Yahudiler Kur'an Terazisinde

Yahudiler Kur'an Terazisinde

TARİHLERİ VE BUGÜNKÜ HALLERİYLE YAHUDİLER KUR'AN TERAZİSİNDE...

 

 

BAKARA SURESİ 40-44. AYETLER



TARİHLERİ VE BUGÜNKÜ HALLERİYLE YAHUDİLER KUR'AN TERAZİSİNDE





Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla

«Ey İsrailoğulları, size bağışlamış olduğum nimetleri hatı­rlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Ve sadece benden korkun. Elinizdeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğum Kur'an'a inanın; O'nu inkâr edenlerin ilki olmayın, Ayetlerimi birkaç para karşılığında satmayın; yalnız benden çekinin. Bile bile batılı Hakk'ın üzeri­ne örtüp Hakk'ı bakışlardan gizlemeyin. Namazı kılın, zekâtı verin ve rukuya varanlarla birlikte siz de rukuya varın. Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşüne­miyor musunuz?» (Bakara; 40-44)

Bu, surenin yeni bölümlerinden biridir. Yüce Allah bu ifa­delerle; Peygamberimize ve Peygamberlik misyonuna karşı çıkan, Müslümanların akidelerini sarsmak, kanatlarını altüst etmek için kervanı engellemeye çalışan, şeklini bozma­ya, Müslüman'ın zihniyetinde kuşkulara, endişelere yol açma­ya imkân arayan İsrailoğullarına (Yahudilere) hitap etmekte­dir... İşte bu atmosferde Kur'an-ı Kerim ehl-i kitabın bir kesimi­ni oluşturan ve İslam'ın ortaya çıktığı bölgede büyük etkinliğe sahip olan Yahudilerle fikir mücadelesine girişmektedir...

İslam'ın Yahudilerle diyaloga önem vermesinin başlıca iki önemli amacı vardı:

Birincisi: İslam dini ile diğer dinlerin ortak ilkelerini belirlemek. İslam, herkes tarafından kabul edilen ortak kurallar, ilkeler ve misaller aracılığı ile Yahudilerin ellerinde bulunan delilleri çürütmeyi ve bu vesile ile sahayı genişletmeyi, diya­logu apaçık, net ve pratik değeri olan ilkelere dayandırmayı, böylece diyalogu geliştirmenin uygun zeminlerine yol açmayı hedef alıyordu. Bu, madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun ikinci yüzü ise, Allah'ın vahyi ve mesajı tarafından gönderilmeyen ve aslında Kitap'ta olmadığı halde Yahudiler tarafından Kitab'a sokulan asılsız saptırmaları düzeltmeyi amaçlıyordu.

İkincisi: Yahudilerin içinde yaşadığı gerçek ortamı net olarak ortaya koymak, yaşamlarından egemen olan pratiklerini gözler önüne sermek. Onların kusurlarını, ayıplarını, rezilliklerini söz konusu etmek tavır ve hareketlerinde izledikleri kaypak yöntemleri açıklamak, insanları çağırdıkları çizgiye kendilerinin bile gelmediklerini, ondan saptıklarını ve sahip oldukları ahlakta, tutum ve hareketlerinde bu çizgiye uymadı­klarını açıklamak ve neticede onları saf dışı etmektir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

Özellikle Yahudiler ve İsrailoğulları üzerinde durul­masının hikmeti nedir? Kur'an-ı Kerim diğer dinlerle diyalogdan söz ederken neden her zaman İsrailoğullarından işe başlamaktadır? Ehli Kitabın diğer bir kesimini oluşturan Hıristi­yanlara neden bu ölçüde yer vermemektedir?

Cevap daha önce işaret ettiğimiz olgu ile yakından ilgilidir... Yani İslam'ın Medine'de insanların hayatında bir güç olarak ortaya çıktığı günden itibaren Müslümanların karşısında yer alan Yahudilerin büyük kitleleri harekete geçiren dini bir gücü temsil etmeleri, özellikle onlara yönelmeyi gerektiriyordu. Ehl-i Kitabın diğer kesimlerini oluşturan Hıristiyanlara gelince; bunlar vakıa olarak İslam'ı cephe alma konusunda o kadar önemli ve etkili bir fonksiyona sahip değillerdi. Hatta İslam'ın ilk dönemlerinde Hıristiyanların, olumlu yönden, İslam'ın lehine aktif bir etkinlikleri olduğu bile söylenebilir. Çünkü ilk Müslümanlar, zor durumda kaldıklarında Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Habeşistan'ın Hıristiyan Kralı onları bağrına basmış ve korumuştu. Oraya hicret eden Müslüman­ların Hz. İsa ve annesi Meryem'e ilişkin Kur'an ayetlerini oku­malarına sevinmiş ve onlarla hem fikir olduğunu belirtmişti. Dolayısıyla aralarındaki sorunlar asgariye inmişti. Artık aralarındaki mesele, düşünceye ilişkin bir problemdi. Yani ge­riye sadece Hz. İsa'nın şahsiyeti ve Allah ile ilişkisi meseleleri­nin nasıl anlaşılacağı konuları kalmıştı. Buna bağlı olarak on­larla gerçekleştirilen ve oluşturulan diyalog bu düzeyde kaldı. Yani konunun bütün önemi düşünceye ilişkin bir konuda düğümleniyordu.

Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken önemli nokta­lardan biri de, İslam'ın Yahudilerle diyalogu ile Müşriklerle di­yalogu arasında tabiat ve önem farkının söz konusu olduğudur. Yahudilerle detaylarına kadar irdelenen konuların hiçbiri, Müşriklerle söz konusu edilen konularla benzerlik arz etmez. Ve onlara paralel konulardan oluşmaz.

Belki de buradaki önemli farklardan biri, İslam dininin, Müşrikleri dini bir kuvvet olarak kabul etmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü şirk, dini bir düşünce değildi. Aksine şirk dini, Tevhid yolunun tam karşı tarafında yer alıyordu. Bu nedenle İslam dini ile şirk dini arasında evren, hayat, ilahi Pey­gamberlik misyonlarından kaynaklanan tarihsel değerler, bu çağda hayattaki değer yargıları veya bireysel ve toplumsal ha­yata ilişkin yasalar ve hukuki değerler gibi genel konularda or­tak bir nokta yoktu. Beraber sahiplendikleri müşterek değerle­ri yoktu. Bu nedenle İslam onlarla ortak bir mesele bulamıyor­du ki detaylara yönelik bir diyaloga girsin. Son çare olarak şir­ki, düşünce yönünden ele almayı esas almıştı. Onları, akıllarını kullanmaya ve düşünmeye davet etmişti. Allah'ın kendilerine bağışladığı bütün imkânları bunun için seferber etmelerini is­temişti. Düşüncenin ana maddesini oluşturan vasıtaları, yeni bir fikrin oluşturulmasında kullanılacak düşünme vasıtalarının tümünü en güzel şekilde harekete geçirmeyi hedef almıştı. Bunun ardından Kur'an onları karşısına alıyor; onlar­la düşünce, hareket ve metot konularını, problemlerini tartışıyordu. Onlarla bu problemleri çözmenin yollarını arıyordu.

Yahudiler'e gelince, bunlar Müşrikler gibi değildi. Ortada hem İslam'ın hem de Yahudiliğin doğru kabul ettiği ve iman il­kelerinden saydığı ilahi peygamberlik olgusu (risalet) vardı ve her iki taraf ortak bir tarihe sahipti. Bu da söz konusu tarihin çeşitli merhaleleri çevresinde birtakım tartışmalara girmeyi zorunlu kılıyordu. Doğru ile doğrudan sapmış, yanlış yola gir­miş düşüncenin detaylarına inmeyi gerektiriyordu. Ortak bir zeminde kalabilmek ve birleştirici, teke indirgeyici bir hareket mantığına sahip olabilmek için akide, metot, yasama, (hukuk) ve şahsiyetler konusundaki ayrılıkların, farklılıkların kaldır­ılması, ortak bir noktaya gelinmesi zorunlu oluyordu. İşte bu konular iki grup arasında birtakım sürtüşmelere ve açmazlara yol açıyordu. Bir ölçüde hassas ve esnek olmayı icap ettiriyordu. Onlarla diyaloga geçerken buluşma zeminlerinde onlara ulaşabilmek için gerekli titizliği esas almayı ve ehl-i kitaba açık olmayı zorunlu kılan şartlar söz konusuydu.

Kur'an-ı Kerim bu bölümde Yahudilerden, onların hayat­larından, sosyal etkinliklerinden, işi düzeltmeye çalışan Pey­gamberlere ve diğer insanlara karşı nasıl bir tavır ve tutum içi­ne girdiklerinden ve siyasal konumlarından söz etmektedir... Bu bölümde yer alan ayetler, yüzden fazladır. Çünkü bu sure Medine'de indirilen bir suredir ve bununla Müslümanların sis­temi oturtulmak istenmiştir. Medine'deki Müslümanların yaşam tarzları, düşüncede izleyecekleri yöntem ve metot, mücadelede esas alacakları ilkeler ve strateji burada belirtil­miştir. İşte bu ilkeler, metotlar, yöntemler böylece her yerde ve her zamanda geçerli olan canlı birer örnek konumuna geçmiş ve örnek alınacak problemler, meseleler düzeyine yüksel­miştir.

Burada ayrıca Kur'an'ın üslup üstünlüğüne de dikkat çek­memiz gerekir. Kur'an burada insanı en temel boyutları ile ele almakta, ruhi (manevi) ve fikri yapısını göz önünde bulundur­maktadır. Kur'an insanın hasmına karşı olan düşmanlık nok­tasını baz alarak saldırıya geçmemektedir. Ona karşı sert biçimde tavır koymamaktadır. Peygamberlik misyonuna (risa­let) ve Peygamberlere karşı tarih boyunca izledikleri yola dik­kat çekmemektedir. Meseleyi, onların bu konularda ortaya koydukları kaypak tavırları esas alarak çözmeye çalışmamak­tadır. Hareket noktası olarak değişmez İslami ilkeyi temel al­maktadır. Bu İslami ilke, düşmanın pratiklerini ve düşmanca tavırlarını, tarihi süreci gözler önüne sererek ortaya çıkarmayı ve düşmanını bu süreç içinde yargılamayı esas almaktadır.

Bu noktada onların kökleri, insanoğlunun var olduğundan bu yana yer alan İlahi risaletlerin başlangıcına kadar uzanmaktadır. Bu aşamada yüce Allah büyük bir fazilet ve önemli bir nitelik olarak onlardan Nebiler Resuller gönderdiğini be­lirtmektedir. Fakat onlar bu sağlam ve dosdoğru çizginin değerini takdir edememiş ve kıymetini bilememişlerdir. Bu ni­mete karşı Allah'a şükretmemiş ve bu doğrultuda yol almamışlardır. Tam tersine karşı koymuş, bu çizgiden sapmış ve Peygamberlerini haksız yere öldürmüşlerdir. Yeryüzünde boz­gunculuk çıkarmışlardır. Allah'ın kendilerine bahşettiği bu imtiyazların, bu avantajların kendi öz değerlerinden kaynak­landığını, bunlarla diğer uluslardan farklılık arz ettiklerini zannetmişlerdir. Kendilerini Allah'a en yakın ulus, Allah katı­nda seçilmiş ulus olarak görmüşlerdir... Kur'an bu tarihi yapıyı gözler önüne serdikten sonra hemen muhatap aldığı Yahudile­re yönelmektedir. Onların hatalarını, suçlarını cinayetlerini anlatmaktadır. İslam çağrısına karşı geniş kapsamlı bir cephe açmalarını ve O'na düşmanlık etmelerini eleştirmektedir.

Biz bu uzun muhakemede gerçekten toleranslı bir ruhun varlığını görüyoruz. Bu müsamaha ruhu ile onlara yaklaşılmakta ve onlar gerçeğe davet edilmektedir. Bütün bir şef­kat ile kendilerine bir çağrı yöneltilmektedir. Bu yanlış hareketlerinden, tavırlarından vazgeçmeleri aşılanmaya çalışılmaktadır. Daha sağlıklı, daha doğru bir tutum izlemeye dönüş yapmaları telkin edilmektedir. Bütün bir yapıcılıkla, bütün bir şefkatle ve realiteye dayalı bir anlayışla Allah'tan korkmaları, kalplerini bu korkuya açmaları talep edilmekte­dir. Böylece anlatılmak istenmektedir ki, insan ne kadar Al­lah'tan uzaklaşsa da, O'nun doğru çizgisinden sapsa da Yüce Allah onu ihmal etmez, kendi arzu ve istekleriyle yüzüstü bırakmaz. Tam tersine sürekli onu korumaya devam eder. Onu kendisine çağırır ki, kalbi Hakka, ruhu Allah'a açılsın.



Biz burada bu ayetleri incelemeye çalışırken İsrailoğul­larının fonksiyonlarını, değişik boyutlara varan hareketlerini, tutum ve davranışlarını, kaypak olan yöntemlerini, döneklik­lerini ve derin psikolojik komplekslerini araştırmaya çalışacağız... Sonra, saldırılarla, zorluklarla dolu olan yaşama karşı, Peygamberin sabrı; Peygamberlik misyonunun gücü, de­rin anlayışı ve kavrayışı ile bu zorluklara nasıl karşı koy­duğunu, bu kadri yüce Peygamberin onlara karşı nasıl bir siya­set izlediğini göreceğiz. Böylece, hayatımızda izlediğimiz Allah yoluna davette bu örnekten ilham almaya, ondan istifade etme­ye yöneleceğiz.

Allah'ı Hatırlayın ve O'na Verdiğiniz Sözde Durun

(Ey İsrailoğulları, size bağışlamış olduğum nimetleri hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim ve sadece benden korkun» (Bakara, 40)

Cenab-ı Allah onlara nimetlerini bu şekilde hatırlatmak istiyor. Onların bu nimetleri hatırlamalarını ve bu nimetlere karşı sorumluluklarının bilincine varmalarını talep ediyor. Onlar realite ve pratik eylem sahasında, Allah'a bağlılık göstermek suretiyle, nimete şükrettiklerinin ispatlamalıd­ırlar. İlahi Peygamberlik misyonunu; kabul etme, destekleme ve bağlılık gösterme ile karşılamalıdırlar...

«Nimetlerimi hatırlayın»

Ki, Peygamber Muhammed'e (salât ve selam üzerine olsun) karşı takındığınız inatçı tavrın şükredenlerin tutumu değil, ni­mete nankörlük edenlerin (kâfirlerin) tutumu olduğunu öğre­nesiniz. Çünkü siz O'nun gerçekten Allah'ın elçisi olduğunu bi­liyorsunuz... Allah'ın İsrailoğullarına bahşettiği bu nimetler nelerdir, sorusuna gelince Bakara suresinin daha ilerideki ayetlerinde bu soruya cevap verilmektedir...

«Bana verdiğiniz sözü tutun,»

Ayetin bu cümlesi, Allah ile onlar arasında; kendisine hiç­bir şeyi ortak koşmamaları, insan için belirlediği çizgide uyum ve ahenk içinde hareket etmeleri, Peygamberlerini doğrulayıp desteklemeleri konusunda bir antlaşma olduğunu ortaya koy­maktadır... Yalnız bu antlaşma Allah ile İsrailoğulları arasında onları diğer insanlardan farklı bir konuma getiren söz konusu özellikleriyle uyum sağlayacak biçimde özel bir antlaşma mıydı? Yoksa herkesle yapılan bir antlaşma mıydı? Bu konu açıklık kazanmamıştır. Açıkça anlaşıldığına göre mesele bun­dan geniş boyutlarda seyretmektedir. Biz İsrailoğulları ile özel bir antlaşma yapıldığına dair herhangi bir ipucuna rastlamıyo­ruz. Burada söz konusu olan antlaşma, Yüce Allah'ın her yer ve zamandaki kullarından aldığı sözdür. İnsanları Allah'a ibadet etmeye çağıran fıtratları ve Peygamberlerin risaletleri vası­tasıyla onlardan söz almıştır. Bunlara iman etmek, içerik ola­rak Allah'ın huzurunda eğilmeyi ve O'na bağlanmayı zorunlu kılar... Ayrıca Yüce Allah kendisi ile kulları arasında gerçekleşen bu söz almaya ve kesin antlaşmaya, yüzden fazla ayette yer vermiştir. Burada özellikle İsrailoğullarından söz alı­nmasının ele alınma nedeni, kıssanın içerik olarak onlardan söz etmesi ve onların tarihlerini yönlendirmeye çalışmasıdır.

«Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim.»

Yüce Allah, kullarına hayatın yollarını kolaylaştırmaya, hayattaki nimetleri ve güçleri (enerjileri) onların emrine vermeye, onları takva sahibi kullara söz verilen Adn Cennetlerine göndermeye söz vermiştir. Biz ayetin bu cümlesinden kesin bir düşünce ilkesi çıkarıyoruz... Eğer Yüce Allah kullarına Ahiret­te Cenneti, dünyada desteği, yardımı, korumayı, kollamayı ve bütün önemli, büyük işleri söz veriyorsa, bu, insanların O'na verdikleri söz karşılığındadır. Bu söz onlarla yaptığı ant­laşmanın ilkelerine bağlılıkla sınırlıdır. Yani onların İman çiz­gisiyle ahenk ve uyum sağlamalarına, iyi işler (amel-i salih) yapmalarına bağlıdır. Bu sözü yerine getirmeden, antlaşmaya bağlı kalmadan, bunların gereği olan tavır ve hareket pratiğe aktarılmadan onların böyle bir hak iddia etmeleri söz konusu olamaz... Bu bağlamda bir noktaya değinmek gerekiyor: İnsan­lar Allah'a karşı hiçbir hak iddia edemezler. Çünkü onlar, Al­lah'ın yarattığı varlıklar ve O'nun malı, mülkü niteliğindedirler. Onlar sadece Allah'ın vaadi, lütfu ve rahmetiyle bunca mükâfatlara müstahak olurlar. Öyleyse bu, Allah'ın vaa­dinden kaynaklanan bir hak olmaktadır ve bunun fazileti de bütünü ile O'na aittir.

«Ve sadece benden korkun.»

Eğer siz Allah'tan korktuğunuz halde insanların korkusu ve onlardan duyduğunuz endişe ile mal, şehvet (arzu, istek) ve nüfuz gibi elde etmiş olduğunuz imtiyazların eliniz­den kaçacağı korkusu eli sağlıklı olan çizgiden yan çiziyorsu­nuz, biliniz ki Allah'ın izni olmadan hiç kimse size zarar ver­mez. Öyleyse hem dünya işlerinde hem de ahiret işlerinde yaln­ız Allah'tan korkun. Çünkü dünyanın da, ahiretin de sahibi Al­lah'tır. Demek ki, otoritesinden ve cezasından korkulacak olan yalnızca O'dur. Burada cümlenin yüklemi, özel bir anlam ifade etmesi için öne alınmıştır. Nitekim:

«Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz»(Fatiha 4)

...Ayetinin metninde de yüklem, bu amaçla öne alınmıştır...

«Sizin yanınızdaki (Tevrat'ı) doğrulayan bu Kuran 'a da iman ediniz»

Muhammed'e, risaletinde ve Kur'an'ında yer alan ve sizin yanınızdaki Tevrat'ı doğrulayan vahye, iman ediniz. Çünkü Peygamberler öncekilerini yalanlamak için değil, onları doğru­lamak, tasdik etmek, hayatın ilerlemesi, gelişmesi, yeni şeylere ihtiyaç duyması nedeniyle eksik kalan taraflarını tamamla­mak için gelirler. .



«O'nu inkâr edenlerin ilki olmayın»

Çünkü O'nu inkâr etmek, O"nun davasının ve risaletinin doğru olduğunu belgeleyen elinizin altındaki sağlam delillerle, sarsılmaz kanıtlarla asla bağdaşmaz.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Kureyş Müşrikleri onlardan daha önce küfür ve inkara kalkıştıkları halde ve Yahudiler ve inkar edenlerin ilki olmadıkları halde Yüce Allah ne­den «O'nu inkar edenlerin ilki olmayın» demektedir?

Cevap: Bu ifade tarzının mübalağa (abartma sanatı) türünden bir açıklama olması mümkündür. Yani burada on­ların herkesten önce O'na iman etmelerinin gerektiği pekiştirilmek istenmiş olabilir. Herhalde burada esas alınan nokta, Müşriklerin bu sırada İslam'a davetin pratik sahasında Ehl-i kitabın düzeyinde kuvvetli, etkili bir düşüncelerinin bulun­madığıdır. Yani bu konuda Müşriklerden daha çok, ehl-i kitap söz ve yetki sahibiydi. Nüfuz onların elindeydi. İşte bu nedenle onların tutum ve tavırları diğerlerine oranla daha önemli ve etkili kabul edilmiştir. O'nun içindir ki, kendilerinden önceki­lerin inkâr etmeleri fazla önemli olmadığından yok mesabesinde gösterilmiştir...

«Ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayın.»

Ayetin metninde geçen ve satın alma anlamına da gelen «şira» kavramı burada satmak anlamındadır.

«İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce, insanları Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için (masal, hikâye gibi) eğlence (türünden boş) sözleri alırlar» (Lokman 6) ayetinde geçen «şira» kavramı da satın alma anlamındadır. Burada denmek isteniyor ki, maddi ya da manevi imtiyazlar, menfaatler karşılığında Allah'ın gerçek ayetlerinden yüz çevir­meyiniz, başkalarından elde ettiğiniz menfaatler karşılığında Allah'ın gerçek ayetlerinden yüz çevirmeyiniz, başkalarından elde ettiğiniz menfaatler karşılığında onları terk etmeyiniz. Çünkü İslam'a karşı savaşmak için aldığınız bu para, Allah'ın ayetlerine ve yasalarına bağlılıkla elde edeceğiniz dünyevi ve uhrevi kazançların yanında bir hiç niteliğindedir...

«Yalnız benden çekinin.»

Yani benden başkasından korkmayın. Çünkü onlar size ne bir zarar ne de bir menfaat sağlama gücüne sahip değillerdir. Öyleyse yaptıklarınızda ve yapmadıklarınızda benden korkmayı ölçü olarak alınız. Çünkü dünya ve ahirette insanın seyrini, yaşamını yönlendirme gücüne sahip olan yalnızca benim kuvvetimdir... Takva kavramı, insanın iç duygularında yaşadığı geçici herhangi bir korku değildir. Gerçek takva; insanın vicdanında ve kalbinde yer eden, onu Allah'ın emirlerine eksiksiz bir şekilde bağlayan, yasaklarından sakınmasına doğru yönlendiren bir iç dinamizmin adıdır. Bu durumda takva sahibi insanın önünde yasağı çiğneme kapısı açılsa da oraya girmeye yanaşmaz. Bunun tersine Allah'a bağlılık kapıları açılmışsa gerçek bir samimiyet ve tam bir İmanla oraya girer.

«Bile bile batılı hakkın üzerine örtüp, Hakkı bakışlardan gizlemeyin»

İsrailoğulları, Aldatma ve Hakkı Gizleme Arasında

Yahudiler iki yöntemle İslam'a karşı koyuyorlardı: Birinci­si, aldatma ve kaypaklıkla meseleyi saptırma yöntemidir. Bu yönteme göre onlar batılı hak ile karıştırıyor, Hakk'ın gerçek çehresini gizlemeye, şüpheler yaymaya, iman ve yasama konu­larında birtakım kuşkular üretmeye çalışıyorlardı. Bu yöntem­le, insanların gerçeği açık olarak görmelerine engel oluyorlar ve onların hak ve batıl arasında şaşırıp kalmalarını sağlamaya, ikisini birbirinden ayırmalarını önlemeye çalışıyorlardı. Bugün yaşadığımız hayat şartlarında da birçok kimseler bu yöntemi kullanmaktadır. İslam düşüncesine ve tabiatına bir takım tezgâhlarla, oyunlarla kuşkular yerleştirmeye gayret et­mektedirler. İslam'ın başarıya ve hayatta en büyük hedefine ulaşma imkânlarının yetersizliğini yaymaya çalışmaktadırlar. Özellikle Yahudiler bu yöntemi tarih boyunca kullandıkları gi­bi, bugün de geliştirilmiş metotlarla uygulamayı sürdürmekte­dirler... İkincisi yöntem, gerçeği, hakikati gizleme, saklama yöntemidir. Yahudiler bu sırada, Peygamberimizin ilahi me­sajında gerçekten doğruluk bulunduğunu bildikleri, O'nu, ger­çek Peygamberlerden biri olarak tanıdıkları, birçok bilgilerin ve eldeki verilerin de O'nun doğruluğunu pekiştirdiği halde bu bilgileri ve belgeleri insanlardan gizliyorlardı. Kıskançlıkları­ndan ve hiçbir temele dayanmayan azgınlıklarından dolayı İslam'ın hayatta ilahi bir risalet olarak güçlenmesini, toplum­da gerçek konumuna oturmasını istemiyorlardı... Bu yöntem bugün Kâfirlerin ve ateistlerin bize karşı kullandığı bir savaş taktiğidir. Onlar, İslam'ın reddedilen hiçbir ilkesinin, bir delile dayandırılarak bilinçli bir şekilde reddedilmediği imajını kırmak için, bildikleri tüm gerçek delilleri, gerçeğe aydınlık ge­tiren belgeleri tümden reddetmektedirler.

Ayetin anlamını açıklamak için burada iki önemli noktaya işaret etmek gerekir:

Birinci nokta: Hakkı gizlemek ile hakkı batıla karıştırmak arasındaki fark şudur: Öyle meseleler vardır ki, onların düşünce ve eylem alanındaki anlamlarını maskele­mek, onlarla oynamak mümkün değildir. Çünkü bu meseleler bu tür şeyleri kaldırmaz. İşte Yahudiler buna benzer konular­da insanlardan gerçeği gizleme taktiğine başvurmuşlardır. Böylece insanlar gerçeğin yüzünü tanıyamayacak ve ona bağlanamayacaklardır... Ayrıca bazı meseleler vardır ki ince noktalarına ve detaylarına inilmesine rağmen birtakım kapılı­lıkları ve gizli yönleri kalabilmektedir. Buna benzer durumlarda ise Yahudiler, Hakk'ın yanında kendilerinden uydurdukları birtakım ilaveleri söz konusu ederek insanların dinlerini kar­maşık hale getiriyor ve bu vesile ile istedikleri şekilde hak ve batılı karma bir biçimde onlara kabul ettiriyorlardı.

İkinci nokta: Kur'an-ı Kerim'in hakkı gizleme veya hak ile batılı karma hale getirme noktasında İslam Ümmetine değilde özellikle ehl-i kitaba hitap ettiğini söyleyebiliriz... Bunun yanında yine anlaşılıyor ki, İslam Ümmeti Tevrat'ı okumak ve orada yer alan hükümleri düşünmekle hakkı tanımak batıldan kurtulmak durumundaydı. Ümmetin, böyle bir eylemi gerçekleştirmesi isteniyordu... Fakat açıkça söylenebilecek odur ki bu sırada insanlar Tevrat'ı öğrenebilme, onu görüp hükümlerini inceleyebilme imkânlarına sahip değillerdi. Çünkü din adam­ları onu kendi tekellerinde bulunduruyor, kitlelerden gizliyor. Kendilerinin açıklamayı istedikleri dışında hiçbir şeyi onlara, göstermiyorlardı.

Ayrıca Tevrat elde edilse bile Arapçaya çevrilmiş değildi ki insanlar yararlanabilsin. Öyleyse Tevrat'ı öğrenmenin, O'nu anlamanın biricik yolu onu ehl-i kitap bilginlerinden öğrenmekti. Bu nedenle görüyoruz ki Kur'an-ı Kerim özellikle bu bilginlere yöneliyor ve Tevrat'ı insanlara göstermeleri, oradaki gerçekleri açığa çıkarmaları için kendilerine meydan okuyor.

«De ki eğer doğru söylüyorsanız Tevrat'ı getirin ve O'nu okuyun.»

Burada önemli bir nokta daha vardır: Zekât vasıtasıyla in­sanlara fedakârlık ve bağış ruhu kazandırılınca insan cimri­liğin, bencilliğin veya mal sevgisinin neden olduğu nefsanî ar­zulara karşı başarı elde edebilir. Bu duyguları bastırabilir. Çünkü bu gibi duygular pek çok imani hakikatleri inkâra, onları ciddiye almamaya götürür. Böylece zekât, insan için, biri bireysel (Psikolojik diğeri sosyal olmak üzere iki yararlı eylemi gerçekleştirmiş olur. Zekât vasıtasıyla insan, toplumdaki fa­kirlik problemlerinin çözümünde bir pay sahibi olduğundan mala aşırı derecede bağlılık ve düşkünlük göstermez. Mala kul olmaktan kurtulur. Böylece o, mülkiyet sahibi olmakla sosyal bir görevi yerine getirmenin mutluluğunu ta dar. İnsan bu aşamaya geldiğinde, onu hakkı inkâra batılla menfaat elde et­mek amacıyla beraber yürümeye çağıran malın başkasından kurtularak özgür hareket etme imkânı elde eder.

Dolayısıyla fikri ve eylem planında hak ile beraber olmaya, onunla uyum sağlamaya engel olan büyük bir sorundan kurtul­muş olur.

«Namazı kılın, zekâtı verin ve rukuya varanlarla birlikte siz de rukuya varın.»

Yani hiçbir karışıklığa, hiçbir sapıklığa ve hiçbir zaafa yer vermeyen açık ve güçlü bir duyguyla iman ediniz. Yani imanınız, sizi pasifliklerden uzaklaştıran ve aktif davranışlara yaklaştıran bir eyleme dönüşsün... Namazı, Allah'a açılma, O'nunla diyaloga girme, sağlıklı bir ilişki kurma şeklinde alg­ılayıp ikame ediniz. Böylece Allah'a bağlanın. Çünkü siz namazda her rükuya varışınızda, kendisini hatırladığınız her zi­kirde O'nunla sürekli bir bağ içinde oluyorsunuz... Zekâtı da Al­lah'ın mal dağıtımı çağrısına bir karşılık, bu bağış ruhunun İslam çağrısı ile ahenginin bir delili olarak veriniz... Böylece Mü'min insan, namazındaki imanıyla ruhsal bir harekete gir­miş olur. Manevi anlamlarla iç içe bir halde bulunan maddi yardımıyla insanın insanla ilgisini kurar. İnsanları birbirine bağlar. Böylece insan ne sırf manevi değeri ne de maddi değeri temel almayan tam tersine mana ve maddeyi mükemmel bir bi­çimde kaynaştırarak almaya çalışan İslam düşüncesine ka­vuşmuş olur. Bu düşünce aynı zamanda Allah'ın kudretinden, lütfundan ve rahmetinden kaynaklanan ve insanın yapısında da mevcut olan sıfatlarla tam bir ahenk içine girer.



Sonra Ayet-i Kerime onların rukuya varanlarla birlikte rukuya varmalarını istemektedir. Çünkü rükû, tam manasıyla Allah'a boyun eğişin somut bir şeklidir. Allah tarafından ya­ratılan bütün canlı varlıklar aslında her durumda ve her za­man rükû halini yaşamak zorundadırlar. Ancak, böylece ha­yatın tamamı Allah'ın hizmetine ve iradesinin emrine girmiş olur. Buna bağlı olarak her insanın Allah'a rükû edenlerle be­raber rükû etmesi gerekmektedir. Kendisi bir tarafta, Allah'la beraber yürüyenler öbür tarafta, yer almamalıdır.

Siz İnsanlara İyiliği Emredip, Kendinizi unutuyor musunuz?

«Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünmüyor musunuz?»

Bu ayet, Yahudilerin İslam'ın ortaya çıkışı sırasındaki pratiklerini ve dinin esasından sapmış olan tutumlarını irdele­mektedir. Onlar bu sırada kendilerini kitabın ve şeriatın ko­ruyucuları, hakk üzeride dürüst yürümenin davetçileri, insan­lar iyiliğe çağıranların öncüleri olarak görüyorlardı. Bu, on­ların kendilerine biçmiş oldukları roldü. Görevlerini kendileri belirlemişlerdi... Ne var ki onlar bir yandan da ortaya koyduk­ları davranışlarla bu görevlerine ihanet ediyorlardı. Sorumlu­luk konusunda kendilerini unutanların konumuna düşüyor­lardı. Dünya ve ahiretin geleceği konusunda bir problemleri yoktu. Kaybetme endişelerini gönüllerinde taşımıyor, hayat­larında yaşamıyorlardı. Bunun yanı sıra insanların dünya ve ahiret konusunda sürekli bir uyanıklık içinde olmaları gerek­tiğini vurguluyor ve bunu gündemde tutuyorlardı...

İşte bu, insanın hareket mantalitesini kaybettiği, arzu ve isteklerinin tutarsızlığına teslim olduğu, hayatında bu direk­tiflere göre kendisine yön vermeye başladığı tutarsız bir yak­laşım, sahte bir yoldur. Zira akıllı olan insan eğer, insanların kendilerini kurtarmaları için çaba sarf ediyor ve onları uyarma­ya çalışıyorsa bu arada kendi kurtuluşunu da düşünmek zorun­dadır. Aklın değeri, pratikte iyiyi ve kötüyü belirleyen farkları güzelce kavramada ve bu kavrayışa göre hayatını iyiye doğru yönlendirmede ortaya çıkar.

«Siz kitabı okuduğunuz halde»

cümlesinin onların kitapla olan ilgilerini belirtmek ve kitap sa­hibi olduklarını tasvir etmek için araya sıkıştırılan soyut bir cümlecik olduğunu sanmıyoruz. Burada onlara bir şeyler do­kundurulmak istenmektedir. Yani siz, daha derinden anla­mak, daha güzel kavramak ve daha güzel bir ahlakla hayatınızı yönlendirmek için Allah'ın ayetlerini okuyorsunuz. Onları tet­kik için var gücünüzü kullanıyorsunuz. Burada kalpleri hakkın haykırışı ve uyanıklığıyla en derinden sarsan, onları gafletten uyandıran vahiyle içli dışlı oldukları halde kendi içle­rinde derin bir gaflete dalmaları, bu ayetlerden habersizmiş gi­bi davranmaları eleştirilmekte ve tenkit edilmektedir.

«Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?» cümleciğinden anlaşıldığına göre, ayet onların bilinçlerini ve duygularını harekete geçirmek istemektedir. Yani bunların problemi bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir mesele değildir ki onları ilmin yollarını gösteren öğütlerde bulunulsun. Burada mesele, insanın yöneldiği şeyde aklını dondurmasıdır. İyiyi ve kötüyü pratik hayatta birbirinden ayırabilecek yeteneğini bilinçli biçimde kullanmaya yanaşmamasıdır. İyiyi ve kötüyü pra­tik hayatta birbirinden ayırabilecek yeteneğini bilinçli biçimde kullanmaya yanaşmamasıdır. Burada şöyle bir soru sorulabi­lir:



Biz bu ayetten şunu mu anlıyoruz; pratik hayatın çeşitli yönlerinde, ilkelere bağlı bir hayata boyun eğecek kadar güçlü bir iradeye sahip olmayan insanın iyiliği yaygınlaştırmaması, kötülüğü engellememesi gerekir ki insanlara iyiliği emrettiği halde kendisini unutanların sınıfına girmesin. Yani bu farzı, Allah'ın tüm emirlerini yerine getiren ve bütün yasaklarından sakınan, bu konuda kendisini koruyabilenler ancak yerine ge­tirebilir, bu görev sadece onlara farzdır.

Cevap: Buradaki ayet bu konuya ilişkin olarak inme­miştir. Özellikle söz konusu edilen şudur; Allah'a davet yolun­da çalışan bütün insanların gönlünden bu çifte standartlı uygu­lamayı söküp atma bilincini sert ve uyarıcı bir üslupla ifade et­mektir. Yani Mü'minin konumu ile davetçinin konunu arası­nda fark olmamalıdır ki söz ve hareket birliğine gidilebilsin. Çünkü böyle bir uygulama bir taraftan davetçinin, sözleri ve eylemleriyle insanlara öğüt vermesi halinde çağrısının başarı­ya ulaşmasını vesile olabilir, bir yandan da düşünce ve imanın hedefe yönelişi sağlıklı bir konuma geldiğinde davetçinin şah­siyetini de kabul ettirecektir. İyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engelleme meselesine gelince: Bu insanın yaygı­nlaştırmaya çalıştığı veya engellemeye uğraştığı şey ile bağı ol­mayan başka bir görevdir. Yani davette bulunmanın vücubiye­ti diğer şartların varlığına bağlı değildir. Dolayısıyla bu, sadece pratik olarak kendisini koruyan suçsuz kimselere farzdır, de­mek doğru değildir. Dolayısıyla bu, sadece pratik olarak kendi­sini koruyan suçsuz kimselere farzdır, demek doğru değildir. Çünkü insanın görevi, iman ve sapıklık savaşında iki yönlü bir mücadeleye girişmesidir. Bu mücadelenin biri içe yöneliktir. Davetin merhalelerinde ondan sapmamak için, istikameti ta­kip etmek için verilen mücadelenin adı budur.

Diğer mücadele alanı ise dışa yöneliktir. Diğer mücadele başkalarının hayatındaki sapıklıkla savaşmak esastır. Bu yaklaşım ışığında, Cihad-ı Ekber (büyük cihad) nefis ile yapılan cihad, Cihad-ı Asgar (küçük cihad) ise akide düşmanlarına karşı savaşla ortaya konan cihaddır. Bu her iki cihad da birer şer'i (hukuki) farz olarak yan yana ve paralel giderler. Çünkü silah­ıyla kâfirlere karşı cihad eden Müslümanlar bir taraftan da davetleriyle küfre karşı cihad ettikleri halde masum (günahsız) değillerdir. Bazı durumlarda Allah'a isyan anlamındaki günahı işliyor ve doğru yoldan ayrılıyorlardı. Yalnız onlar uyandıkları ve hatırladıkları anda önceki doğru yollarına dönüş yapıyorlardı...

Düşünceyi özetlersek, Ayet-i Kerime, eylem konusundaki pasiflikle beraber davet alanındaki aktifliğin yan yana olmasını doğru görmeme konusuyla ilgili değildir. O zaman ki realiteyi eleştirmek ve mahkûm etmek amacını gütmektedir. Taki böylece sosyal hayattaki ahlak düzeldiği gibi insanın pratik hayatı da doğru bir istikamete yönelsin. Davetçi, davayı bilinçli bir şekilde anladığı gibi onu sağlıklı bir şekilde uygulayabilsin ki diğeri de davetçinin sapmasını paravana olarak kullanıp sapmaları için bir mazeret biçiminde ileri sürmesinler ve bu ve­sileyle davete karşı savaşmaya yol bulamasınlar. Hamd Âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.


MİN VAHYİ'L KUR'AN/Muhammed Hüseyin FADLULLAH