Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Ülke ve halkın maslahatı kanuna fedâ edilmemeli!

Ülke, 12 Haziran seçimleriyle, yüzde 87 gibi oldukça yüksek bir katılımlı ve de seçmenin yüzde 96"ının iradesinin Meclis"e yansıdığı, geçmiş uygulamalara göre en pürüzsüz, en hadisesiz, kavgasız-kansız seçimlerden birini geride bıraktı..

Ama, seçim sonrasında ortaya çıkan tablo, bir burukluk meydana getirdi..

Sinek küçük ise de, mide bulandırır kabilinden..

Seçim sonrası tabloyu zehirleyen, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) oldu..

YSK, kendi alanında verdiği kararlarına itiraz edilemeyen, verdiği kararlara temyiz yolu bulunmayan, en üst mahkeme durumunda ve bu kurul Yargıtay ve Danıştay tarafından hâkimleri arasından, yine bu iki üst yargı kurumunun yaptığı seçimlerle oluşturuluyor..

Bu kurulun başındakilerin işlerinde ne kadar ehliyetli oldukları konusu ise, bir ayrı mes"ele..

Bu kurulun başkanyardımcılarından birini son seçimlerle ilgili olarak kameralar karşısında açıklama yaparken dinledim, geçtiğimiz günlerde.. Ama, yazılı metni okurken bile ne demek istediği anlaşılmıyordu, cümleleri o kadar bozuktu..

Bugün ortaya çıkan bu tablodan, kanunen sorumsuz sayılsa bile, evet, halk nezdinde, YSK sorumludur..

YSK ortaya çıkan bu tabloda, kasden mi hareket etti; yoksa, sehven mi büyük bir yanlış yaptı?

Bunun belirlenmesi için, yargıyı da yargılamak gerekiyor..

Ama, bu yol kapalı..

Çünkü, anayasayı yapanlar geçmişte, yargı ve TSK"yı yargı dışında bırakmışlardı.. Hattâ, o kadar ki, Yargı ve TSK adına oluşturulmuş olan vakıfların denetlenmesi de Yargıtay içtihadlarıyla yargı dışında tutulmuştu..

Bu, bu gibi kurumların asla hata yapmıyacakları mesajını veriyordu.. Gerçekte ise, "dilediğimiz gibi hükmedebiliriz.." demekti bu.. Ama, o mutlaklık, mutlak bir fesadın kapısını da açacaktı..

Bugün, Anayasa"da 10 ay önce referandumlu olarak yapılan değişiklikle Anayasa Mahkemesi"ne ferdî/ bireysel başvuru yolu açılmışsa da, bunun mekanizmasının nasıl çalışacağına dair şeklî-formal düzenlemeler yapılmış mıdır ve Anayasa Mahkemesi ortada bir hukuksuzluk olduğuna karar verirse, ilgili yüksek yargının kurumunun aleyhine suç duyurusunda bulunup, böyle bir yargılama yolunu da açabilecek midir?

Ancak, şu imkan da yok değil.. Cumhurbaşkanı, devletin aslî kurumları arasındaki çalışma ve işbirliği ahengini de sağlamak vazife ve yetkisindedir.. Cumhurbaşkanı, en azından, Devlet Denetleme Kurulu (DDK)"nu bu konuyu araştırmak için harekete geçirebilir.

DDK"nın oldukça geniş yetkileri olduğu biliniyor.. En azından, verdiği raporlarda, ortaya ilginç ipuçlarının çıkacağı tahmin edilebilir..

Çünkü seçimler konusunda YSK"nın aldığı kararlar, toplumu derinden rahatsız etti..

Hatib Dicle konusunda, Mart-2011"de kesinleşmiş bulunan 18 aylık mahkûmiyet kararı, ona adaylık yolunu kapatırken, hem Dicle adaylık başvurusunda bu mahkûmiyetten habersiz, bilgisi yokmuş gibi davranmıştır. YSK, elindeki onca  "e-devlet" imkanlarına rağmen, bu mahkûmiyeti görmemiş; seçimlere üç gün kala haberdar olduğunda da, adaylık müracaatını derhal reddetmek yerine,  Dicle"den savunma istemek yoluna gitmiş ve bu arada seçimlere girmesine de izin vermiş ve seçim sonunda ise, 80 bin oy alan bir bağımsız adayın m.vekilliğini ibtal yoluna gitmiştir.. Ki, YSK, 3 Kasım 2002 seçimlerinde de, Tayyîb Erdoğan'ın adaylığını üstelik de faksla gönderilen fotokopi üzerinden bile hemen karar vererek engelleyebilmiş ve AK Parti de onun ibtal edilen adaylığı üzerine Kemal Unakıtan ismini yeni bir aday olarak son anda bildirebilmişti.. Bu son durumda da, ânında, seçimden önce hemen karar verip, BDP'nin yeni bir aday belirlemesine fırsat verebilirdi..

YSK, evet, bu kararları alırken, kanunî yetkisini kullanmıştır, ama, ortaya çıkan durum, kanuna uygun olarak nitelense bile, hukuka uygun olmadığı kesin..

Ortaya çıkan bu buhranda, haydi, Dicle"nin bağlı olduğu siyasî eğilimin, rejimin zaaflarından alabildiğince istifade etmek için her yolu denemek istemesinin tabiî olduğu kabul edilse bile; YSK"nun bu konudaki zaafının ardında, Kemal Burkay"ın, "Birileri kürd sokağını karıştırmak istiyor.." şeklindeki sözünün taşıdığı manayı, bütün ülkeye teşmil ederek görmek gerekiyor..

*

Hukuk, 'hak' kelimesinin cem"idir, çoğuludur.. Ortaya çıkan tablo, hak ve adâlet kavramına uygun olmayan bir durum.. Denilebilir ki, bu ülkede hangi kanun hak ve adâlet mefhumlarına, kavramlarına uygun ki, bu da olsun.. Ama, şimdi bütün bir sistemi tartışma zamanı değil..

Şu anda yapılması gerekenin ne olduğunu belirlemektir..

Tekrar hatırlayalım ki, Yüksek Seçim Kurulu (YSK), seçimde en yetkili en yüksek mahkeme mahiyetindedir  ve kararlarına itiraz edilemiyor.. Yani, öyle bir hesaba çekmek ihtimali yok.. Halbuki, bu mantıkî tutarsızlığın başsorumlusu olduğunun kabullenüp hesabını vermelidir..

Ama bu da mümkün değil..

O zaman da bir daha anlaşılıyor ki, yargı, yargıçlara bırakılamıyacak kadar önemlidir..

Ve dahası..

Ortaya çıkan bütün bu çarpıklıkların başsorumlusunun herşeyden evvel, bu ülkeye hâkim olan kanun düzeni olduğunu, anayasa düzeni olduğunu görmek gerekiyor..

Süngüucu dayatmasıyla, zorla kabul ettirilen ve böyle olduğu için, Yargıtay eski başkanlarından Sâmi Selçuk'un yıllarca önce dile getirdiği üzere, bu anayasanın, 'keenlemyekûn (bütünüyle yok) sayılması'  gerekir..  Çünkü, millete zorla kabul ettirilmiştir ve milletin kalbinde ma"kes bulmamıştır..

*

Konunun bir diger tarafı, mahkemelerde hem de darbe hazırlıklarında bulunmak veya bölücülük ve terör suçlarına katılmak gibi ağır ithamlarla iki yılı yakın bir süredir tutuklu olan ve yargılanan ve amma m.vekili seçilen iki CHP'li, bir MHP'li ve de bağımsız görünümlü  5 adet BDP'li m.vekili.. Sıkıntılı durumda olmayan tek parti, AK Parti..

Ve diğerleri de, 'Başbakan isterse bu problemi halledebilir, çözer'  diyerek çareyi ondan beklemekteler.. Erdoğan ise, her ne kadar, Anayasa değişiklikleri sırasında bu gibi engellerin kaldırılmasına hiç yaklaşmıyanların şimdi iğne kendilerine batınca feryad etmelerine bir atıfta bulunsa bile, yine de, 'Millî irade üzerinde bir vesayet, bir irade, bir gölge kabul edemeyiz..'  dediğine göre, problemin çözümü için ciddî adımlar atmaya uzak sayılmayabilir ve bu yolda adımmlar atmalıdır da.. Çünkü, aslolan ve kanunların konulmasının sebebi de, ülkenin ve halkın maslahatının korunmasıdır.. Katı bir kanunculuk adına ülke ve toplumun maslahat ve selameti tehlikeye atılmak yerine; daha önceki dönemlerin tahakkümcü güçlerince dayatılan kanunların düzeltilmesi, ıslah edilmesi için, ortaya çıkan bütün muhalefet odaklarının 'consensus'unun, ortak rıza ve talebinin ortaya çıktığı bir konuda onlara cemilekâr bir şekilde davranmaktan kaçınılmaması, ülke ve toplumun maslahatı açısından da iyi bir fırsat olabilir..

Bu arada, 'birileri bastırınca dediklerini yaptırıyorlar..'  diye ters bir yaklaşım da akla gelebilir ama, bütün muhalefet, bugün çözüm için gözlerini Erdoğan'a diktiğine göre, ortaya bir yönetim zaafı ve baskılara boyun eğme durumunun çıkması, zayıf bir ihtimaldir..

O halde, cinayet veya yüzkızartıcı suçlar dışında, hele de rejim aleyhinde suç işledikleri iddiasıyla tutuklu olanların, mahkûmiyetleri kesinleşmeden m.vekili seçilmeleri durumunda, bu gibilerin yargılamalarının, m.vekillikleri sona erdikten sonraya ertelenmesi yolunda bir kanun değişikliği yapılmasından endişeye kapılmamak gerekir..  Bu gibi kişiler Meclis'e girseler,  'Diyarbakırlılar AK Parti m.vekillerinin bu şehrin caddelerinde dolaşmalarına seyirci kalmamalıdırlar!' gibi acaib laflar eden ve bu gibi söz ve tavırlarını geçmişteki müslüman kimliğiyle bağdaştıramadığımız ve m.vekili  o seçilişi sürecinde tanımadığımız bir başka yüzüyle toplum karşısına çıkmasından elem duyduğumuz Altan Tan'dan daha mı saldırgan olacaklardır, sanki..

Şimdi, durum düzeltilirse, 'BDP dayattı, istediğini aldı' denilmesi de mümkün elbette..

Bunun toplumda getireceği nice yeni ve başka yanlışlar da olabilir..

Ama, sırf böyle dedirtmemek uğruna, nerede duracağı belli olmayan sosyal çalkantıların kapısının aralanmasına seyirci kalınabilir mi?

*

'Darbecilik, bölücülük veya terörizm' gibi suçlamalarla tutuklanan kişileri aday gösteren muhalefet partileri kendi tutarsızlıklarını sergilemişlerdir, ama yüzbinlerce insan da onlar lehine oy kullanmıştır.. Burada kemalist- laik rejimin kutsadığı 'millî irade' kavramından ziyade, toplumun gerilmesine engel olacak şekilde, toplum ve ülkenin selâmet ve maslahatına öncelik verilmesi gerekir..

Yeri gelmişken, şu  'millî irade' kavramına, bugün çokça değer veriyor gözükenlerin hemen hepsine bir çarpıcı örneği de burada hatırlatmakta fayda var..  Ergenekon Dosyası'ndaki iddianameye göre, diktacı ve jakoben/ tepeden inmeci yöntemlerle bir takım suç faaliyetlerinin içinde yeralmakla suçlanıp, 840 gündür tutuklu bulunan ve suçlama delillerinin ağırlığı yüzünden tahliye edilemeyen ve şimdi ise  CHP'den m.vekili seçilerek kurtarılmaya çalışılan Mustafa Balbay'ın henüz üç sene öncelerde, AK Parti'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'nde dâva açıldığı günlerde nasıl bir anlayış sergilediğini gösteren satırlarına göz atmakta da fayda olsa gerek..  Bu kişi, 16 Mart 2008 tarihli Cumhuriyet'te, 'Yargı da Millî İradedir!' başlığıyla şunları yazıyordu:

"AKP'ye yönelik kapatma davasının ardından ilk günkü iktidar kaynaklı tepkiler gösteriyor ki, önümüzdeki dönem en çok şu sözcük kullanılacak: Milli irade! Başbakan Erdoğan, açılan davanın milli iradeye yönelik bir adım olduğunu söyledi. Madem ki bundan böyle gündem siyasetle hukuk arasında gidip gelecek; yolun başında yürürlükteki anayasanın temel kurallarını anımsatalım. 6. madde şöyle diyor: 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk milleti egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.' 7. madde: 'Yasama yetkisi Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir.' 9. madde: 'Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.'

Vurgulamak istediğimiz şu: Meclis kadar, yargı da yetkisini Türk milleti adına kullanıyor! Bu anlamda yargı da milli iradenin bir parçasıdır. Hiçbir kesim tek başına milli iradeyi ben temsil ediyorum, diyemez!"

Aynı kişi, o tarihten bir gün sonra, 17 Mart 2008 tarihinde de,  'Yasama, Yargı, Yürütme'  başlıklı yazısında şöyle diyordu:

"Hâkim ve savcılar 'Türk milleti' adına karar veriyor... İktidara göre, yargı kendilerine hiç dokunmayacak, kime dava açılması gerektiğine de kendileri karar verecek! AKP'nin kapatılması davasında yapılan tartışmanın özü budur. Kimse, AKP'nin ne yaptığına, ülkeyi nereye götürdüğüne bakmıyor. Varsa yoksa, böyle bir dava açılır mı? Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın yetkisi yok da diyemiyorlar. Yasalar açık... Tek bildikleri şu: Yüzde 47 oy alan parti hakkında dava açılmaz! Hayır... Eğer ortada bir suç iddiası varsa, yargı gereğini yapar."

Evet, henüz üç sene öncelerde böylesine bir kafa yapısına sahib olan bir kimse ve yandaşları şimdi m.vekili seçildikleri halde, tahliye edilmemelerini millî iradeye karşı bir direniş olarak gösterebilmektedirler.. Ama, bu kısa süre içinde bu noktaya gelebilmeleri bile olumlu bir gelişme olarak görülebilir..

Böyle bir durumda, Tayyîb Erdoğan'ın, 'Dün reformlara karşı çıkanların şimdi hukuku ve demokrasiyi hatırlamaları enteresandır.' derken her ne kadar, haklı ise de; yine de, o gibilere de ders verecek şekilde, 'Millî irade üzerinde hiç bir gölgeyi asla ve asla kabul etmiyoruz.' demesi ve yeni bir Anayasa'nın kaçınılmazlığını vurgulaması ve 'Buradan bütün muhalefete, medyaya herkese sesleniyorum, birbirimizi tamamlayarak en geniş katılımla bir yeni anayasa hazırlayalım. Yeni anayasayı sivil bir anlayışla dosta düşmana gösterelim. Pek çok sorunun kendiliğinden çözüldüğünü göreceğiz. Elektronik aksamı güven vermeyen bu arabayı bırakalım ve sıfır kilometre bir anayasa yapalım..'  çağrısında bulunması bu sıkıntılı tablonun, hayırlara vesile olacak şekilde kullanılabileceğinin bir işareti sayılabilir..

Bu laik sistemden halkın vicdanındaki ölçülere göre bir adâlet beklenemiyeceği açıktır.. Hiç değilse, ülke ve halkın maslahatı katı bir kanunculuğa fedâ edilmemelidir..

haksöz

Bu yazı toplam 1672 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar