Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

"Yareme Yare Açan, Yâr Elidir.."

 

Geliniz, bu yazıda, bazı konular üzerinde yârenlik edelim..

1- "Fitne ateşi, müslüman coğrafyalarında daha bir yayılırken.." başlıklı önceki yazıma gelen eleştirilerden özellikle birisinde dile getirilen hususlara kısaca değinmek gerekiyor:

Yorum yazan bir arkadaş, "Yazınızın hemen her satırında sinirli bir tavır göze çarpıyor.. Bunun nedeni ne olursa olsun, (...) yakışmıyor. Mısır"da Mursî gitti veya Suriye'de Beşşar Esed kazandı diye mi? Tamam, olabilir; fakat bunlara değinirken, İran'a, Hizbullah'a neden bu kadar saldırı var?

Sonuçta bir savaş meydanı, öyle veya böyle bir taraf kazanacak.. Emin olun ki Suriye'de El-Nusra veya diğer farklı isimler altında bulunan silahlı gruplar da kazansa, İslam dünyası için durum değişmeyecek. Yine aynı şey yine aynı hikaye..

Kaldı ki, orada savaşan gruplar arasında öylesine canavarlar var ki, Esed onların yanında şahane.. Ne o; Esed Mursi'nin gidişinden (...) elbette ki rahatsız olmayacak, sevinç naraları atacak.. (")" diyordu.

İddia edildiği gibi bir "sinirlilik" değil, ama, bir mahzunluk, elbette.. Çünkü, konumuz, müslüman coğrafyalarının hele de Ortadoğu mıntıkasındaki ateşin giderek daha bir yayılmakta oluşu ve ve müslüman güçlerin en azından görünüşe göre daha ağır darbeler yemesi idi.. Ama, belki de ne Muhammed Mursî kaybetti, ne de Beşşar kazandı.. Çünkü, Mursî, bir müslümana yakışan vakarla direndi, direniyor; Beşşar ise, Şam Sarayı"ndaki bir zamâne Yezidi olarak, zulümlerine yeni zulüm dalgaları ekliyor. Hz. Peygamber (S)"den, "İnsanlar sevdikleriyle birlikte haşrolacaktır.." meâlinde rivayetler ulaştığına göre, herkes tarafını belirler. Enfal Sûresi, 42. âyette, "felah bulan (kurtulan) da bilerek felâh bulsun; helâk olan (yoklukla karşı karşıya bulunan) da bilerek..." bildirildiğine göre..

. Çünkü, , Bir müslümanın nazarında kazanç v ekayıpların Bu kadar sancılı bir konu, şen-şakrak bir şekilde yazılamaz herhalde.. Hak ve adâlet uğruna bir hüzün ise.. Hz. Peygamber (S)"den gelen bir "rivayet"te, "Allah, mahzun kalbleri sever.." denilmektedir.

Bir ümid ve teselli pınarı..

Kalbinde dininin, inancının, doğru olduğuna kesinlikle inandığı değerlerin derdini taşıyan bir insan, müslüman coğrafyalarında yaşanan bu acı ve sancılı tablolardan dolayı bir de sevinç içinde mi olsundu?

Bu arkadaş, "Bu konulara değinirken, İran ve Hizbullah"a niye bu kadar saldırı var?" diyor. Halbuki, yazıda, başta Suûdî rejimi olmak üzere emperyalizmin kuklası olduğu vurgulanan bölgedeki nice rejimlere de değinilmiştir. Yani, başkaları eleştirilirken iyi, ama, bazılarına değinilince, sanki birilerinin kutsalına dokunulmuş gibi tepki gösteriliyor. Halbuki, Ortadoğu"da Hizbullah veya İran yönetimleri müslümanlara gurur veren tavırlar sergilediklerinde hep alkışlanmışlardır; müslümanların büyük bir kısmını elemlere garkeden büyük yanlışlarına da aynı şekilde karşı çıkılması tabiî değil midir?

Suriye"deki kanlı diktatörlüğe böylesine bir destek verilirken şakşakçılık istenmiyordur herhalde.. Ve, herkesin, sevdikleriyle birlikte haşrolacakları bildirilmiştir. Herkes de hesabını buna göre yapmalıdır.

50 yıllık bir kanlı diktatörlüğün sadece şu son 2,5 senelik bölümünde yüzbinler katledilmişken, bir ülkenin maddî-manevî bütün zenginlikleri, tek kişinin veya bir ailenin veya kanlı bir Mafia örgütü gibi çalışan Baas Partisi"nin saltanatı için fedâ edilecekse.. Veya, böyle bir saltanata hem de müslüman kimliğiyle kol-kanat gerilip, bir halkın nasıl ezilmesi gerektiği yolunda bir de yol gösterilecek, akıl almaz yardımlar yapılacaksa.. Evet, o zaman n"apmalıyız, dostlar?

Bakınız, Tehran"da yayınlanan devlet gazetelerinden, (yani, sermayesini ve yöneticilerini rejimin belirlediği gazetelerden) Keyhan"ın 23 Temmuz günlü sayısının birinci sahifesinden, bir dış kaynağın görüşü gibi verilerek kendi kamuoyuna ve örtülü bir gururla duyurulan neydi, biliyor musunuz? O yazıda, "Beşşar Esed"in üstünlük sağlaması, İran"ın yol göstericiliğinde, 60 bin kişilik bir milis gücünün oluşturulmasına bağlıdır." deniliyordu, özetle.. Gazete, bu gücün, İran"ın tavsiyesiyle oluşturulduğu iddiasını bir de gururla kabulleniyordu.

Evet, Suriye Ordusu"nun da ötesinde, 60 bin kişilik bir milis gücü oluşturulmuştu; yani, daha önceden de var olan Şebbiha isimli gençlik örgütü ve Baas Partisi milisleri, İran"ın kendi içinde bir "halk gönüllüleri seferberlik ordusu" mânâsında "besicî" ler denilen örgütlenme örneğine göre daha bir geliştirilmişti. Ki, bu hususu, İran"daki bu Besicîler ordusunun ünlü bir karargâhının komutanı olan "hüccetulislam" unvanlı bir zât da aylarca önce övünerek söylemişti, İran medyasında yer alan bir konuşmasında.. Bu tip misil güçleri, kendilerine emir verilince, beslendikleri inanç veya ideoloji için ölmek ve öldürmekten asla kaçınmayışlarıyla bilinir.

İran"ın ve Hizbullah"ın Suriye konusundaki siyasetinin, son 2,5 yıldan bu yana yanlışlığını devamlı vurgulayan birisi isem, doğruluğuna inanmadığım şeyler yazıp, yanlış gördüklerime alkış mı tutayım?

Daha iki hafta önce, yine aynı gazete, -Suriye rejiminin, bekledikleri, muhtemel nihaî üstünlüğünü ilan etmesi durumunda ortaya çıkacak durumu anlatmak için- "İran"ın dinî lideri Khameneî"nin Şam Câmiinde Cuma Hutbesi okumasına kendimizi hazırlayalım.." şeklinde Suûd medyasında yer alan bir yazıyı, birinci sahifesinden veriyordu, yine heyecan verici bir hava içinde..

Bu gibi yaklaşımlar karşısında, başkalarının da benzer hesablara girmesi olmayacak mıdır? Ki, "tarihte ilk olarak taa Akdeniz"e kadar uzanılan bir güce erişildiği ve bütün bunların bir mezhebin kâr hanesine yazılması gerektiği"ne dair stratejik yorumlar da unutulmamalıdır. Bunlar, aynı bölgede etki alanı oluşturmak niyeti taşıyan başkalarını da başka türlü tavırlara sevketmiyecek midir? O zaman da, ele geçirilmek istenilen güç sahasının daha bir ezilmesinden başka nasıl bir sonuç beklenebilir? Bugün Suriye"de yaşanan biraz da bu değjl midir?

Ve bu yapılırken, yine devlete destekli gazetelerde "Suriyenin şiî halkının öldürülmesine seyirci kalınmayacağı" gibi, bu zamana kadar dile getirilmemiş başmakalelelerin dile getirilmesi ise, daha bir ayrı konu..

Yemen"de halkın hemen tamamının bağlısı olduğu Zeydîyye mezhebine bir yakınlık dile getirilmezken, bu ülkede iç-savaş çıkınca, Yemen halkının hemen nasıl şiî imiş gibi sahiblenildiği de henüz gözler önünde..

Haydi, onlar öyle..

Suriye"deki mâlum azlık inanç grubunun nasıl bir itiqadî sapkınlık içinde oldukları bilinir ve -Hz. Ali"ye ulûhiyet bile nisbet ettiklerinden- onlar için "aliyullahî" isimlendirmesi bile yapılırken.. Bugün, o taifenin, Suriye"de 45 yıldır kanlı bir diktatörlükle saltanatlarını sürdürmelerine göz yumup; onlara karşı silahlı mücadele vermek zorunda kalan bütün muhalif grupları, topyekûn, "Suriye"nin şiî halkını katleden teröristler, tekfirciler" diye suçlayanlar hangi İslamî ve insanî hassasiyeti yerine getiriyorlar, dersiniz?

Kezâ, bizzat Hizbullah güçlerinin binlerce savaşçısını Suriye"deki savaşa sokup, bir kanlı diktatörü her ne pahasına olursa olsun ayakta tutmak için, bunca korkunç bir kan dökümüne koşmalarını nasıl izah etmeli? Yoksa; bu cinayetlere ve cinayetkârlara biz de mi alkış tutalım?

Sözkonusu yorumda dile getirilen görüşlerin benzeri yorumlar da aynı çevrede tekrarlanıp durduğundan şu husus da belirtilmeli ki; önceki yazıda işlenen konu, Mursî- Esed etrafında şahsî bir tercih konusu değildi. Sanki bu ikiliden birisinin kaybetmesi ve diğerinin kazanması ihtimali karşısında tepkiler veriliyormuş gibi bir yaklaşım sergileniyor.

Muhammed Mursî Mısır halkı tarafından seçilmiş müslüman bir devlet adamı.. Beşşar Esed ise Suriye halkının tepesine ve Baas rejiminin liderliğine, babasının mirascısı olarak kondurulmuş ve o menhus Baas rejiminin 50 yıllık diktatörlüğünü devam ettiren, Suriye ülkesi ve halkının başında haksız olarak oturan bir zamâne şahı, bir zamâne Yezidi"dir. Ve, bu kişinin, Mursî"nin, hangi emperyalist odaklarının destek ve planlarına uygun şekilde bir askerî darbe ile vazifesinden uzaklaştırılması karşısında tıpkı, Fransa"nın müslüman coğrafyalarındaki istihbarat uzmanı Oliver Roy"un 25 sene öncelerde bir kitabına isim olarak koyduğu iddiayı "Siyasî İslâm iflâs etti!." diye tekrarlayıp, sevinç nârâları atmasına rağmen, onun siyasî İslam dediği iddiayı benimsediklerini ısrarla belirten bir takım müslümanların, hâlâ, bu cinayetkâr kişiye "Esed"in varlığı, bizim asla vazgeçemiyeceğimiz kırmızı çizgimizdir." diye destek vermelerini hangi feraset ve basîretle izah etmeli?

Sionist İsrail rejimine karşı bir "direniş hattı" gibi laflar, umulur ki, tekrarlanmaz. Öyle bir hat mı kaldı? Suriye"nin müslüman halkını ve o halkın bütün zenginliklerini böylesine yok eden ve "Siyasî İslam iflas etti!" diye sevinç nârâları atan bir kanlı diktatörlükten sonra hâlâ, İsrail rejimi tarafından ciddî bir tehlike olarak mı görülecek?

Efendim, Suriye"de muhalifleri Amerika ve uzantıları destekliyor. Evet, bu mümkün.. Bir ölüm-kalım mücadelesine giren bi herkesb, nereden bulursa bulsun silah da alır, yardım da..

Pekiy, Esed ve hâmilerini hangi uluslararası şerr güçler himaye ediyor diye de niye düşünmüyorsunuz? Kaldı ki, dünyada, söz sahibi olmak isteyen her güç, her ihtilaflı konuda kendi stratejik planlarına göre bir tavır takınır.. Nitekim, İslamcı odakların güç kazanmaması için, Rusya ve müttefikleri var güçleriyle Esed"e ve Baas rejimine silah verirken; Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri ise, iki yılı aşkın süredir, "İslamcı güçlerin eline geçer.." ihtimaliyle, silah vermekten kaçınıyor, muhaliflere.. Ve "laik muhalif odakları"nı güçlendirmeye çalışıyorlar.

"Bugün Suriye"de Beşşar ve Baas rejimine karşı savaşanlar da yarınlarda ondan farksız olabilir" iddiası ise, gaibden haber vermek ve kehanette bulunmak hevesinden öte bir mânâ ifade etmez ve geçersizdir. Gelecek hakkında kim, kesin bir şey söyleyebilir?

Bir tarafta, saltanatını her ne pahasına olursa olsun sürdürmeye çalışan mevcud bir diktatörlük..

Onun karşısında ise, herbirinin çok farklı hedefleri olsa bile, şimdilik, o diktatörlüğe karşı çıkmakta birleşmiş olan mücadele grupları..

Bu arada, Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin, bu konuda, Türkiye"nin devreye girmesini ve müslüman coğrafyalarının daha bir karışmasını istedikleri, yıllardır yazıp çizdiklerinden, açıklanan resmî görüşlerden de anlaşılıyor, ama, T.C."nin bugünkü yöneticileri, bunca tahriklere rağmen, teenni ile hareket edip, böyle bir oyuna direkt olarak girmemek için, bütün dikkatlerini kullanıyorlar. Birileri, her ne kadar, "Suriye"de ölen 100 binden fazla insanın kaatili Erdoğan"dır; Esed ise, Rehber"in emrinde hareket etitğine göre, Hakk cebhesindedir.." deseler de.. Hele, stratejik yorumlar yapan bir sitede, nice yorumlar sansürlenirken, "Bu Mursî ve Erdoğan, bizim için, Amerika İsrail"den bile daha tehlikeli.." gibi yazıların yazılabilmesi karşısında, diyecek söz bulamıyor, insan..

*

2- Bir akademisyen arkadaş, "Ben Arap Baharı sürecinde İran'ın Suriye politikasının mezhebî olmadığı konusunda bir tez hazırlamaktayım ve bu tezimi, İran'ın mezhebî olarak, nusayrîlerden ve Baas rejiminden ziyade sunnî muhalefete daha yakın olduğu görüşüne dayandırmaya çalışıyorum.. Bu konuda, nusayrîliğin İran kaynaklarında nasıl algılandığı ve de tezimi kanıtlayacak bildiğiniz başka yollar mevcut ise bana yardımcı olabilir misiniz?" diyordu..

Bu arkadaşa, "İran'ın Suriye siyasetinin stratejik hesablara dayandığını düşünüyorum. Bu stratejik hesabların içinde mezhebî hedeflerinin olması da kaçınılmaz olarak vardır. Bu açıdan, sizin, dile getirdiğiniz önkabuller, araştırmanızı zora sokabilir. Hele, İran'ın 'Nusayrîlerden ziyade, sünnî muhaliflere yakın olduğu' şeklindeki kanaatinizin isbatlanması, Suriye'de son 2,5 senedir yaşananlar ve bilhassa Lübnan Hizbullahı'nın onbinlerce savaşçısıyla, büyük çapta nusayrîlerden oluşturulan Şebbiha, milislerinin ve Suriye Baas rejiminin yanında yer almasından sonra daha bir zorlaşabilir ve yeniden gözden geçirilmeyi gerektirebilir." diye karşılık verdim, kısaca..

*

3-Suriye"nin kuzeyindeki Türkiye sınırı boyunca uzanan ve yaklaşık iki milyon kadar müslüman kürd halkının yaşadığı kabul edilen bölgelerde, Suriye"de meydana gelen otorite boşluğundan istifadeyle bir otonom/ özerk- muhtar bölge oluşturma ihtimalinin, sadece Türkiye"yi değil, bütün bölgeyi derinden sarsacağı ihtimalini çok da yabana atmamak gerekir. Diğer coğrafyalarda, İran, Türkiye, Irak, Suriye ve hattâ Kafkaslar"da yaşayan kürd halklarının böyle bir özerk bölge oluşturulmasından memnun olacakları ihtimali de tabiî karşılanmalıdır.

(Türkiye, Kıbrıs"da 150 bin civarındaki soydaşının hukukunu korumak adına, orada bir devlet kurduğu gibi), Suriye"de sayıları iki milyona yakın müslüman kürd halkının da, kendi mahallî otoritesini oluşturmak istemesine şaşmamak gerekir.

Nitekim, Irak"da Saddam ve Baas rejiminin B. Amerika"yla girişilen bir savaşa sonrasında devrilmesine takiben, 2003"de başlayan Amerikan işgali sırasında hazırlanıp, Amerikan Genel Valisi statüsünde bulunan Paul Bremer"in "Bu şeriat anayasasıdır, ama, benim imzamla yürürlüğe girmektedir.." diye ince bir ironiyle hayat bulan mevcud Irak Anayasası"na göre Irak Kürdistanı"nda bir mahallî hükûmet kurmuş olan Mes"ud Barzanî de, konuyla yakından ilgilenmekte ve amma, "Kürdler silahlı mücadeleyi artık bırakmalı, haklarını barış yoluyla elde etmeye çalışmalılar.." diyerek, önceliğini ortaya koymuş bulunmakta..

Bu doğru bir yaklaşım..

Elbette, Suriye"nin kuzeyinde, Türkiye ile arasında olan 910 km.lik sınırın hemen tamanını şerit halinde içine alan hemen bütün yerleşim birimlerinin halkı, büyük ekseriyetle müslüman kürd halkından oluşmaktadır ve bu insanlar 90 sene öncesine kadar, Osmanlı"nın parçalanışına kadar hep birlikte ve Osmanlı Devleti hâkimiyetinde yaşayan bütün kavimlerle iç-içeydiler.

T.C. rejimi, özellikle kemalist-laik kadrolar, o zamandan beri, hep bir bölünme korkusu içindedirler. Ve, T.C."deki resmî ideolojinin türkçülük üzerine kurduğu yaklaşımlar sürdüğü müddetçe, bu korkular da yersiz sayılamaz. Çünkü, her yasak ve sınırlama, kendi muhalefetini de geliştirir, kaçınılmaz olarak..

Ancak, korkunun ecele faydası yoktur.. Türkiye"deki türkçü- kemalist-laik rejimin ideolojisi de, uygulaması çoktaaan çökmüştür ve zorla ayakta tutulmaktadır. Osmanlı"nın saltanat sistemini değil ama, 600 yıl içinde derin bir sosyo-kültürel temeli bulunan anlayışla, emperyalistlerin, şerr güçlerin eliyle açılmış olan 100 yıllık parantez yeniden kapatılabilir.

Kürd müslümanlarından ve kürd dili ve edebiyatı üzerine çalışmalarıyla bilinen bir arkadaşla, evvelki gün, uzuunca bir telefon sohbeti yaparken, arkadaşımızın sözü şu olmuştu; özet olarak: "Birileri, kürd halkını İslam"dan koparmaya çalışıyor ve bunun için de kürdlerin diğer müslüman kavimlerle savaşmasını planlıyorlar. Buna kesinlikle karşı çıkmalıyız.. Çünkü, bu sadece kürd halkı için, bütün müslümanlar için bir felaket olur. Ayrıca, kürd halkının, bölge halkları içinde en çok da Anadolu halklarıyla birlikte yaşamaya elverişlidir, diğer etnik unsurlarla bu kadar bütünleşemez.. Bunun için ben kendimi, Osmanlı olarak niteliyor ve başkentim de İstanbul"dur, diyorum.."

Bu sözleri söyleyen arkadaş, kalbinde taşıdığı din derdiyle konuşuyordu..

Tabiatiyle, bu arada, giderek yükseltilmeye çalışılan Türkiyecilik ve türkçülük ve de bayrak fetişizmine de değindik.

Evet, sadece bir şeylere karşı çıkmak değil, neyi nasıl yapacağımızın formülünü de bulmak gerekiyor. İran medyasında, sık sık eleştirilen "Yeni Osmanlılık" anlayışı aslında altı asırlık bir ortak tarih, ortak kültür ve ortak sosyal hâfızâ ve hâtırâlar açısından hiç de yabana atılmaması gereken bir çözüm yolu olabilir.

BDP m.vekili Altan Tan"ın da geçen hafta, İslamî kimlik ve muktesebâtının sesine kulak vererek dile getirdiği görüşler de denilebilir ki bu mânâya, İslam kardeşliğini her şeyin üstünde tutan bir anlayışa ağırlık vermekteydi. Altan Bey, Kürd halkının İslamî değerlere muhafazakârca bağlı olduğuna dikkat çekiyor ve BDP'li kadın seçmenlerinin yüzde 78'inin başörtülü olduğunu gösteren anketlere işaret ediyor ve, 'Ayrıca, tarihte ilk defa bir şehirli kürd sınıfı meydana geliyor. Kürdler şehirli bir kavim değildi. Şehirlerde yok denecek kadar az idiler. Şehre gelen kürd asimle oluyordu. Son 30-40 yılda, ciddî göçler ve siyasal bilinçlenmeyle şehirlerde Kürd kimliğiyle var olan, kürtçe konuşan, asimile olmak istemeyen ciddî bir şehirli kürd orta sınıf oluştu. Bu zemine siz katı marksist, sosyalist yapı monte etmeye kalktığınız vakit, daha çok marjinal sol çevrelerle sınırlı kalır ve çok yakın zamanda halkla çatışmaya girersiniz. O halde, BDP ve PKK"nin kendisini yeniden formatlaması gerekiyor.. DTK da bunu yapamadı. PKK yapısı dışına çıkmadı. PKK"nin öncülük ettiği bütün kurumlar PKK"nin yan versiyonu haline geliyor. İstenen bu değil.. Eğer, değişim yaşanmazsa herkes kendi yoluna gider..' diyordu..

Bu yaklaşımın müslüman kürd halkının geniş kesimleri içinde yankı bulmasını ümid ve temenni ediyorum..

*

4- Gelelim, bir diğer konuya..

Taksim Hadiseleri üzerine, yazdığım bir yazıda, müslümanların yazar-çizer takımından bazılarının da orada bulunmaları ve o yakıp yıkmalar için çapulcu denilmesine karşı çıktıklarından, onların bu tepkileri dolayısiyle, "sığıntı ruh hali" demiştim.

"Sığıntı ruh hali" ifadesinden maksadım, aslında mensub olmadığı grupa, taife veya cenaha, yabancı olduğu kesimlere yaklaşmak, şirin görünmek için sergilenen tavırlardı. "Biz sizin bildiğiniz tip müslümanlardan değiliz.." der gibi bir hava verilmeye çalışıyordu, yazıp çizdiklerinde..

Bir sosyolog arkadaş, çok kızmıştı bu "sığıntı ruh hali" ifadesine ve "o sözü sana iade ediyorum, çünkü ben de öyle düşünüyorum.. İnsanları anlamaya çalışmak, bir sığıntı ruh hali değil! Üstelik, kırıcı uslûbundan dolayı seni de kınıyorum, yakıştıramadım sana! Hele bu insanları (I. E. vs.leri) topyekûn "çapulcu" adlandırmak, belki sığıntı ruh halinin ta kendisidir. Sana, Zaman gazetesinden İ. D., ve Hurriyet"den A. H.'ın yazılarını okumanı tavsiye ederim.

" diye yazmıştı.. Yazısını da "Hâlâ saygılarımla.." ibaresiyle noktalamıştı..

Ona cevaen hemen şunu yazmıştım:

"Selamunaleykum, ...kardeşim;

İade ettiğiniz ibareler, bana aid olduğuna göre, kabulümdür..

Ne siz benim gibi düşünmeye mecbursunuz, ne de ben sizin gibi..

Benim sözlerimin muhatabı, direkt olarak siz değildiniz, çünkü sizin ne ve nasıl düşündüğünüzü bilemezdim. Şimdi öğrenmiş oldum..

Ama, benim halkın malını tahrib edenlere duyduğum hınca, mukabil bir hınçla, o sözleri iade ettiğinizi belirtmenizde bir adâlet olup olmadığını idrakinize ve kalbinize havale ediyorum.

Tekrarlıyorum: 'Hükûmetin şu-şu hataları vardı..' diye, yüzmilyonlarca liralık tahribatın yapılması, evet, çapulculuktan başka bir şey değildir.. Başka bir hükûmet olsaydı, bu tahribatın sonunda, geride onlarca cenaze kalırdı, herhalde.. 2000 yılındaki büyük buhranda, Ankara'da yapılan bir gösteride, şimdiki gibi sosyete kesimlerinin değil, fukara kitlelerin protestoları kontrol dışı kalınca, Ecevit Hükûmeti'nin tedbirleriyle, geride 5-6 tane ölü kaldığını ve protestocuların askerler devreye sokularak korkunç şekilde ezildiğini, yüzlerce kişinin zindanlara doldurulduğunu hatırlatayım.

O, sözünü ettiğiniz kişinin yaklaşımını da kendi inancıma yapılmış bir bühtan olarak görüyorum. Hele, yıllardır, 'kandil geceleri yoktur..' diye zihinleri meşgul ederken, sosyo-politik atraksiyonları gerektirince, hemen 'kandil gecesi'ne sığınması, mâbedlerde gösterilmesi gereken saygının binde birini göstermeyenlere mazeretler uydurması; başka zamanlarda, kişinin sahib olduğu bütün malını ihtiyaç sahiblerine infak etmesini söyleyen bir kimsenin, şimdi, müslüman halkın emvalinin o şuûrsuzca tahribi karşısında aklınca cevazlar uydurmasını da tam bir müraîlik olarak görüyorum.

Ancak, sizin zannettiğiniz gibi, ben ona ve yoldaşlarına çapulcu dememiştim, çünkü onların da bizzat çapulculuk yaptıklarına dair bilgim yok.. Eğer yaptılarsa, onlara da çapulcu derim.

(") Ve bu gibi eylemleri mazur görmeye kalkışmayı, ancak, o kemalist-laik, ulusalcı, liberal, sosyetik çevrelere yaranmaya ve yanaşmaya çalışmak mânâsında bir 'sığıntı ruh hali' olarak değerlendirmede -seni kasdetmeksizin- yanlış yapmadığımı düşünüyorum.

Ama siz, yine de benim davranışımı, Hükûmet'e yanaşmaya ve yaranmaya çalışan bir 'sığıntı ruh hali' olarak niteleyebilirsiniz, elbette.. Ancak, ben böyle düşünmekle öyle bir noktada olmadığıma kalben mutmainim. Eğer öyle bir yanaşma ve yaranma havasında olsaydım, 10 yıldır iktidarda olanlardan kendi hukukî durumumu düzeltmeleri için bir talebde bulunurdum, herhalde.. (")

Müslümanların geleceği açısından son derece önemli gördüğüm bu büyük ve ihtilal çapındaki hadiseler karşısında, evet, tarafım bellidir.. Bugünkü mevcud sosyal tablo karşısında, hangi tarafta olduğumu açıkça ortaya koyuyorum. (") Okumamı tavsiye ettiğiniz kalemlere fazla itibar etmesem bile, onları da, onların bayrakdarı durumundaki nicelerini de de okumaya çalışırım. Ama, kendi düşüncelerimi, onların düşüncelerine dayandırmak veya muhalefetimi ona göre belirlemek gibi bir uslûbun uzağındayımdır.

Kısa ve çok mânâlı mesajınızı, 'hâlâ' kaydıyla bitirmenizdeki lûtufkâr zarafetinize de ayrıca 'teşekkür' ediyorum..

'Hâlâ'sız sevgi ve saygılarla..

*

Bu konuda, tabiatiyle daha başka yazışmalar da oldu,, gerek özel, gerekse yazılı medya aracılığıyla.. Ama, sözkonusu müslüman yazar-çizer arkadaşlar halkayı biraz daha genişletip, tuhaf bir bildiri yayınlamışlar ve 'Şehrin merkezinde bulunan, şimdiye dek ancak yoksulların altında barındığı ağaçları korumaya çalışan insanlar, bu yeşil alanın kendilerine sorulmadan paraya tahvil edilmesine itiraz ettikleri için devlet kibrinin en sert yüzüyle, tahkir edici bir polis şiddetiyle buradan atılmaya çalışıldılar. Fakat kimseyi dinlemek sorumluluğu hissetmeyen, semboller üzerinden çatışan Kemalist iktidar dilini devralıp bu dili sürdürmeyi tercih eden muhafazakar iktidar partisi bu sesleri duymadı. Makul ve meşru her eylemin polisin şiddetiyle bastırılması alışkanlığı insanları daralttı ve öfkenin hakim olduğu bir siyasi iklime çekti. Daha önce hiç görmediğimiz yaygınlıkta kendiliğinden birleşen bir muhalefet bloğu yeni bir muhalefet tarzıyla kendini açığa vurdu. (") Henüz 28 Şubat darbecilerinin yaptıkları hafızalarda çok tazeyken ve yapılan zulümlerin hesabı sorulmamışken, mazlumların sesi olma iddiasıyla iktidara gelen bir partinin benzer bir hoyratlıkla davranması, hukuksuzluğun yeni ellerde devam ettiğinin göstergesidir. Bu nedenle son on altı gündür yaşanan gerilimlerin esas müsebbibi; halkı dikkate almadan şehri dönüştürmeye kalkışanlar ve polis şiddetinin kontrolsüz kullanılmasını emredenlerdir." gibi ifadelere yer vermişlerdi..

Çoğunu, gıyaben ve bazılarını da vicahen ve şahsen tanıdığım bu arkadaşların yayınladığı bu bildiride ilginç iddia ve hattâ bazı haklı tesbitler de bulunmuş olabilir. Ama, bu arkadaşlardan, yapılan o zorbalıkları, o vandallığı, o yakıp yıkmaları; o, câmileri saygısızca işgal etmeleri ve hattâ sırf İslamî örtülerinden dolayı saldırıya uğrayan müslüman hanımlara yapılan alçakça saldırıları tel"in etmelerini beklemek hakkımızdı. Ama, yanlarında durdukları yeni muhalefet dalgasını kırmamak için olsa gerek, bundan dikkatle kaçınmışlardı.

Yazık..

*

5- Bu yazar-çizer taifemizin bildirilerinden 10 gün kadar sonra, evvelki gün, Londra"da yayınlanan The Times gazetesinde, yârân"dan değil de ağyardan, yabancılardan gelen 25 Temmuz günü yayınlanan bir bildiri ile karşılaşınca, konuya bir daha değinmek gerekti..

Hazırlayıcıları arasında, Andrew Mango isimli bir Atatürk biografisi yazmış kişi dışında, yığınla sinema oyuncubu veya film yapımıcısı, vs. ve Türkiye"den de birisi meşhur bir piyano çalgıcısı, diğeri de film yapımcısı olan iki kişi.. Team da, Taksim Hadiseleri"nin ardında, kimlerin niçin bulunduğunu ve kimlere nasıl hınçlar beslendiğini göstermesi bakımından oldukça ilginç..

Bu bildiride, dile getirilen ana görüşler şunlardı:

"Sayın Bay Erdoğan,

Aşağıda imzası olanlar, bu mektubu sizin polis güçlerinizin İstanbul"da Taksim Meydanı ve Gezi Parkı ile Türkiye"nin diğer büyük şehirlerindeki barışçı gösterileri, (...), zalimce bastırmasını en güçlü şekilde kınamak amacıyla yazıyoruz. Ancak, Taksim Meydanı ve Gezi Parkı"nın benzersiz bir şiddet kullanımıyla boşaltılmasından sadece günler sonra, tek suçları sizin diktatoryal yönetimine karşı çıkmak olan bu beş ölüye aldırmadan, İstanbul"da Nuremberg Toplanması'nı hatırlatan bir miting düzenlediniz. Sizin hapishanelerinizde Çin ve İran hapishanelerindeki sayının toplamından daha fazla gazeteci var. Buna ek olarak, göstericileri çapulcu, yağmacı, holigan olarak nitelendirdiniz, hatta bu göstericilerin yabancıların yönlendirdiği teröristler olduğunu söylediniz. Oysa gerçekte, bu göstericiler sadece Türkiye"nin kurucusu Kemal Atatürk"ün öngördüğü şekilde laik bir cumhuriyet olarak kalmasını isteyen gençlerdi. Sonuç olarak, (")beş masum gencin ölümüne neden olan emirleriniz, Strasbourg'da bir davaya dayanak teşkil edebilir."

Evet, bildiri böyle, özetle ve ilginç.. Erdoğan"ı diktatörlükle suçlayanlar, onun mitinglerini Adolf Hitler"in Nurnberg gösterilerine benzetmeye çalışanlar, o her tarafı yakıp yıkanları da barışçı gösteri olarak niteliyorlardı, en önemlisi de, bu gösterileri yapanları, Atatürk"ün laik cumhuriyeti için barışçı olarak gösteri yapan mâsum kimseler olarak niteliyorlardı.

Bu The Times bildiricileri, sahi, Irak"da, Çeçenistan"da, Suriye"de, Mısır"da ve dünyanın başka yerlerinde yapılan nice zulümler konusunda da, böyle bir ortak bildiri yayınlamışlar mıdır? İçerde, Çin"de ve İran"da bile olanlardan daha fazla gazeteci olduğunu da söylüyorlar.. Onların gazeteci değikleri kimseler, genelde, fikrini yazdığından dolayı değil, silahlı mücadelelere veya bombalı eylemlere veya başka kanunsuzlukları tevessül etmiş kimseler değil mi?

Bu bildiricilerin, Amerika"nın, kendi gizli belgelerini yayınlayan medya mensublarını, dünyanın her tarafında nasıl fellik-fellik aradığından ise, haberleri yok galiba..

Ve de, bizden bazı müslüman yazar-çizer takımının bildirisiyle bu bildiri arasında bazı ortak noktalar, özellikle de polise bu emirleri verenlerin sorumluluklarının hatırlatılması konusu, ilginç değil mi?

*

Şair boş yere mi demişti?

"Yareme yare (yarama yara ) açan, yâr elidir..

Yâr elinden, yüreğim yarelidir.."

haksöz

Bu yazı toplam 1499 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar