya devleti olmanın bir göstergesi olmuştur. Bu gerçeği tersinden okumak da mümkün: Yeryüzü halifeliği görevini tümüyle ihmal eden, Dünya İslâm Devleti idealini dillendiremeyen, düşleyemeyen, rüyasında bile göremeyen izzetten uzak insanımız, bu konumuyla Kudüs’e hâkim olamaz.

 

“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ... Zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükleri bağlılarına emreden bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların sahte tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve yerine gelmeyecek bir beklentidir. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah'tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” (11/Hûd, 113)

 

Dinimiz bütün Müslümanların kardeş olduğunu bildiriyor. Tefrikayı yasaklayarak Allah’ın ipi olan Kur’an’a tüm Müslümanlar olarak hep birlikte sarılmamızı istiyor. Müslümanlar olarak Kur’an’ın istediği gibi birleşip dayanışma ve vahdet içinde olsaydık, yani ümmet olabilseydik, çok büyük güç olurduk ve emperyalist zâlimler, Filistin’i, Afganistan’ı, Irak’ı işgal edemezdi, Suriye ve Mısır’ı kan gölüne çeviremezdi. Suriye’de kimyasal silah kullanmayı akıllarının uçlarından bile geçiremezlerdi. Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak… 

 

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kim kimin uğrunda, niçin cihad ettiğini bilmiyor. Hangi teşkilat, hangi grup neyi amaçlıyor; çok net değil. Net kabul edilenlerin de yarın nasıl bir pazarlık ve hesaplar içinde olacağını, şehid kanlarını satıp satmayacağını, ya da kandırılıp kandırılmayacağını kimse bilmiyor.

 

Allah için sigarasını bırakamayan veya sigara içmiyorsa onun kadar zararlı ya da benzer günah sebebi, adı başka “sigara”larını terk edemeyen insanımız, dünyevîleşip malıyla cihad edemediği halde nasıl canıyla cihad edecek!?

 

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük şeklinde, çer-çöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Yine, reddedip inkâr etmek zorunda oldukları Allah’ın indirdiği hükümlerle insanları yönetmeyen tâğutları desteklemek ve tâğutîdüzenlera tavır alıp karşı çıkmamak da her boyutu yaşanan zilletin temel sebebidir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

 

Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulamayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Kendisinin ve muhatabının gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde ise, nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.

 

Sadece son Ramazan’da iki bine yakın şehid kazandığımız anlaşılıyor. İsrail’in ise kısa ve uzun vadede hiçbir kazancı olmayacak. Zâlimler kesin kaybedecek. Zulümde bu kadar azgınlaşan bir zihniyeti Allah cezasız bırakmaz, cezasını sadece âhiretle de sınırlamaz. Dünya ödül ve ceza yeri değil; imtihan alanıdır elbette. Ama mazlumların yükselen feryadı gökten yere yıldırımlar gibi inecektir. Gönül istiyor ki, bizim elimizle gerçekleşsin bu cezalar. Yoksa, her şey Allah’ın ordusudur.

 

Gündemimizde Filistin olmalı, şimdi ve daima. Gündemimizde tevhid ve yeniden iman olmalı. Gündemimizde buralarda da Hakkın hâkimiyeti için İslâmî değişim ve dönüşüm olmalı. Dünyada zilletten, âhirette şiddetli azaptan kurtulmanın yolu, Allah’ın dinine yardım etmek, İlâhî emir ve yasaklara uymaktır. Tekrar kâmil imana sahip Müslüman, muvahhid ve dâvâ adamı olmak ve bu şahsiyet özelliklerine dört elle sarılma gayreti için Rabbimize söz vermeliyiz.

 

Kapitalistin de siyonistin de dini imanı para ve madde olduğuna göre, onlarla savaşın bir cephesi de ekonomik olmalı ve siyonizme hizmet edenlerin mallarını alarak, kurumlarıyla çalışarak İsrail silâhlarına kurşun taşıma ihânetini terk etmeliyiz. Tercih ettiğimiz bir marka, bilinçli veya bilinçsiz, hangi safta yer aldığımızı ele veriyor: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (Allah’ın hükmüyle değil, beşerî kanunlarla yöneten yönetici, bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." (4/Nisâ, 76). Ve Rasûlullah’ın uyarısı: "Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder."

 

Şu an gösterebileceğimiz en iyi boykot, hayatımızdan Yahudi yaşayışına dair yaşantıları çıkarmak, gâvurlaşmaya giden yoldan dönmek olacaktır. Yeniden küresel şekilde intifadayı bu topraklarda da başlatmak. Ama, taşı önce nereye atacağımızı iyi hesaplamak. Attığımızı hep birlikte aynı hedefe atmak… Böyle yapınca “Attığın zaman sen atmadın, aslında Allah attı.” (8/Enfâl, 17) şeklinde netice almak… 

 

İsrail'in Ortadoğunun bağrında hançer olmasının sorumlusu “müslümanım” diyen yöneticilerdir. İsrail kurulmazdan önce, Filistin çevresinde tampon ülkeler oluşturmayla işe başlandı; İsrail'in kuruluşuna ve kalıcılığına altyapı olsun diye. Muhâlefetini kendileri seçen ve yönlendiren iktidarlar, çok uzun süre tahakkümlerini sürdürürler. İsrail’i Amerika’dan sonra ilk tanıyan devlet, T.C. idi; hâlâ da işbirliği konusunda baş sıraları kimseye kaptırmamaya çalışıyor, özellikle askerî ve istihbarat alanlarında birçok antlaşmalar yapıyor ve İsrail’e destek oluyor. Müslümanların yaşadığı ülkelerde, onların başındaki yöneticiler Müslümanlara zulmetmeden, İsrail işgal ettiği topraklarda Müslümanlara zulmetmeye cesaret edemiyordu.Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri musallat kılar ve onların seviyesine indirir.

 

Nefsine hakaret edilse, parası gasp edilse ciyak ciyak bağıran insanımız, Kudüs günü bile tertip edemez; Filistin dâvâsı için fedâkârlık deyince bahaneleri sıralar. Kendi ülkelerinin ulusal günlerinde hâlâ bayram yapanlar, sözgelimi Bingazi’nin, Kahire’nin, İstanbul'un fethini tantana ile kutlayanlar, sahi niye Kudüs'ün, Mekke'nin fethini kutlamazlar? İşgal altında diye mi? Diğer kutlanılan yerler, işgalden kurtuldu mu ki? Aslında İsrail de, işgal de içimizde. Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar.      

           

İsrâil içimizde... İsrail sadece Filistin’i işgal etmiş değil, işgalin kapsamı çok daha geniş, zulmün boyutları çok daha derin. Bir bak çevrene, göreceksin. Haber ajansları ve medyadaki ağırlıkları, sanat ve özellikle sinemadaki etkinlikleri, Mason locaları, Rotary ve Lionsklüpleri, uluslararası nice teşkilatları, kendi ideallerine hizmet eden tâğutî rejimler ve her ülkedeki işbirlikçileriyle İsrail her şeyiyle müslümanların içinde. Yahudilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardanyahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık "yahudi(leşmiş)" bir kimsedir. Kendisinde itikadî anlamda münâfıklık alâmetleri bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani nesil olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.

 

Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir, yahûdileşmedir; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır.

 

"Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez." (4/Nisâ, 105). 

“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.” (13/Ra’d, 11).

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.”(47/Muhammed, 7)

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 139)

"Ey iman edenler, iman edin!" (4/Nisâ, 136).

 

Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir. Dışımızdaki İsrail’den daha tehlikeli olan, içimizdeki Siyonist ve kâfirlerdir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan.

 

Aynı zamanda, unutulmamalıdır ki, İsrail denen terörist devleti tümüyle ortadan kaldırmadan Filistin meselesi hallolmaz. İsrail’i ortadan kaldırmak için de o küçük ülkenin sömürgesi konumundaki Amerika ile ve hatta İngiltere gibi bazı Avrupa ülkeleri ile savaşmayı göze almak gerekir. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı ve hatta belki Kıyâmet Savaşı demektir. Bu yüzden, ümmetin her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.

 

Sonra canlı Kur’an nesli için adaylar yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.

 

Bildiğiniz gibi; İsrail, sadece Ortadoğu topraklarında 6-7 milyonluk bir ülkeden ibaret değil. Öyle büyük ahtapot ki, Ankara’ya, İstanbul’a kolları uzandığı gibi, başı ta Amerika’larda. Büyük kolları Avrupa’da. İsrail içimizde. Her şeyiyle; yaşam tarzıyla, ölüm korkusuyla, devlet biçimiyle, düzeniyle, yasalarıyla, eğitim tarzıyla, kıyafetiyle, medyasıyla… her şeyiyle içimizde. Ümmetin içinde, gönlünde, kafasında. Toprakları işgal eden İsrail’den daha tehlikelisi, zihinleri ve gönülleri işgal eden İsrail’dir. Ve ümmet topyekün bu faciayı yaşıyor. Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Filistinliler bunun farkında ve düşmanlarına atacak bir taşları varsa onu atmaya çalışıyor. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, cellâdını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah'a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.” (31/Lokman, 13). Filistin’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve taşla da olsa onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?

 

Esas Filistin biziz biz!

Farkında bile değiliz.

Kur’an’a dönüp vahdet ve ümmeti hedeflersek

İsrail’in de, Amerika’nın da hakkından geliriz. 

Bu yazı toplam 7464 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar