Şehid Ali Şeriati (ÖZEL DOSYA)

Şehid Ali Şeriati (ÖZEL DOSYA)

Dr. Ali Şeriati'nin şehadet yıldönümü vesilesiyle bir dosya halinde Özel Ali Şeriati Dosyası (FOTO-VİDEO)

19 Haziran, Merhum Ali Şeriati'nin şahadet yıldönümüdür. Dr. Ali Şeriati 19 Haziran 1977 yılında SAVAK ajanları tarafından şehiD edildi. İslamî düşüncenin 20. yüzyıldaki ihyâsı ve inşâsında çok büyük katkıları olan Ali Şeriati kısa; fakat bereketli bir ömür yaşayarak hâney-i ebedîye göç etti.

Şehâdetinin sene-i devriyesinde Merhum Ali Şeriati'yi rahmet ve minnetle anıyoruz.

"Ey özgürlük! Ben zulümden bıkkınım, esaretten bıkkınım. Zincirden bıkmışım, Zindandan bıkmışım. Hükümetten bıkmışım. Zorunluluktan nefret ediyorum. Seni tutsak yapmak ve bağlamak isteyen her şey ve herkesten bıkkınım, nefret ediyorum"

 

Ey özgürlük! Kutlu özgülük! Seni tahta oturtmak istiyorum.

 

Ya sen beni yanına çağır, ya da ben seni kendi yanıma çağırayım!"

Bir Diriliş Öncüsü: Dr. ALİ ŞERİATİ

Londra'nın ikinci sınıf otellerinin birinde, mütevazi bir odada, orta yaşı biraz geçkin bir adam yüzü koyun yere kapanmış; kıpırtısız öylece yatıyor" Oysa onun bu hâli, yaşam serüveni ile ne kadar da tezatlık oluşturuyor. Konuşan, koşuşturan, her an bir yerlere geç kalacakmış, hayatının son konuşmasını yapıyormuş gibi aceleyle bir şeyler anlatan, âdeta "kelimelerden heykeller yapan" bu cevvâl, bu serâzat zekâ, işte şimdi sâkin ve dingin öylece yatmakta... Eğildiğine, irâde zâfiyeti gösterdiğine, kötülük karşısında umutsuzluğa düçâr olduğuna kimsenin tanık olmadığı bu yiğit aydının damarlarında zehirler dolaşıyor. Ülkesinin gizli servisi "müjdeli haberi" vermek için ulakları çoktan yola çıkarmış bile" Bir muhaliften, hem de milyonları etkileyen; onlarda imanın, tevhidin, aşkın, felsefenin, şiirin ve eleştirel düşüncenin kıvılcımını tutuşturan "iflah olmaz bir devrimciden" kurtulmanın haberini taşıyor ulaklar" Şeriati'nin "bin yaşadığını, binlerde yaşadığını" bilmeden"

Biyografisi:

13 Kasım 1933 İran'ın Meşhed şehrine bağlı Mezinan köyü" Şehrin dağdağasından, kalabalıkların uğultusundan hoşlanmayan Muhammed Taki Şeriati'nin evinde, aileye yeni katılan bebekten dolayı yaşanan telaş ve sevinç" Küçük yaşlardan itibaren alınan eğitim ve Kur'an hafızlığı. Babasının kütüphanesi ve düşünce dünyasıyla ilk tanışma" Kitapların arasında geçen çocukluk yılları" Onuru, insan olmanın yüceliğini, erdemi, ahlakî meziyetleri ve ruh asâletini âlim bir babadan öğrendiği uzun Meşhed geceleri" Gerçek âlem kadar ürkütücü ve acımasız olmayan kitaplar âlemine yapılan yolculuklar" Meşhed Üniversitesi edebiyat fakültesine kayıt ve Ayetullah Telagani öncülüğünde girişilen siyasi mücadele. Genç yaşta karşılaşılan tutuklanma ve muhalif olmanın ağır bedelini kavrayış" Öğretmenlik yılları ve küçük çocuklara verilen dersler: "Bir varmış, bir yokmuş; Allah'tan başka kimse yokmuş"

Fransa'ya sosyoloji eğitimi amacıyla gidiş. Dönemin ünlü "Sosyolog" ve "Şarkiyatçılarından" alınan dersler" Cezayir'in bağımsızlığı için kalem ve kelam aracılığıyla yürütülen çalışmalar. Ülkeye dönüş ve üniversitede öğretim üyeliği" Hüseyniye-i İrşad'da verilen uzun dersler" Gözaltılar, tutuklanmalar, takipler altında sürdürülen irşad mücadelesi... Gizlenerek, sığınarak, saklanarak sürdürülen hayatın çemberinden kurtulma isteği" Fransa'ya, ardından İngiltere'ye gidiş" Yıl, 1977: İran gizli servisi tarafından gerçekleştirilen zehirli süikast ve şahadet"

Kategorize Edilemeyen Bir Aydın:

Ali Şeriati'nin eserlerinden istifade edenler şu tespiti yapmakta güçlük çekmezler: Şeriati'yi kategorize etmek, bir mektebe veya ekole hasretmek oldukça zordur. Evet, Şeriati'nin, sabiteleri vardır. O, kendine özgü bir "bilgi sistematiği" ve "referans önceliği" geliştirmiştir; fakat Şeriati, birçok eserinde farklı çehrelerle karşımıza çıkar. Bunun içindir ki hem yaşadığı kültür havzasında hem de diğer ülkelerde çeşitli itham, isnat ve yakıştırmalara maruz kalmıştır.

O, kimine göre diyalektik materyalizmin tarih felsefesini, dinler tarihine uyarlamış bir sentezci; kimine göre Eyl-i Beyt ekolünün propagandisti, kimine göre Sünni tezlerin etkisinde kalmış ve zihinsel karmaşa yaşayan bir sosyolog, kimine göre ise Doğu hikmetini unutan ve benimsediği metodik düşüncenin açmazlarıyla boğuşan bir aydındır. İthamlar bitmez: Kendi ülkesini Oryantalist bir bakış açısıyla değerlendirdiği; İslam'ın biçimsel unsurlarını ve geçmişten tevarüs eden yaşama biçimlerini aşağıladığı, geleneksel ulemanın saygınlığını ve toplumdaki otoritesini zedeleyecek fikirler ileri sürdüğü, anarşist bir özgürlükçü olduğu; kutsalları az, öfkesi fazla bir muhalif olduğu; Kuranî ilimlere yeterince vakıf olmadığı; sezgiyi önemsemeyerek kuru akılcılığın sarp yokuşlarına tırmandığı" Ve daha bir yığın itham"

Şeriati'yi eleştirenler; dünya görüşleri, mezhepleri, meşrepleri ve siyasi tercihleri itibariyle birbirinden farklı da olsa ortak bir tutumlarının olduğunu söylemek mümkün: O da bir aydının, âlimin veya mücadele adamının düşüncelerinde dönüşümler olabileceği gerçeğini göz ardı etmeleridir. Herkes gibi düşünce adamlarının da yaşamlarında med-cezirler ve farklılıklar söz konusu olabilmektedir.

Maksadımızı aşmadan söylemek isteriz ki "köşeli, düz ve donuk" yaklaşımlarla Ali Şeriati'yi anlamak zordur. Çünkü üreten ve düşünen insanlardaki "bilgi arayışı" nihayete hiçbir zaman ermeyecek bir "devingenliği" de beraberinde getirir. Hayatın kendisi bile statik özellikler göstermezken, hayatı anlamak için üretilen bilginin ve o bilgiyi üretenlerin statikleşmesi beklenemez.

İkinci bir husus, düşünce adamlarının hakikat arayışları esnasında zaman zaman birbiriyle çelişen yaklaşımlar geliştirebileceği realitesidir. Adalete, ahlaka ve özgürlüğe âşık olanlar bazen her ışıltıya koşmak her umuda sarılmak arzusu taşırlar. Bu durum yer yer hataların oluşmasını da kaçınılmaz hale getirir. Hadd-i zâtında vahiy kontrolündeki şahıslar dışındaki bütün herkesin "yanılgı payına" sahip olması da olağandır.

Şeriati ve Yeni İslami Kuşak

Ali Şeriati üzerine çok sayıda yazı kaleme alınmış, şahsiyetini ve düşüncelerini konu edinen devâsa bir arşiv oluşmuştur. Bizler bu bölümde Şeriati'nin yeni İslami kuşak üzerindeki etkisine değinmeye çalışacağız.

İran İslam Devrimi'nin dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi yaşadığımız coğrafya üzerinde de büyük bir heyecan dalgası oluşturduğu ve bu dalganın uzunca bir süre etkisini koruduğu herkesin mâlumudur. İhvan ekolü ve İran devriminin öncü şahsiyetlerine ait eserlerin tercüme edilmesi, yeni düşüncelerin ve projelerin oluşmasına ve gelişmesine imkân sağlamıştır.

Yeni kuşağın Ali Şeriati'yle tanışmasının ise özel etkileri ve yansımaları olmuştur. Uzunca bir süredir Batı menşeli düşüncelere karşı adeta zihinsel duvarlar örmüş olan Müslümanların, Batı'nın farklı çehreleri ile tanışmalarının Ali Şeriati'nin kitapları üzerinden gerçekleştiği söylenebilir. Öyle ki batı toplumlarının kültürel mirası yeniden keşfedilmiştir. Şeriati'nin eserleriyle birlikte Batı düşüncesinin yekpare bir bütün oluşturmadığı, pozitivist ve kutsalı dışlayan batı felsefesine eleştirel yaklaşan batılı aydınların da olduğu anlaşılmıştır.

O zamana kadar Batı medeniyeti karşısında savunmacı bir refleksle hareket edenler; bilginin "insanlığın ortak mirası" olduğu, yalnızca bir medeniyetin ürünü olmadığı, Batı toplumu içerisinde de yararlanılabilecek düşünürlerin yetiştiğinin ayrımına varmışlardır. Zihinlerini batıda üretilen bilgiye bütünüyle kapatmış ve kendi içine kıvrılmış olanlar, "Hikmet, müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır." Hadisine uygun olarak, Batıyı ve batılı fikir akımlarını birincil kaynaklardan tanımaya başlamışlardır.

Çünkü Şeriati'ye göre bir medeniyeti tanımak, onun zaaflarını da güçlü olduğu yönlerini de tanımak anlamına geliyordu. Tanımak aynı zamanda o medeniyetin toplumsal hafızasını ve bu hafızadaki dönüşümleri de bilmek; o uygarlığın korkularının, açmazlarının, çelişkilerinin, arayışlarının ayırdında olmak demekti. Şeriati en çok bunu gösterdi. Düşmanını tanımayı, sorgulamayı, eğer varsa yararlanılabilecek özellikleri ondan beslenmeyi öğretti yeni kuşağa. Sartre, Heideger, Tagor, Marx, Proudhon, Hobbes, Locke, Montesqu, Frantz Fanon, Massignon başta olmak üzere Batı düşüncesinin önemli isimlerini ve eserlerini gündeme taşıdı.

Yeni kuşak, sıra dışı bir aydınla karşı karşıyaydı. Şeriati anlatıyordu: İnsanın yaratılış serüveninden, Habil ve Kabil'den beri devam eden sınıf mücadelesinden, Promete'den, zalimlere baş kaldıran Spartaküs'ten, kıyamıyla yeni bir çığır açmış olan İmam Hüseyin'den, Gandi'nin pasif direnişinden, Fransız düşünürlerin ihtilalci fikirlerinden, Upanişadlardan, Avesta'dan, Antik Yunan medeniyetinden, Asr-ı Saâdet'ten, bütün kutsal metinlerden, pagan toplumların simgelerinden, Hz. Muhammed'in zamanlar üstü mesajından". söz ediyordu. O konuştukça zihinler sarsılıyor; bilinenler sorgulanıyor, ezberler bozuluyor, kafa konforları değişiyordu. Taşkın bir üslupla konuşuyordu Şeriati. Kötülükle hesaplaşma arzusuyla yanıp tutuşan birinin, çığlığı andıran kelimeleriyle konuşuyordu" O'nun üslubu bazen bir tufana dönüşüyor; tarih boyunca ortaya çıkmış bütün kötülük odaklarını sözün ahengi ve anlamın gücünde boğuyordu.

Hüseyniye-i İrşadın mazbut salonu "kaygısı, saygısına baskın" olan bir aydının sesiyle çınlıyordu. Hüseyniye-i İrşad düşünsel bir arenaya dönüşüyor, tarih boyunca insan yığınlarını tutsak eden zehirli düşüncelerle kıyasıya bir mücadele başlıyordu.

Kâbil'in ihtirasını, Hâbil'in sadakatini anlatıyordu. Zer-zor-tezvir üzerine kurulmuş saltanatlardan ve onları vahyin billur mesajıyla alaşağı eden nebilerden söz ediyordu. Diriltici bir mesaj olan dinin; nasıl ruhsuzlaştırıldığını, iktidarları meşrulaştıran kof ritüellere nasıl dönüştürüldüğünü haykırıyordu. Zorbaların ilk kurbanı olan adaleti, güce hizmet eden bilgiyi, bulanıklaşan akideyi, kapitalistleşen sermayeyi, mistisizme dönüşen irfanı, tekrarcılığa indirgenen eğitimi anlatıyordu. Söylediği her söz, alevden bir mızrak olup uyuşmuş zihinlere saplanıyordu.

Ali Şeriati anlattıkça dış dünyaya karşı duyulan ürküntü azalıyor; okuyanlara özgüven geliyordu. Evet, Şeriati güvenini yitirmiş, aşağılık kompleksine kapılmış insanlara, dünyaya ve tarihe yücelerden bakma perspektifi kazandırıyordu. O, Batı karşısında nutku tutulan "üçüncü dünya ülkesi aydını" psikolojisiyle değil, tarihle yaşıt olan büyük bir medeniyetin; yani tevhit ve adalet eksenli İslam medeniyetinin mensubu olmanın bilinciyle konuşuyordu. Yeni kuşağa, bambaşka düşünce iklimlerinin kapılarını aralıyordu.

Şeriati'nin sembolik, çok katmanlı ve mecazlarla yüklü bir dili vardır. Onun bu üslubu, okuyucularına daha esnek ve üretken düşünme alışkanlığı kazandırmıştır. Öyleki; "Şeriati'yi okuyanlar ile okumayanlar arasında her zaman niteliksel bir farkın olduğu" tespiti oldukça yerindedir.

Son Söz:

Bizler Ali Şeriati'yi ve eserlerini sevdik. Belki "ayıklayıcı bir zihinle" ve hakkını vererek okumadık; aşırı politize olmuş bir düşünce ikliminde, yanlış zamanda okuduk; ama yine de severek okuduk. İri sözler söylemenin, beylik ifadeler kullanmanın ve her şeye karşı olmanın muhalif olmak sanıldığı günlerde okuduk Şeriati'yi; sevgilerimizin de öfkelerimizin de kontrolsüz olduğu yıllarda okuduk" Fakat yine de çok şey kattı bizlere. Çoğalttı, güven verdi ve geliştirdi"

Aziz Şehidimiz Doktor Ali Şeriati'ye Allah'tan rahmet diliyoruz. Ruhu şâd olsun" ALİ ŞERİATİ DUA



MANSURİ

 

 
"Şehit olanlar Hüseyin'ce bir iş yaptılar. Kalanlar ise Zeynep'çe bir iş yapmalıdırlar. Bu ikisinin dışında kalanlar Yezit'tirler."

Hayatından Kesitler

Abdulkerim Suruş -1

Dr. Ali Şeriati'nin ilk eseri Ebu Zer Gıffar-i ile ilgili tercümesidir. O Arap bir yazar olan Cudet us-Sehhar'ın kaleme aldığı bu kitabı babasının tavsiyesi üzerine tercüme etti. Bu kitabın ilk baskısı Şeriati daha yirmi iki yaşında iken yapıldı. O günlerde Ali Şeriati'nin hiçbir unvanı ve sosyal bir aktivitesi yoktu. Gencecik birisiydi. Babasının alakası üzerine bu kitabı tercüme etmişti. Bu kitabın basılıp yayınlanmasıyla birlikte Şeriati de kendisini halkın arasına attı. Çünkü bu kitaptan etkilenen ilk kişi kendisi idi.

Ali Şeriati Ebu Zer'i islamın kendisinde şekillendiği kişi olarak kabul ediyordu. Ebu Zer Şeriati için ömrünün sonuna kadar Ebu Zer olarak kaldı. Mevlana'nın değimiyle "Mihr-i Evvel" onun kalbinden hiçbir zaman çıkmadı. Ona göre Ebu Zer islama göre zamanın gerekliliklerini ortaya koyan kişiydi. Şeriati Ebu Zerce olmayan hiçbir islami açıklamayı, Ebu Zer'in içerisinde yer almadığı hiçbir islami anlayışı kabul etmezdi. O islama Ebu Zer'in penceresinden bakıyordu ve hiçbir zaman bu pencereye gözlerini kapamadı.

Abdulkerim Suruş, Ferbeter ez İdeoloji, Ferheng-i Sırat yay. 3. Baskı,Tahran. H. Ş. 1370./ M.1991, s.98

Abdulkerim Suruş-2

Seriati'nin İslama bakış noktası ve onu cezb eden dönemi, islamın ilk kuruluş yıllarıdır.

Onu tesis etmek ve sağlamlaştırmak için uğrunda savaştıkları islam. O dönemin insanları rüzgar ve fırtınadan etkilenmeyecek bir islam binası kurmaya çalışıyorlardı. Bu dönemin insanları ile islamın kuruluş döneminden sonraki istikrar döneminin insanları arasında teori ve pratikte farklılıklar söz konusuydu.

Mesela, Ebu Ali Sina (İbn-i Sina) islamın istikrar dönemine ait bir şahsiyettir. Yani, hicri dördüncü asırda yaşayan bir kişi. İslam medeniyetinin zirveye ulaştığı, müslümanların bir çok problemi geride bıraktıkları, kitaplar yazdıkları,savaşlarla güçlerini düşmanlarına isbat ettikleri bir dönemdir istikrar dönemi.

Ebu Zer dönemi ise, İslamın tesis dönemidir. Bu dönem öyle bir dönemdi ki, eğer fedakarlık, hicret ve Ebu Zer gibilerinin samimiyetle işkencelere tahammül etmeleri olmasaydı islam baki olmazdı.

Abdulkerim Suruş, Ferbeter ez İdeoloji, Ferheng-i Sırat yay. 3. Baskı,Tahran. H. Ş. 1370./ M.1991, s.111

Bir İftar Yemeğinde

Hicazi anlatıyor;

Şahın askerleri tarafından şehit edilmiş bir kişinin, Tahran'daki evinde, ailesi tarafından bir iftar yemeği daveti verilmişti. Düşünür ve yazar çevresinden bazı kişiler de oradaydı. Onlardan bazıları Dr. Şeriati'yi hesaba çekmeye başladılar. Dr. Şeriati'ye;

-Sen nasıl bir sosyologsun ki; kendi toplumunu bile yeteri kadar tanımıyorsun. Biraz yavaş ol! Bu kadar hızlı olma! Hali hazırda hazır bir toplum mevcut değil! Dediler.

Dr. Şeriati kendini tutamadı ve bir anda göz yaşları dökülmeye başladı. Kendinden emin, istikamet üzere bir kişi edasıyla, ağlayarak;

-Zaman geçip gidiyor. Gençler hareketsiz bir vaziyette oturuyorlar. Bozuk ideolojiler gençlerimizin inanç ve itikatlarını talan ediyorlar. Şu an hayatta iken, bırakında bir şeyler yapayım. Dedi.

Şaban Ali Lamui', Hikayethay-i ez Zindigiy-i Doktor Şeriati, Kalem yay. Tahran, H. Ş. 1377./ M.1998, s.310 

Çölde Ayağa Kalktı

Muhammet Ahmed-i Dr. Ali Şeriati için şöyle diyor:

"O kevir (çöl)'de ayağa kalktı ve bir çöl insanı gibi yaşadı. Çöldeki ağaçlar kadar susuzdu, buna rağmen o yıkılmadı. Fikri temellerini Kur'an'ın ayetleri üzerine inşa etti. Hz. Ali ile nasıl yaşanması gerektiğini, Hz. Hüseyin ile nasıl ölüneceğini, Hz. Ebu Zer ile nasıl feryat edileceğini kendine şiar edindi ve sözleri tarih boyunca süre gelen mustaz'afların dert ve feryatlarıydı.

Şaban Ali Lamui', Hikayethay-i ez Zindigiy-i Doktor Şeriati, Kalem yay. Tahran, H. Ş. 1377./ M.1998, c.1, s.218 

Dudaklarındaki Tebesüssüm

Hüccetül İslam Muhammed Müctehid Şebesteri anlatıyor;

"Bizim tarihimizde müceddidler hiç de az değildir. Fakat o kendine has öyle bir yol tercih etti ki, o bu özelliğiyle örnek bir şahsiyet olmuştur. Bu sebeple onun anısını canlı tutmamız gerekmektedir.

Ben onun cesedini İngiltere'de gördüm. Cesedini Suriye'ye götürmek için bir tabuta koymuşlardı. Onda öylesine bir sakinlik ve dudaklarında öylesine bir tebessüm vardı ki, asla gözlerimin önünden gitmiyor.

Onu öyle sakin bir vaziyette görünce kendi kendime: "Konuşmalarıyla insanları harekete geçiren, inkılap ateşiyle yanıp tutuşan, hareketli ve çalışkan o Şeriati, bu gördüğüm kişi miydi?"

Evet... Bu tabutta sakin ve tebessüm eden kişi o idi.

Şaban Ali Lamui', Hikayethay-i ez Zindigiy-i Doktor Şeriati, Kalem yay. Tahran, H. Ş. 1377./ M.1998, s.359 

Hanif Necad İçin Göz Yaşı

Mühendis Mir Hüseyin Musevi anlatıyor.

Dr. Şeriati ile ilgili hatıralarım o kadar çok ki, birini diğerinden ayırmakta güçlük çekiyorum. Hiçbir zaman hatırımdan çıkmayan bir anımı anlatmak istiyorum.

Arkadaşlarla birlikte faaliyete geçirdiğimiz bir büromuz vardı. Hanif Necad'ın şehadeti münasebetiyle bu büroda bir program düzenlemiştik. Program esnasında kapı çalındı. Biraz şaşkın, biraz çekingen bir halde bir birimize baktık. Gelenler SAVAK memurları olabilirdi. Endişeli bir halde kapıyı açtık ki, gelen kişi Dr. Ali Şeriati idi.

İçeri girdi, selam verdi ve hiçbir şey konuşmadan bir süre sessiz bir halde oturdu. Bizler de sessiz bir şekilde oturuyorduk ki, Şeriati kendini tutamayarak hıçkıra-hıçkıra ağlamaya başladı. Yarım saat veya bir saate yakın bir süre göz yaşı döktü. Sonra ayağa kalktı ve yine hiçbir şey söylemeden büroyu terk edip gitti. Ben o ana kadar onun ağladığına hiç şahit olmamıştım. Büro onun için sanki bir kuyu idi. Kimseden habersiz bir şekilde geldi ve derdini o kuyuya boşaltıp gitti.

Allah onun ruhunu şad etsin. Çünkü o, samimi bir kul ve inkılapçı gençliğin cesur öğretmeniydi.

Şaban Ali Lamui', Hikayethay-i ez Zindigiy-i Doktor Şeriati, Kalem yay. Tahran, H. Ş. 1377./ M.1998, s.325

Kültürel Bir Gerilla

Dr. Rıza Reistusi anlatıyor:

O, üstü kapalı kültürel bir gerillaydı. Ateşli konuşmalarıyla, Şah'lık rejiminin ideolojik meşruluğunu, geniş bir çerçevede ele alarak, aydın bir yorum ve araştırmacı bir şiveyle soru altında bırakıyordu.

O; şehadet, cihat, imamet gibi kavramları gün yüzüne çıkardı ve yorumladı. İslam'ın inkılapçı çehrelerinden; Ebuzer'i, Selman'ı, Ammar'ı ve Bilal'ı bizlere tanıttı. Şia'nın rehberiyet anlayışını, Ali'yi, Hüseyin'i, Fatıma'yı, İmam Seccad'ı, Zeynep'i... derinlemesine incelemek suretiyle, İslam'ın inkılapçı hattını, olağan üstü bir güzellikle, gençlerimizin önüne serdi.

Dr.Şeriati'nin sloganı şuydu:

"Şehit olanlar Hüseyin'ce bir iş yaptılar. Kalanlar ise Zeynep'çe bir iş yapmalıdırlar. Bu ikisinin dışında kalanlar Yezit'tirler."

Bu slogan o günlerde tüm gençliğin sloganı olmuştu.

Şaban Ali Lamui', Hikayethay-i ez Zindigiy-i Doktor Şeriati, Kalem yay. Tahran, H. Ş. 1377./ M.1998, s.315

Mantık Karşısında Tevazu

Salih Necef Abadi anlatıyor:

1971 yazıydı. Dr. Şeriati'nin Hüseyniye-i İrşad'da verdiği konferansa katılmıştım. Konferansın bitiminde onun bilgin babası Üstad Taki Şeriati'nin evine gittim. Dr. Şeriati de bizimle birlikte gelmişti. Dr. Şeriati ile bir araya gelmekten son derece mutlu olmuştum.

Dr.Şeriati'ye;

-Ben sizin İmam Hüseyin'le ilgili anlattığınız bazı şeyleri sizinle konuşmak üzere not ettim. Dedim.

O:

-Bu notları dinlemek isterim. Dedi.

Notlarımı aktarmaya başladım. Her bir konuyla ilgili açıklamada bulunuyordum. Bu esnada Dr. Şeriati ve babası yan yana oturmuşlar, benim söylediklerimi dinliyorlardı. Şu nokta çok ilginçti; Dr. Şeriati konuşmam süresince bir cümleme dahi itiraz etmiyor, şurada yanlışın var demiyordu. Sadece benim sözlerime kulak veriyor, böyle bir ortamın varlığından memnun olduğunu belli ediyordu. Sohbetimiz bittiğinde sabah ezanı vakti yanaşmıştı. Doktor evine gitmek üzereydi. Bana bir seccade getirdi ve;

-Siz sabah namazınızı kılınız ve istirahat ediniz. Hoşça kalın.

Dedi ve evden çıkarken;

-Benim sizden bir ricam olacak... Ele aldığımız konuların daha bir olgunlaşması için benim yazılarımı ve konferanslarımı eleştirmeye devam ediniz. Dedi.

Ben de;

-Elimden geldiğince bunu yerine getireceğim. Dedim.

Dr. Şeriati teşekkür etti ve bizden ayrıldı. Daha sonra onu bir daha göremedim. Onun vefat ettiği haberini aldığımda çok üzülmüştüm.

Benim, Dr. Şeriati'de var olan, dikkatimi çeken özelliği; onun bilgi dostu olması ve mantıki deliller karşısında tevazu ve alçak gönüllülükle boyun eğişiydi. O "bilmenin ve hakikatı bulmanın" aşığı idi. Ben onun sözlerini eleştirirken rahatsız olması bir yana hatta mutlu oluyordu.

Şaban Ali Lamui', Hikayethay-i ez Zindigiy-i Doktor Şeriati, Kalem yay. Tahran, H. Ş. 1377./ M.1998.
S.322 


Meşhed Üniversitesinin Atmosferi

İyreç Sağiri anlatıyor:

1970 yılında Meşhed Firdevsi Üniversitesinde öğrenci idim. Üniversitedeki öğrencilerden biri bana;

-Medeniyetler Tarihi bölümüne Dr. Ali Şeriati adında biri öğretim görevlisi olarak tayin edildi. Yarın derse gelecek. O bir CIA ajanıdır. Amerika tarafından gönderilmiş ve Şah tarafından görevlendirilmiştir! Dikkatli ol..! Ona inanma, seni aldatmasın. O İran'daki kominizm hareketini yok etmek için görevlendirildi. Dr. Ali Şeriati'nin hedefi, komünist halk inkılabını durdurmaktır. O dini değerleri ön plana çıkartmak suretiyle, zuhur edecek olan Marksist halk devrimini engellemek istiyor. Dedi.

O öğrencinin bana aktardığı bu söylentiler "Çerik-i Feday-i Ha" arasında yayılmış, üniversitede ona karşı direnişe geçme kararı almışlardı.

Ve sınıfımıza, güzel giyimli, hoş tipli bir adam geldi. Çok şakacı ve merhametliydi. İnsanı cezp eden sevecen bir yapısı vardı.

Ben sınıfta Dr. Şeriati'yi, öğrencilerin gözünden düşürmek için kendi kendime karar almıştım. Onun hakkında iyilikle söz eden her öğrenciyle tartışıyordum. Öğrenciler arasında dindar bir arkadaşım vardı. O, bana: "Yanlış yaptığını hiç düşünmüyor musun? Bir konuya karar vermeden önce, insanın kendisinin o konuya şahit olması gerekmez mi? Sen yarın onun sınıfına git ve onu dinle. Eğer beğenmez isen kabullenme." Dedi.

Daha önceleri, bu öğretmenin, insanları sözleriyle büyüleyerek kendi akidesine çektiğini duymuştum. İnsanın aklını çalıyor, iradesini elinden alıyormuş. Duygusal yollardan insana her istediğini telkin ediyormuş. Sonrada insanın ona teslim olmaktan başka çaresi kalmıyormuş.

Böyle bir adamdan kurtulmanın tek yolu onu sınıfta öğrencilerin karşısında küçük düşürmekti.

Sınıfa, onu tahkir etmek için gitmiştim. Sınıfın en son sırasındaki bir sandalyeyi orta bir yere çekip oturdum. Ona karşı alçakça bir görüntü sergilemek istiyordum. Hatta onu küçük düşürmek için çakkur-çukkur sakız çiğnemeye başladım. Ama o anlattığı dersin konusuna öylesine dalmıştı ki gözü beni görmüyordu. Her şeye rağmen bana bir şey söylemiyordu. Beni muhatap almayarak benim onun nazarında bu şekilde hiçbir değerim olmadığını işaret ediyordu.

Kendiliğinden beni değiştirmeye başladı. Hakikaten iç dünyamda bir deprem oluyordu. Kendimden ve yaptıklarımdan utanarak niçin bu denli yanlış ve hızlı davranmıştım. Bundan sonra Dr. Şeriati'ye yakın olmaya ve bu yanlışımı telafi etmeye çalıştım. Ve böylece gitgide bu adama karşı alakam artmıştı.

Şaban Ali Lamui', Hikayethay-i ez Zindigiy-i Doktor Şeriati, Kalem yay. Tahran, H. Ş. 1377./ M.1998, s.331

ALİ ŞERİATÎ'NİN KRONOLOJİK HAYATI

1933:
*Doğumu.

1940:
*İbn Yemin İlkokulu'na başlaması.

1946:
*Meşhed Firdevsi Lisesine kaydolması.

1948:
*İslamî Hakikatler Yayınları Merkezi'ne girişi.

1950:
*Meşhed Öğretmen Okulu'na girişi.

1952:
*Meşhed Kültür Dairesi'de çalışmaya başlaması.
*Hükümet aleyhine sokak gösterilerine katılması ve kısa süreli tutuklu kalması.
*Öğretmen okulunu bitirmesi ve Kültür Dairesi'nde öğretmen olarak göreve başlaması.
*İslam Öğrencileri Örgütü'nün kurulması.

1953:
*Milli Mukavemet Hareketi'ne katılması.

1954:
*Edebiyat diploması alması.

1956:
*Meşhed Edebiyat Fakültesi'ne girişi.
*Cevdet es-Sahhar'dan, Ebu Zer-i Gıfari'yi tercüme etmesi.
*'Orta Okul' kitabının telifi.

1957:
*Meşhed'de Mukavemet Hareketi üyesi 16 arkadaşı ile birlikte tutuklanması.

1958:
*Edebiyat Fakültesi'ni birincilikle bitirmesi.
*Sınıf arkadaşı Puran Şeriat Razavi ile evlenmesi.

1959:
*Okulu birincilikle bitirmesinden dolayı burslu olarak Fransa'ya gitmesi.
*İlk çocuğu İhsan'ın doğumu.

1960:
*Cezayir Bağımsızlık Savaşına katılması ve Paris'te tutuklanması.

1961:
*İranlı Öğrenciler Konfederasyonu, Milli Cephe, Özgürlük Hareketi, İran-ı Azad ile birliktelik.

1962:
*İkinci çocuğu Susen'in doğumu.
*Frantz Fanon ile tanışma ve 'Yeryüzünün Lanetlileri' kitabının etüdü.
*Jean Paul Sartre ile tanışma ve tartışmalar.

1963:
*Üçüncü çocuğu Sara'nın doğumu.
*Fransa'da eğitimin tamamlanması.
*Tarih Bölümü Doktorası'nı tamamlaması.

1964:
*İran'a dönüş, tutuklanma ve Kızıl Kale zindanı günleri.
*Serbest bırakılması ve Kültür Dairesi'nde yeniden göreve başlaması.

1965:
*Ders kitaplarını inceleme uzmanı olarak Tahran'a atanması.

1966:
*Meşhed Üniversitesi Tarih Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak giriş.

1967:
*Hüseyniye-i İrşad'da konferanslar ve kitaplarının yayınlanması.

1971:
*Dördüncü çocuğu Mona'nın doğumu.

1973:
*Hüseyniye-i İrşad'ın kapatılması. Yazı ve kitaplarının yasaklanması.
*Tutuklanması ve tek bir hücrede on sekiz ay yalnız başına kalışı.

1975:
*Serbest bırakılması ve ev hapsinde tutulması.
*Tahran'da sıkıntılı geçen günler. Gizli toplantı ve sohbetler.

1977:
*Avrupa'ya hicret ve şehâdet.

Eşi Ali Şeriati'yi ve İran'ı Anlattı için tıklayınız

Ali Şeriati "DİNE KARŞI DİN" için tıklayınız

Bir Kez Daha Ebu Zer / Dr. Ali ŞERİATİ için tıklayınız

DİNE KARŞI DİN

İlan edildiği gibi konuşmamın bu akşamki ve yarın akşamki konusu, "dine karşı din"dir.

 

Şimdiye kadar dinin karşısında "küfr"ün bulunduğunu ve tarih boyunca savaşın din ile dinsizlik arasında gerçekleştiğini düşünen bizler için bu başlık ve ifadede bir müphemlik olması doğaldır. Dolayısıyla "dine karşı din" ifadesi tuhaf, şaşırtıcı ve kabul edilemez bir ifade olarak görülebilir. Oysa ben, son zamanlarda anladım ki -şimdiki kadar açık olmasa da, çok zamandır böyle bir şey hissediyordum- tarih boyunca din, din ile savaşım vermiş ve düşündüğümüz gibi hiçbir zaman din, dinsizlik ile savaşmamıştır.

 

Buradaki "tarih" ifadesinden kastım, genel olarak kabul gören, medeniyetin ve yazının ortaya çıkışını değil; insan türünün yeryüzündeki toplumsal yaşamının başlamasını esas alan tarihtir. Zira yazının ortaya çıkışı 6 bin yıllık bir geçmişe sahipken, benim esas aldığım tarih, 30, 40 hatta 50 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu süre, arkeolojik, tarihî, jeolojik ve mitolojik araştırmalara göre farklılıklar arz etmektedir. Söz konusu bilimler sayesinde, ilk insanların yaşadıkları toplumsal değişim süreçleri, onların yaşam biçimleri ve inançları hakkında az da olsa bilgimiz vardır. Efsaneler ve masallardan ibaret olan ilk zamanlarda olsun, tarihin ortaya çıkması ile birlikte daha kesin bilgilerin bulunduğu son zamanlarda olsun, bütün bu dönemlerde hiçbir istisna olmaksızın din, dine karşı çıkmıştır. Neden? Çünkü tarih, dinin mevcut olmadığı bir dönemden söz etmediği gibi, dinsiz bir toplumun varlığına dair bir bilgiye de yer vermemektedir. Hiçbir millette, hiçbir dönemde, toplumsal değişimlerin hiçbir aşamasında ve hiçbir yerde dinsiz bir insan olmamıştır.

 

Uygarlığın, düşüncenin ve felsefenin son dönemlerde belli bir noktaya gelmesi ile birlikte, Allah"ı ve yeniden dirilmeyi kabul etmeyen kimselerle zaman zaman karşılaşıyoruz. Ancak tarih boyunca bu kimseler, bir toplumsal tabaka, bir grup veya bir topluluk haline gelememişlerdir. Alexis Carrel"in söylediği gibi: "Tarihteki bütün toplumlarda, dinî bir yapı her zaman var olagelmiştir." Tanrı, peygamber ve kutsal kitap gibi dinî unsurlar, bütün toplumların sadece maneviyatının değil, şehirlerinin maddî yapılanmasının da ruhu, özü ve merkezî noktası olmuştur.

 

Ortaçağ boyunca ve millattan önceden beri Doğu"da ve Batı"da bütün şehirler, ya kabile mensuplarının toplumsal konumlarına göre ya da herhangi bir toplumsal sınıf esas alınmadan şekillenmiştir. Hangi şehir türünde olursa olsun, Doğu"da ve Batı"da bütün medeniyetlerdeki şehirlerde ortak nokta, kendilerine bir kimlik kazandıran sembollerinden dolayı sembolik şehirler olmalarıdır. Büyük şehirlerin kimliği olan bu semboller, mabetlerdir; ancak bu gün bu yapı gözden kaçmaktadır. Mesela Tahran, sembolik bir şehir değildir; çünkü bu şehir, bir merkez, dinî olan ya da olmayan herhangi bir yapı etrafında teşekkül etmemiştir. Öyleyse bu şehrin bir merkezi ve bir kalbi yoktur. Oysa Meşhed"i bütünüyle gösteren bir kuşbakışı resmine bakıldığında, onun, sembolik bir şehir olduğu görülür. Zira orada bütün binalar, şehrin kalbi olan bir merkez, bir ışık etrafında toplanmıştır.

 

Bu şehirler, neden semboliktirler? Çünkü hiçbir medeniyet, millet ve şehir, dinî bir amaç olmadan vücuda gelmemiştir. Kum TarihiYezd TarihiBelh"in ÖzellikleriBuhara Tarihi ve Nişabur Tarihi gibi, şehirler hakkında yazılmış olan bütün kitaplar, dinî bir hikâye ile başlamaktadır. Çünkü insanlar, dinî ve manevî bir sebep ve faktör olmadan bu büyük şehirlerin meydana gelebileceğini düşünemiyorlar. Bu şehirlerde mutlaka, ya bir peygamber medfundur, ya dinî bir mucize gerçekleşmiştir veya dinî bir şahsiyetin türbesi bulunmaktadır. Kısacası her yerin dinî bir izahı vardır. Bu gösteriyor ki, sınıfsal toplumlar, kabile toplumları, Bizans gibi büyük imparatorluklar, Atina gibi şehir toplumları, Araplar gibi kabile toplumları, gelişmiş toplumlar ve geri kalmış toplumlar, kısacası her ne şekilde olursa olsun bütün kadim toplumlar, dinî bir temel üzerine kurulmuşlardır ve kadim insan, her dönemde dindar insan olmuştur. Bundan dolayı, bugün anladığımız gibi "küfr" kelimesi, doğaüstü bir kudrete, ahirete, gayba ve evrende bir veya birden çok tanrıya inanmamak anlamında değildir. Çünkü bütün insanlar, esaslara inanma konusunda müttefiktirler.

 

Bugün "küfr" kelimesine verdiğimiz "dinliliğin karşıtı olmak" ve "dinsizlik" anlamı, oldukça yeni bir anlamdır. İnsanın, tanrıya, aşkın kudrete ve öte dünyaya inanmaması olan bu anlam, son iki üç asırda Doğu'ya taşınmış olan Batı düşüncesinin bir ürünüdür. Oysa İslâm"da, kadim metinlerde, hiçbir tarih kitabında ve hiçbir dinde "küfr" kelimesi dinsizlik anlamında kullanılmamaktadır. Zira dinsizlik denilen durum hiçbir zaman var olmamıştır.

 

Küfür, kendi dışındaki dinleri, küfür hali olarak gören bir din olarak ortaya çıkmıştır. Öyleyse küfür, dinsizlik değil, dinli olmak demektir. Nitekim tarih boyunca Doğuda ya da Batıda, her nerede ve her ne şekilde olursa olsun bir peygamber zuhur ettiğinde veya dinî bir inkılâp gerçekleştiğinde şu durumlar söz konusu olmuştur:

 

1-Yeni din, mevcut bir dine karşı olarak ortaya çıkmıştır.

 

2-Yeni dine ilk karşı çıkan ve ona karşı mücadele başlatan, mevcut din olmuştur.

 

Burada, son derece önemli bir konu ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Bu konunun açıklığa kavuşturulması, aynı zamanda, günümüz aydınlarının din hakkındaki büyük bir yargısının bilimsel ve tarihî bir izahı olacaktır. Aydınların dine dair yargısı şudur: 'Din, uygarlığa, ilerlemeye, insana ve özgürlüğe karşıdır; ya da en azından bu konulara ilgisizdir'. Bu yargı, kin, düşmanlık ve suizandan kaynaklanan bir sövgü ve bir yanılsama değil; insan yaşamındaki tecrübe ve olgular üzerine bina edilmiş olan tarihsel ve toplumsal bir gerçektir.

 

Peki, neden bu yargı doğru değildir? Çünkü din mensubu olarak bizler ve diğer insanlar, tarih boyunca pek çok sayıda ve şekilde ortaya çıkan dinlerin, özde iki dinden ibaret olduğunu ve bunların, birbirleriyle mücadele ve çatışma halinde bulunduklarını bilmiyoruz. Bu iki din, sadece birbirinden ayrı olmakla kalmamış; dediğim gibi, aynı zamanda, aralarında fikrî ve dinî mücadeleler ve savaşlar olmuştur. Fakat bu mücadeleler ve çatışmalar, bizim düşündüğümüz sebeplerden dolayı olmamıştır. Zira biz, dinle ilgili genel bir yargı edinir ve bu yargıya göre dinimize bir yer belirleriz. Hâlbuki bu, yanlış bir yöntemdir.

 

Aynı şekilde, son iki üç asırdaki, özellikle 19. asır Avrupa"sındaki din karşıtları da benzer bir yanlışa düşerek iki dini birbirinden ayıramamışlardır. Hâlbuki bu iki din, birbirine benzemediği gibi, temelde birbirine zıt ve muhalif olup tarih boyunca birbiriyle savaşmış, halen savaşıyor ve gelecekte de savaşacaklardır.

 

Din hakkındaki bu genel yargı, esasında iki dinden sadece biri için geçerli olup doğru ve tarihî gerçeklere de uygun bir yargıdır. Fakat din mensupları olarak bizler bilmediğimiz gibi, dine karşı olanlar da diğer dini bilmiyorlar. İki dinden biri için söz konusu olan bu yargı, geçerli ve doğru bir yargıdır; yanlış olan, bu yargının genelleştirilip diğer dine de teşmil edilmesidir. İşte esas yanılgı, bu noktadadır.

 

Söylediğim gibi bu iki din, o kadar birbirinden farklıdır ki, biri için geçerli olan bir özellik, diğeri için kesinlikle geçerli değildir.

 

Hepimizin bildiği bu kavramları, önceden zihinlerimizde var olan anlamlara göre değil, benim kullandığım genel anlamlara göre anlamlandırıp değerlendirmenizi rica ediyorum. İlk olarak, bahsi geçen iki dinin birbirine karıştırılmasına neden olan küfrşirk ve putperestlik kavramları üzerinde durmak istiyorum. Zira çokça kullandığımız bu kavramlarda bir kapalılık söz konusudur.

 

KÜFR

 

Küfr, bir şeyin üstünü örtmek demektir. Nitekim Arapça"da, çiftçinin, ektiği tohumun üstünü toprakla örtmesi işlemine küfr denir. Aynı şekilde, insanın kalbinde var olan bir dinî hakikatin üstünü çeşitli sebeplerle, cehalet, garaz ve çıkarcılıktan bir örtü kaplar ki, bu hale küfr denir. Buna göre küfr, dinin yok edilmesi ve dinsizlik demek değil, o dinî hakikatin yerine başka bir dinin ikame edilmesi demektir.

 

 

 

ŞİRK

 

Şirk, tanrısızlık demek değildir; zira müşriklerin bizden daha çok tanrıları vardır. Müşrik, bir tanrıya inanmayan ve ona ibadet etmeyen kişi değildir. Bildiğimiz gibi İsa, Musa ve İbrahim peygamberlerin karşısında tanrısızlar değil, müşrikler vardı. Peki, müşrikler kimlerdir? Müşrikler, tanrıya inanmayanlar değil, birden çok tanrıya inanan ve tapan kimselerdir. Öyleyse onları, dinî inançları ve duyarlılıkları olmayan kimseler olarak nitelendirmek mümkün değildir. Zira onların bir değil, pek çok tanrıları vardır ve onlar, tapındıkları bu tanrılarının, kendilerinin ve evrenin yazgısı üzerinde etkili olduklarına inanırlar. Zaten biz Allah"a hangi gözle bakıyorsak onlar da tanrılarına o gözle bakarlar. Öyleyse müşrik, duygu bakımından dindar bir bireydir; fakat bağlandığı din yanlış bir dindir. Yanlış bir dine mensup olmak, dinsiz olmaktan farklı bir durumdur. Demek oluyor ki şirk bir dindir; hatta insanlığın tanıdığı en eski din şekillerinden biridir.

 

 

 

PUTPERESTLİK

 

Putperestlik, şirkin anlamdaşı değil, onun çeşitlerinden biridir. Şirk, insanın, tarih boyunca gördüğü genel bir din iken putperestlik, tarihin bir döneminde ortaya çıkmış olan şirk şekillerinden biridir. Putperestlik, bir heykele ya da eşyaya kutsallık atfedilmesi demektir. Putperestler, kutsadıkları heykel ve eşyanın, tanrının kendisi, tanrının bir benzeri veya insanla tanrı arasındaki bir aracı olduğuna inanırlar. Onlara göre bu tanrılar, yaşam ve evren üzerinde bir biçimde etki sahibidirler. Bütün türleri ile putperestlik, şirk çeşitlerinden biridir.

 

Kur"an"da putperestler eleştirilirken ya da onlardan söz edilirken, daha genel bir ifade kullanılmaktadır. Neden? Tâ ki, şimdi zihinlerimizde var olan düşünce vücuda gelmesin; İslâm"ın, her tür putperestliğe bir şekilde karşı çıktığını düşünmeyelim; geçmiş bütün tevhidî hareketlerin devamı olan İslâm"ın, bütün çeşitleri ile şirke hücum ettiğini ve ona temelden karşı olduğunu anlayalım diye. Oysa biz, şirk dininin, "Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" (Saffât, 95) ayetinde geçtiği gibi insanların, kendi elleri ile yonttukları heykellere tapınmak anlamına gelen putperestlikten ibaret olduğunu düşünüyoruz. Acaba biz insanlar, tarih boyunca sadece taşlardan ve ağaçlardan yaptığımız putlara mı tapındık? Hayır, şirk, görünen ve görünmeyen yüzlerce çeşidi ile insanlık tarihinde genel bir din olarak var olagelmiştir. Bu güne kadar insan toplulukları içinde görülmüş olan şirk çeşitlerinden biri de, Afrika ve Arabistan cahiliyesinde ortaya çıkan putperestliktir. "Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" Ayeti ise, şirk dinindeki tapınma biçimini ifade eden genel bir ilke ve açıklamadır. Şirk dini, tarih boyunca tevhid dini ile birlikte, iki saf halinde adım adım ve omuz omuza var olagelmiştir. Şirk dini, Hz. İbrahim"in ve İslâm"ın zuhuru ile birlikte son bulmamış, bilakis yaşamaya devam etmiş ve hala da devam etmektedir.

 

ŞİRK DİNİNİN ÖZELLİKLERİ

 

 

 

[Bu, dinler tarihinin bir konusudur; fakat ben, İslâm"daki ve kültürümüzdeki kavramları kullanarak konuyu ele almaya çalışacağım.

 

Bu iki saftan birinde, Allah"a ibadet vardır. Allah kâinatı yaratan, tedbir eden, bilgi ve irade sahibi olandır. Bu sıfatlar, bütün İbrahimî dinlerde vardır. O, Hâliktır, bütün kâinatı yaratmıştır; Müdebbirdir, kâinatın yönetimi ve varlığının sürmesi Ona bağlıdır; İrade sahibidir, varlığa hükmetme biçiminde özgürdür, dilediği gibi tasarrufta bulunur; bütün kâinatı murakabe altında tutabilecek sınırsız bilgiye ve görme özelliğine sahiptir. Bununla birlikte Allah, varlığın ve kâinatın gayesi olduğu gibi, âlemin istikametini de belirler. Bu sonsuz kudrete ibadet etmek, bütün insanları, evrendeki tek kudrete ibadet etmeye davet etmek, varlıktaki yegâne gücün bu olduğuna inanmak ve hayat boyunca bu kudrete dayanmak demektir. Zaten bütün İbrahimî dinlerdeki en büyük esas budur ve İbrahim"in (a.s) kendisi de bu esasa yaptığı çağrı ile tanınmıştır.

 

TEVHİD

 

"Tevhide davet" olarak tarihe geçen bu çağrının şöyle evrensel bir yönü de vardır: İnsanlar, hayvanlar ve cansızlardan oluşan bütün varlığın, tek bir gücün eseri olduğuna; varlıkta tasarruf yetkisinin sadece bu güce ait bulunduğuna; onun dışında hiçbir etki sahibinin mevcut olmadığına ve her şeyin, herkesin, her rengin, her türün ve her özün tek yaratıcının yapımı olduğuna inanmak olan "ilahî birlik"in mantıkî sonucu, insanların birliğidir. Başka bir değişle, tevhidin anlamı şudur: Varlığın tümü, bir tek gücün elindeki bir imparatorluk gibidir. Bütün insanların türedikleri kaynak birdir, insanlar aynı irade ile hidayete erer, aynı hedefe yönelir ve aynı tanrıya sahiptirler. Bütün güçler, işaretler ve değerler, Onun karşısında yok olur. Tevhide inanan biri olarak kâinata baktığımda O"nu bir beden gibi, canlı bir bütün olarak görüyorum. Bu beden, aynı ruh, aynı kudret ve aynı tedbir tarafından yönetildiği için bir bütündür. İnsanlığa baktığımda da, insanların, aynı türden ve aynı değerde olduklarını görüyorum; zira onlar da aynı elden ve aynı tezgâhtan çıkmışlardır. Söz konusu iki dinden (şirk ve tevhid) biri olan tevhid dini, tek tanrıya ibadet etme ve bütün varlığın ve insanlığın tarih içindeki bütün yazgısının, tek kudretin eseri olduğuna inanma temeli üzerine oturmaktadır. Daha önce de söylediğim gibi, tanrının birliği, evrenin birliğini, evrenin birliği ise insanın birliğini gerektirmektedir.

 

Diğer yandan, tevhid inancı insana mahsus bir inançtır. Bir güce ibadet ve kutsal bir varlığa (Durkhe im"in ifadesi ile) ya da gayba (Kur"an"ın ifadesi ile) inan ma duygusu, insanda fıtrî olarak mevcuttur. Bu fıtrat, baş tan beri insanla birlikte var olagelmiştir. İnanma ve ibadet duygusunun, insan fıtratında bulunduğunun göstergesi, bu duygunun devamlı olması ve her zaman ve her yerde yaygın bir şekilde mevcut olmasıdır. Tarihe baktığımızda, tümüyle ibadetten uzak yaşayan hiçbir millet yoktur. Yine, yeryüzünü gözden geçirdiğimizde görürüz ki ibadet, her yerde vardır. İşte bu durum, ibadetin fıtrî bir olgu olduğunun delilidir.

 

İnsan fıtratındaki tapınma arzusu, Tevhid dini ve evrende hâkim olan kudretin tanınması vesilesiyle bütün beşeriyetin, halkların, sosyal sınıfların, ailelerin ve fertlerin birliğine dönüşür ve bunun neticesinde de hukuk birliğinin, değer ve onur birliğinin ortaya çıkmasına sebep olur.

 

Diğer tarafta ise söz konusu dinî duygu, şirk şeklinde tarih sahnesine çıkar. Şirk, her dönemde farklı bir şekilde ortaya çıkar ve tevhid dininin karşısına büyük, dirençli ve saldırgan bir güç ortaya çıkarır.

 

Burada, her Tevhid dininin karşısına çıkan bütün güçleri tek tek açıklama imkânı yoksa da, en azından büyük peygamberlerin yaşam hikâyelerine şöyle bir göz atabiliriz. Bu durumda da, şirk dinini inceleme imkânını elde etmiş oluruz. Mesela, Musa (a.s) bağlamında Tevrat"a, Tevrat"a dair kitaplara, Yahudi kültürüne, hatta Kur-an"a ve hadislere baktığımızda görürüz ki, Musa"ya (a.s) karşı ilk isyan bayrağı açan ve herkesten önce ona saldıran Sâmirî ve Bel"am-i Bâ"ur olmuştur.

 

SÂMİRÎ

 

Musa (a.s), yıllarca süren sıkıntı ve mücadelelerden sonra kavmine, bir olan Allah"ı tanıttı ve kavmini, hurafecilik, putperestlik ve buzağıya tapma gibi o dönemin şirk biçimlerinden temizledi. Ancak Sâmirî, insanları yeniden buzağıya tapar hale getirmek için, Musa"nın, (a.s) kavminden uzakta kısa bir süre geçirmesini fırsat bilerek bir buzağı heykeli yaptı. Hâlbuki insanların tapınmaları için buzağı heykeli yapan bu kişi, tanrıtanımaz ve dinsiz değildi; bilakis, dine inanan hatta insanları dine davet eden biriydi.

 

BEL"AM-İ BÂ"ÛR

 

Bel"am-i Bâ"ûr, materyalist bir filozof ya da bir natüralist miydi? Hayır, o dönemin en büyük din adamlarından biriydi ve insanlar dinî konularda ona danışırlardı. Ancak o, Musa"ya (a.s) karşı çıktı ve kendisine olan dinî bağlılıktan dolayı insanlar üzerinde daha etkili olup hak dine tarihteki en büyük zararlardan birini verdi.

 

FERİSÎLER

 

Hz. İsa"ya bir bakın! Ölünceye- Hıristiyan inancına göre çarmıha gerilinceye- kadar çektiği acılar, gördüğü baskılar, duyduğu küfürler, kendisi ve annesi hakkında yapılan en bayağı iftira ve ithamların arkasında Ferisîler vardı. Hâlbuki o vakit, dini, müdafaa ve himaye etme iddiasında olanlar da onlardı ve onlar, materyalist, zındık ya da mulhid değillerdi. Zaten o dönemde materyalizm diye bir şey de yoktu. Onlar, Hz. İsa ve havarilerine karşı şirk dininin bayraktarlığını yapan kimselerdi.

 

İslâm peygamberine bir bakın! Uhud"da, Tâif"de, Hevâzin"de, Mekke"de, Bedir"de ona kılıç çekenlerden kaç kişi ateist ya da dinsiz idi? Bir kişi bile bulmak mümkün değildir. Hepsi de doğru ya da yanlış, bir şekilde inanıyorlardı; fakat Hz. Muhammed (s) ve ona inananları yok etmek de istiyorlardı. Neden böyle yapıyorlardı? Çünkü –onların iddiasına göre- Muhammed, Hz. İbrahim"in evine olan saygınlığı bitirecek, onların dini inançlarını ve kutsallarını yok edecek, kutsal Mekke şehrini yıkacak ve Allah katında kendilerine şefaat edecek ve aracılık yapacak olan putları kıracaktı. Onların bahaneleri buydu. Binaenaleyh, gerek Kureyş müşriklerinin bu tavırları olsun, gerek diğer Arap kabilelerinin Hz. Muhammed (s)"e karşı yaptıkları savaşlar olsun, "dine karşı din" çerçevesinde ortaya çıkan vakalardır.

 

Bu anlayış, Peygamber (s)"den sonra da farklı biçimlerde devam etmiştir. Hz. Ali"ye ve İslâm"ın özünü yaşatmak ve devam ettirmek isteyen harekete karşı çıkanlar, kâfir, inançsız ya da dinsiz kimseler miydi? Yoksa Allah mı inkâr edilmişti? Ya da Emevîlerle Ali taraftarları arasında ve Abbasîlerle Ehl-i Beyt arasında yine, dine karşı yeni bir dinin karşı çıkışı mı söz konusuydu?

 

İbrahimî ve tevhidi dinin özelliklerinden biri, Allah"a ibadettir. Hz. Âdem"den günümüze kadar insanlık tarihine, değerlerine ve hayatına yön veren ve insanı evrendeki ilahî kanuna teslim olmaya çağıran tek din ve tek inanç hareketleri, tağuta ibadet etmeye karşı çıkmışlardır ve insanlık var olduğu sürece de karşı çıkmaya devam edeceklerdir. Tağuta tapanlar ise insanı, nihaî gayesi Allah olan ve İslâm adındaki yaradılış yoluna davet eden bu dine karşı çıkmışlardır.

 

Bu din, insanlığı Allah"a teslim olmaya ve Onun dışındaki her şeye isyan etmeye çağırırken; şirk dini, evrendeki ilahî kanuna ve her şeyin özü, başı ve sonu olan Allah"a çağırmak anlamında olan İslâm"a isyan etmeye davet eder. Bununla da kalmaz, Allah dışındaki yüzlerce güce teslim olma ve kulluk yapma çağrısında bulunur.

 

Şirk, bir taraftan insanı Allah"a kulluk yapmaktan alıkoyarken, diğer taraftan da, pek çok puta teslim olmaya, boyun eğmeye ve insanı köleliğe mecbur eder. Bunu yapan, kâinattaki yüce kudrete karşı gelen ve insanların, kendi elleriyle yontup ürettikleri putlar olan tağuttur. Her şey put olabilir; Lât, Uzzâ, araba, üstünlük taslama, sermaye, kan, soy" Her dönemde farklı bir tağut Allah"a karşı isyan etmiştir.

 

Tevhid dininin özelliklerinden biri, inkılabî olması; şirk dininin özelliklerinden biri de muhafazakâr ve saptırıcı olmasıdır.

 

İNKILABÎ DİN NE DEMEKTİR?

 

İnkılabî dine mensup olan ve bu dinin eğitimini alan bir kişi, hayatın maddî manevî ve sosyal alanlarının tümüne tenkidi bir gözle bakar ve batıl olarak gördüğü şeyi kaldırıp, yerine hakkı ikame etme sorumluluğunu taşır. İnkılabî olan tevhid dini, mevcudu, olduğu gibi benimsemez ama ona ilgisiz de kalmaz. Peygamberlerin tümüne bir bakın, saf ve hiçbir değişikliğe uğramamış olan ilk çıkışlarında hepsinin yaptığı ilk iş, mevcut tuğyana ve kötülüğe karşı çıkmaları ve Allah"ın kanunlarının tecellisi olan kâinattaki kanunlara itaat etmeye çağrıda bulunmalarıdır.

 

Mesela Musa"ya bir bakın, O, üç sembole karşı çıkmıştır: Zamanın en zengini olan Karun, şirk dininin en büyük dinî lideri olan Bel"am-i Ba"ur ve en büyük siyasî otorite olan Firavun. Musa bu üç sembole mi karşı çıktı, yoksa statükoya mı? O zaman statüko neydi? O zamanki statüko, azınlıkta olan Sebtî ırkının, Kıptîlerin baskısı altındaki yaşamalarıydı. Musa"nın mücadelesi, Kıptî ırkının üstünlüğüne dayanan ırkçılığa ve bir ırkın, diğer ırkın esareti ve zilleti altında yaşamasına karşı çıkmaktı. Onun hedefi ve ideali, tutsak olan bir kavmi, doğru yola getirmek ve inanç temelinde kurulmuş, tağuta tapınılmayan ve tevhid dininin gerektirdiği toplumsal birliğe sahip olan bir toplum kurabilmek için o kavmi, vadedilmiş olan yere hicret ettirip yerleştirmekti.

 

MUHAFAZAKÂR DİN NE DEMEKTİR?

 

Şirk dini, tanrı, ölümden sonra dirilme ve gaybî güçler gibi metafizik bütün inanç ve din esaslarını olduğu gibi kabullenerek ya da onları tahrif edip saptırarak insanları, kendilerinin ve toplumlarının mevcut durumunun, olması gereken bir durumda olduğuna ve bu durumun, ilahî takdirin bir tecellisi olduğuna inandırmaya çalışır.

 

Mesela, bu günkü kaza-kader inancımız, Muaviye"nin oluşturduğu ve bize bıraktığı bir hediyedir. Tarih açıkça göstermektedir ki, kader ve cebr inancı, Emevîlerin oluşturdukları bir inançtır. Bu inanç sayesinde Müslümanları, her türlü sorumluluktan, teşebbüs ruhundan ve eleştiriden alıkoymuşlardır. Zira cebr, var olan ve sunulan her şeyi kabul etmek demektir. Oysa Hz. Peygamber"in ashabına baktığımızda, onların, her an için toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olduklarını görürüz.
 

 

EMR-İ Bİ"L-MA"RÛF VE NEHY-İ ANİ"L-MÜNKER

 

Geniş halk kesimlerinde ayağa düşmüş olan ve aydınlarca telaffuz bile edilmeyen "emr-i bi"l-ma"rûf ve nehy-i ani"l-münker" kavramı, bugünkü Avrupa aydınlarına göre insan, sanat ve aydın sorumluluğu olarak ifade edilmektedir. Felsefe, sanat ve edebiyatta ele alınmış olan bu sorumluluk, "emr-i bi"l-ma"rûf ve nehy-i ani"l-münker" ile ifade edilen sorumluluğun ta kendisidir. Ancak bugün "emr-i bi"l-ma"rûf ve nehy-i ani"l-münker"i öyle bir şekilde uygulamaya çalışıyoruz ki, bu uygulamanın bizzat kendisi münkerdir.

 

ŞİRK DİNİNİN TARİHTEKİ SEYİR BİÇİMİ

 

Şirk dini tarihte iki şekilde devam etmiştir. Daha önce değindiğim gibi şirk dininin amacı, statükoyu savunmak ve muhafaza etmektir. Tarih boyunca insanların asil olan–olmayan, efendi–köle, sömüren–sömürülen, yöneten–yönetilen ve özgür–tutsak şeklinde iki kısma ayrıldığını görüyoruz. Bunların bir kısmı, yiyecek, içecek, altın ve soy sop sahibi iken, diğerleri herhangi bir şeye sahip değildir. Daima bir millet diğer milletlere egemen olmuş, bir sınıf diğer sınıfa tercih edilmiş ve bir aile diğer ailelere üstün tutulmuştur. Bu durum, statükonun muhafaza edilmesi ve savunulması sonucunu doğurmuştur. Bunun için de her bölgeye ait bir tanrı olmalıdır ki, her ırk ve her hanedan varlığını sürdürebilsin, anlayışı ortaya çıkmıştır.

 

Bazı kimseler, kendilerine hukukî, iktisadî ve sosyal imtiyazlar tanırken, kendileri dışındakileri de mahrum bırakırlar. Ancak bu imtiyazları muhafaza etmek zordur; gün gelir zorbalar, söz konusu imtiyazları ve kaynakları zorbalıkla ellerinde tutamaz olurlar. Bu durumda şirk dini devreye girer ve statükoyu muhafaza görevini üstlenir. Şirk dininin buradaki görevi, insanları, kendilerine sunulan ve dayatılan her şeyin, Allah"ın iradesinin tecellisi olduğuna ikna etmek ve ona teslim olmalarını sağlamaktır. Bunun sonucunda da insanlar, sadece kendilerinin değil, tanrılarının ve putlarının da, kendilerinden üstün olan insanların tanrılarından ve putlarından daha aşağı bir seviyede olduğuna inanmaya başlarlar.

 

ŞİRK DİNİNİN KURUCU VE KORUCULARI

 

Şirk dini, sınıf ve ırk ayırımcılığı üzerine bina edilmiş olan bu yapıyı güçlendirme görevini üstlenir ve onu sürekli hale getirir. Bundan dolayıdır ki şirk dininin kurucu ve koroyucuları, toplumda her zaman üst tabakanın sırasında ve seviyesinde yer almışlardır; hatta kimi zaman üst tabakadan daha etkin, üstün ve zengin olmuşlardır.

 

Sasanîlerdeki ateşperest din adamlarına ve Zerdüştî rahiplere, Avrupa"daki keşişlere, İsrail oğullarındaki hahamlara ve Bel"am-i Ba"ur gibi tiplere, Afrika ve Avustralya"daki putperest kabilelerde bulunan büyücü, kâhin ve falcılar gibi mevcut dinin sahipleri olarak ortaya çıkan kimselere bir bakın, hepsi de ya toplumdaki egemen zümre ile el ele ve omuz omuza hareket etmişler veya onların da üstünde bir yere sahip olmuşlardır. Avrupa"da, toprağın % 75"inden fazlasının keşişlerin elinde olduğu dönemler olmuştur. Sasanîler döneminde ise, Zerdüştî din adamları ve mabetlerinin tasarrufu altındaki toprak, çiftçilerin elindeki topraktan daha çoktu.

 

İnandığımız ve izlerini takip ettiğimiz peygamberler, düşündüğümüzün ve tahayyül ettiğimizin aksine, tarih boyunca eski toplumlara ekonomik, ahlakî ve fikrî bakımlardan zalimce ve insanlık dışı bir hayat yaşatan ve tevhid dinine karşı tağuta ve puta tapınmayı savunan şirk dininin karşısında yer almışlardır. 

 

ŞİRK DİNİNİN TEMELİ

 

Şirk dininin temeli, bir grup insanı zenginleştiren, diğerlerini ise fakir bırakan ekonomik anlayıştır. Bu ekonomik sistem, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için dine ihtiyaç duymaktadır. Zira din kadar insanları kendiliklerinden boyun eğmeye sevk eden güçlü hiçbir etken yoktur. Bu görevi daima, şirk dini, statükoyu muhafaza ederek yerine getirmiştir. Şirk dini bu görevi iki şekilde yapmıştır:

 

1-İnsanlara, egemen güç ve aileler sayısınca tanrı inancını aşılayarak"

 

2-Kendine mensup olan egemen sınıfa, alt tabakadaki insanlara karşı imtiyazlar sağlamak ve bu imtiyazları tarih boyunca muhafaza etmek suretiyle"

 

UYUŞTURUCU DİN

 

Din karşıtlarının da söylediği gibi, şirk dininin ana unsurları, cehalet, korku, ayrımcılık, sermayedarlık ve bir sınıfın insanlarını diğer insanlara karşı üstün tutmaktır. Din karşıtlarının bu değerlendirmesi, hak din için değil, şirk dini için doğrudur. Doğru olan bir şey daha vardır ki, o da şirk dininin, zillet, sıkıntı, çaresizlik ve cehalet içinde yüzen halkları, içinde bulundukları durumun kendileri, ataları ve çocukları için ilahî bir takdir olduğuna inandıran ve buna teslim olmaya çağıran bir uyuşturucu görevini görmesidir.
 

 

MÜRCİE VE SORUMSUZLUK

 

Mesela Mürcie mezhebine bakın; bu mezhep, İslâm toplumundaki günahkâr ve suçluların, bu durumlarından sorumlu olmadıklarını iddia etmektedir. Mürcie"nin görüşü şudur: "Allah (c) mahşerde, Ali ve Muaviye"nin hesabını görmek için terazi kurar." Bu şu demektir: Allah (c), hesaplarını göreceğine göre, Ali ve Muaviye hakkında bir şey söylemek sana düşmez; sen, neyin doğru neyin yanlış olduğuyla ilgilenmeden hayatını yaşamaya bak!
 

 

ŞİRK DİNİNİN HAREKET BİÇİMİ

 

Şirk dini tarih boyunca iki şekilde hareket etmiştir:

 

1-Dinler tarihinde görüldüğü gibi şirk dininin, kendine mahsus bir hareket çizgisi vardır. Bu hareket, Totem, tabu, mana, grup tanrısı, çok tanrıcılık ve ruhlara tapınma şeklinde bir seyir çizmiştir. Dinler tarihindeki bu şirk dinleri, aslında şirk dininin farklı tezahür biçimleridir.
 

 

2-Şirk dininin en tehlikeli, en sinsi olan ve insana ve hakikate en çok zarar veren şekli gizli şirktir. Bu, tevhid perdesi altında gizlenen şirk biçimidir. Tevhid peygamberleri şirke karşı çıktığı sürece şirk dini de onlara karşı çıkmıştır. Ne zaman ki peygamberler, muzaffer olmuşlar ve şirk dinine diz çöktürmüşlerse, şirk dini, tevhid dininin takipçileri arasında gizli bir şekilde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Mesela Musa"ya (a.s) ve onun davasına karşı çıkan Bel"am-i Ba"ur, Musevî din adamları olan hahamlar ve İsa"yı (a.s) öldürmeye teşebbüs eden Ferisiler kılığında ortaya çıkıp iş yapmıştır.

 

İsa"yı (a.s) öldürmek isteyen, ona karşı çıkan ve putperest Rum Kayseri ile el ele, omuz omuza, tevhide karşı mücadele eden güruhun içinde, Musa"ya (a.s) inananların takipçisi olan kimseler de vardı. Bel"am-i Ba"ur ve Sâmirî, Musa"nın (a.s) getirdiği dinin kisvesi altında sahneye çıkmışlardır. Orta çağdaki Hıristiyan keşişlerin, sevgi, dostluk, vefa ve sabır dini olan Hıristiyanlık ve barış ve affın timsali olan İsa (a.s) adına işledikleri cinayetleri, Moğollar rüyalarında bile işlememişlerdir. Peki, bunlar İsa"nın (a.s) izleyicileri ve havarîleri miydiler, yoksa şirk dininin mensupları mıydılar? Aynı Ferisiler, bu sefer keşişler kılığında sahnedeydiler, Musa"nın dinini şirk ile öldürmek istediler ve bunu başardılar da.

 

Hal böyle olunca 19. yüzyılda din hakkında söylenen şu sözün doğruluğunda hiçbir şüphe yoktur: "Din, insanların, ölümden sonraki hayat ümidiyle bu dünyadaki fakirlik ve mahrumiyete karşı tahammül edebilmeleri ve yaşadıkları her sıkıntının ve kendilerine sunulan her durumun tanrının iradesi ile olduğuna, dolayısıyla da bu durumu değiştirmelerinin mümkün olmadığına inanmaları için bir afyondur." Yine 18 ve 19. yüzyıldaki bilginlerin söylediği şu sözler de doğrudur:

 

"Din, insanların, bilimsel gerçekler konusundaki cehaletlerinden doğmuştur."

 

"Din, insanların mevhum korkularının ürünüdür."

 

"Din, feodal yapıdaki ayrımcılık, sermayedarlık ve fakirlik sonucu ortaya çıkmıştır."

 

Peki, bu hangi dindir? Bu din, gizli kalmayan hemen tümüyle tarihe geçmiş olan şirk dinidir. Bu din, kimi zaman tevhid, Musevilik, İsevîlik adlarını kullandığı gibi hilafet, Abbasîlik ve Ehl-i beyt adlarını da kullanmıştır. Aslında bunlar, tevhid, cihad ve Kur"an kisvesi altındaki şirk dinleridir. Üstüne üstlük bu dinlerin mensupları, Kur"an"ı mızraklarının ucuna takmak suretiyle bu konuda önde görünmekten de geri durmamışlardır.

 

Kur"an"ı mızrağının ucuna takıp sokağa çıkanlar, Lât ve Uzzâ için Hz. Peygambere karşı çıkan Kureyşliler değildi. Zira onlar, durumlarını o dönemde açıkça ortaya koyamıyorlardı. Bunun için mızraklarının ucuna Kur"an"ı takarak dâhilde Ali, dolayısıyla da Allah ve Muhammed (s) ile savaşıyorlardı. Halife, cihada ve hacca gidip Peygamber (s) ve onun ailesi adına Kur"an esasına dayalı İslâm devletini yönetirken aslında şirk dinini yönetiyordu.

 

Şirk dini, orta çağda Musa (a.s) ve İsa (a.s) adına hüküm sürmüştür. Musa (a.s) ve İsa (a.s), tevhid dininin kurucuları oldukları halde şirk dini onların adını kullanarak varlığını sürdürmüştür.

 

Evet, yukarıdaki alıntılarda sözü edilen din, saptıran, uyuşturan, duraklatan, sınırlandıran ve insanların durumlarına karşı lakayt davranan şirk dinidir. Bu din, tarih boyunca da insanlara musallat olmaktan geri durmamıştır. Demek ki, "Din, korkudan doğmuştur; insanları uyuşturur ve sınırlandırır; feodalitenin ürünüdür." diyenler doğru söylemişlerdir. Bu tespitleri yapanlar, tarihi esas almaktadırlar; oysa bunlar, din konusunda da tarih konusunda da uzman kimseler değiller. Dolayısıyla tarihe bakan herkes gibi onlar da, tevhid-şirk ayrımı yapmadan din hakkında genel değerlendirmelerde bulunmuşlardır.

 

Gerçekten de İbrahimî dinlerdeki ve şirk dinlerindeki tanrı isim ve sıfatlarını karşılaştırdım ve şirk dininin, korku ve cehaletten doğduğunu gördüm. Bundan dolayıdır ki müşrikler, insanların, uyanmasından, okur-yazar ve bilgi sahibi olmalarından korkarlar. İsterler ki, belli konulardaki bilgiler her zamanki gibi sabit kalsın, o konularda ilerleme kaydedilmesin ve bu bilgiler de kendi tekellerinde olsun. Zira bilginin artması, insanların uyanması, tenkidi bakış açısı, ideal sahibi olma ve adalet talebi, şirk dinini sarsar ve yok eder. Bunun içindir ki, şirk dini feodalizm öncesinde, sırasında, sonrasında, Doğu'da ve Batı'da daima mevcut durumu muhafaza yoluna gitmiştir.

 

Şirk dinlerindeki tanrıların bütün isim ve sıfatları, korku, vahşet ve zorbalık gibi istibdadın farklı boyutlarını içeren isim ve sıfatlardır. Oysa üç bin yıl önceki dinler dâhil, İbrahimî dinlerin isimlerinin manaları şu iki mana ile bir şekilde bağlantılıdır:

 

1-Aşk, güzellik, celal ve cemalin yegâne sahibine kulluk

 

2-Koruma, dayanak noktası, baba şefkati, lider ve sığınak

 

 

 

Öyleyse tarih boyunca dünyada hüküm süren şirk dininin, cehaletten ve insanların doğa olaylarından kaynaklanan korkularından doğduğu düşüncesi doğrudur. Hâlbuki İbrahimî dinler aşktan, insanın, tek hedefe ve kâinattaki tek rabbe kendisini adamasından, varlıktaki tek kıbleye yönelmesinden, ruhî, fikrî ve sosyal her tür ihtiyacına cevap veren mutlak cemal, kemal ve celal sahibine olan bağlılığından doğmuştur.

 

İbrahimî dinlerin peygamberleri, maddî, manevî ve sosyal bütün egemen güçlere ve -F. Bacon"un ifadesiyle- zihnî, beşerî, ekonomik ve maddî her tür puta karşı çıkmışlardır. Kendilerini ve mensuplarını, statükoyu değiştirmek ve Kur"an"da peygamberlerin gönderiliş amacı olarak gösterilen adaleti sağlama ve sürdürme konusunda sorumlu görmüşlerdir.

 

Bütün bunlardan hareketle varmak istediğimiz nokta şudur: Tarih boyunca din, dinsizliğe karşı değil, dine karşı olmuş ve dinsizlikle değil, din ile savaşmıştır.

 

Bilgi, basiret, aşk ve insanlığın fıtrî adanmışlığı üzerine kurulmuş olan tevhid dini, cehalet ve korkudan doğmuş olan şirk dininin karşısında yer almıştır. İnkılabî bir din olan tevhid dini daima, sahih inançları tahrif etmek ya da sahte inançlar ve tanrılar üretmek suretiyle statükoyu koruyan tağutperestliğe karşı çıkmıştır.

 

Tevhid peygamberi, insanları, Allah"ın iradesinin tecellisi olan varlıktaki kanunlara ve evrensel gidişata uymaya çağırır. Tevhid dininin gereği, Allah dışındaki her güce "hayır" demektir. Allah"a kulluğun karşısında, tağutperestlik vardır. Tağut ise insanı, evrene ve insan hayatına egemen olan hak nizama karşı çıkmaya ve toplumdaki farklı güç odaklarının tezahürleri olan çeşit çeşit putlara köleliğe ve onlar karşısında zelil olmaya davet eder.
 

 

ALLAH VE İNSAN

 

Tevrat ve İncil"in tahrif edilmemiş olan bölümlerinde ve Kur"an"ın istisnasız hemen her yerinde insan ile Allah kelimeleri aynı çizgide zikredilmektedir. Yani ilmî ve yaradılışa dair ayetlerde değil, sosyal, siyasî ve ekonomik meseleleri açıklayan bütün ayetlerdeki en-nâs kelimesini kaldırıp yerine Allah kelimesini koymak, Allah kelimesinin yerine ise en-nâs kelimesini koymak, cümlede hiçbir değişikliğe neden olmaz. Mesela "Kim Allah"a güzel bir borç verirse" Ayetinin manası, Allah"ın ihtiyacı olduğu için Ona borç vermek demek değildir; onun manası, "insana borç vermek" demektir. Sosyal konularla ilgili ya da sosyal bir yönü olan bütün ayet ve hadislerde Allah ile insan aynı safta yer almaktadırlar.
 

TAĞUTA TAPANLAR

 

Hak din safının karşısında kimler vardır? Tağuta tapanlar; peki tağuta tapanlar kimlerdir? Tağuta tapanlar, Kur"an"da mele" ve mütref olarak geçen toplumdaki aç gözlü oburlar ve her yetkiye sahip olup hiçbir sorumluluğu olmayan kimselerdir.

 

Mele" ve mütref dini, ya kendi adıyla açık bir şekilde ya da "Allah ve insan dini" olan hak dinin perdesi altında kendisini gizleyerek tarih boyunca egemen olmuştur. Oysa tevhid dininin hükümranlığı tarihte gerçekleşmemiştir. Bana göre Şianın gurur duyulacak özelliklerinden biri, orta çağda İslâm yönetimi adına dünyaya sunulan hiçbir şeyi kabul etmemesi, sömürgeci emperyalistlere karşı mücadeleden geri durmaması ve söz konusu yönetimleri Allah Resulü'nün hilafeti olarak değil Kayser ile Kisra yönetimleri olarak kabul etmesidir.

 

Zaten İbrahimî ve tevhidi din, daima, tağuta tapınmaya, mele" ve mütref dinine karşı çıkmış, insanları da bu cepheye karşı çıkmaya davet etmiştir. Tevhid dini şunu söylemiştir: Allah, siz insanların safındadır; Onun muhatabı insandır ve amacı, adaleti sürekli bir hale getirmektir. Tevhid dini, insanı, kâmil hale getiren bilgi, sevgi, yüce kudrete kulluk ve bilinç dinidir. Ne yazık ki, tarihe ve mevcut duruma karşı eleştiri ile ortaya çıkan tevhid dini, tarihte hiçbir zaman tam olarak hayata geçememiştir. Tağuta yani mele" ve mütrefe tapınmayı öneren muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dini ise her zaman var ve egemen olmuştur.

 

 

Bana, "Bir aydın olarak sen, nasıl dine bu kadar sarılıyorsun?" diyen aydınlara da şunu söylemek istiyorum: "Ben bir dinden söz ediyorsam, bilin ki, geçmişte topluma hükmetmiş olan herhangi bir dinden değil, bu dini ortadan kaldırmayı hedefleyen dinden söz ediyorum. Peygamberleri, her tür şirki ortadan kaldırmak için çalışmış olan dini kastediyorum. Ancak sözünü ettiğim din, hiçbir zaman sosyal hayat bakımından tam olarak toplumda hayat bulamamıştır. Benim dile getirmek istediğim bu konudaki şu sorumluluğumuzdur: Tevhid peygamberlerinin yaptığı gibi, muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dinini kaldırıp yerine tevhid dinini ikame etmek için çaba göstermek, bizim ve gelecekteki insanların insanî sorumluluğudur."

 

 

Öyleyse benim dine sarılmam, geçmişe dönmek değil, tarihteki bu mücadeleyi devam ettirmek demektir.

 
 
Ey Yaratıcı Rabbim!

Sen insanoğluna keremi bağışlamışsın. Sen kendi özel emanetini insanoğlunun omuzlarına yüklemişsin. Sen bütün peygamberlerini, kitabı öğretmek ve adaleti gerçekleştirmek için göndermişsin. Sen kendine, peygamberlerine ve iman eden insanlara izzeti bağışlamışsın. Sana ve peygamberlerinin getirdiği mesaja inanıyoruz. Senden özgürlük, bilgi, uygarlık, adalet ve şeref istiyoruz. Bize bunları bağışla! Çünkü çok muhtacız ve her zamandan daha dertliyiz ve alçaklık, esaret ve cehaletin kurbanı olmuşuz.

Ey zayıf bırakılmışların Rabbi!

Sen yeryüzünün zavallılarını, mahkum ve zayıf yığınlarını ve hayattan yoksun bırakılanları – ki onlar, köle arayan azgınların; çağın karanlık zulmünün; kin ve nefret cehenneminin tarihteki kurbanlarının devamıdırlar ve her zamankinden daha çok zulme ve baskıya maruz kalmışlardır –insanların önderliğine eriştireceğini ve onları dünyaya varis kılacağını irade etmişsin. İşte şimdi zamanı gelmiştir. Yeryüzünün lanetlileri senin vaadini gözlemekte ve beklemektedir.

Ey gaybın bilicisi Allah'ım!

Şu çağımızda sana gerçekten tapanlar, yalnızca yeryüzünün mustaz'aflarıdır.

Ey Yüce Rabbim!

Sen tüm meleklerini Adem'e secde ettirensin. Şimdi insanoğlunun, idarecilerin ayağına kapanarak secde toprağına yüz sürdüğünü görmüyor musun? Onları bu çağın putlarına –ki hepsini kendimiz yapmışız – tapıcılıktan, onlara kulluktan kendi özgür kulluk ortamına çek ve kendilerine özgürlük bağışla!

Ey güçlü Rabbim!

Senin ayetlerine küfredenler, senin peygamberlerini yalanlayıp haksız yere öldürenler ve adalet, eşitlik istemek için ayaklanan kullarını öldürenler hâlâ yeryüzünde egemendirler. Müjdelediğin azabı onlara ulaştır!!

Ey Kadir olan Allah'ım!

Ailemize sorumluluk, halkımıza bilim, inananlarımıza aydınlık, aydınlarımıza iman, tutucularımıza anlayış, kavramışlarımıza tutuculuk, kadınlarımıza bilinç, erkeklerimize şeref, ihtiyarlarımıza bilgi, gençlerimize soyluluk, öğretmen ve üstadlarımıza, öğrencilerimize inanç, uyuyanlarımıza uyanıklık, uyanıklarımıza irade, tebliğlerimize gerçek, dindarlarımıza din, yazarlarımıza güvenirlik, sanatkarlarımıza dert, şairlerimize şuur, araştırıcılarımıza hedef, ümidsizlerimize ümit, zayıflarımıza güç, muhafazakarlarımıza hareket, ölümcül uykularda olanlarımıza hayat ve dirilik, körlerimize görme, suskunlarımıza feryat, müslümanlarımıza Kuran,Sünnet ve Ehl-i Beyt bilinci, tüm mezheplerimize birlik, kıskançlarımıza şifa, egoistlerimize sabır, halkımıza kendini bilme, tüm uluslardan kurulu milletimize samimiyet, basiret, feraset, cesaret, fedakarlık yeteneği, kurtuluşa layık oluş ve izzet bağışla!!

Ey Kabe'nin Rabbi!

Şu ömürleri boyunca, her sabah ve her akşam bütün dünyada senin evine yönelen, senin evine dönerek yaşayıp ölen, İbrahim'in evinin etrafını tavaf eden insanlar; cehalet ve şirkin kurbanı olmuş; Nemrud'un eziyet ve zulmünün bağlılıları durumuna düşmüştür, ve onu övmekte devam ediyorlar.

Ey güç, özgürlük, ve uyanıklığın peygamberi!

Senin evinde yangın çıkmış, kapını tutmuş; senin toprağını batıdan doğma bir sel basmış, senin ailen ise çoktandır illetin siyah örtüleri altında uyuya kalmış. Onların başında dur ve bağır:

– Kalk ve Uyar! Onları uyandır.

Ey Ali!

Allah'ın ve halkın insanı... Aşk ve kılıcın adamı!

Biz seni, iyice tanımayı unutmuşuz.. Seni iyi tanımayı aklımızdan çıkarmışlar. Ama senin sevgini, çağın zulmüne karşıt, vicdanlarımızın derinliklerinde, gönül perdelerimizin ardında yakıp durmak zorundayız. Sen, seni sevenlerin eğri yolda olmalarına nasıl razı olabilirsin? Sen, haksızlığın bir yahudi kadına yönelmesini bile kabul etmedin. Gel de şimdi müslümanların, boyunduruğunda yaşadığı kapkara zulmü gör! Gör, bak! Müslümanların başından geçenleri gör!

Ey güçlü kolların sahibi!

Bir darbe daha!...

Ve siz ikiniz; ey bacı, ey kardeş! Ey siz! "insan olma"ya anlam verdiniz. Özgürlüğe can; iman ve ümide iman ve ümid; ulu ve yüce ölümünüze "yaşam ve dirlik" kazandırdınız; bağışladınız.

Evet, iki beden ve ten, evet!

O dertli günden – ki hayal onu tasarlamaktan korkar, gönül onun derdiyle paramparça – bu yana, İslam ümmetinin gözyaşı kurumamıştır. Halkımız, asırlardır sizin gamınızı çekmekte, sizin için ağlamakta!.. Oysa aşk, salt gözyaşıyla söyleşme değil midir? Bir tarih boyunca İslam ulusu, sizin keder ve gamınızla inlemektedir. Bu aşktan dolayı, İslam ulusundan bazıları kırbaçlanmış, katliamlar görmüş, işkencelere uğramış; fakat hatırınızı aklından; yanan ateş gibi aşkınızı gönlünden çıkarmış değil! Her caninin kırbacı, sizin mührünüzün sırta kazılışıdır.

Ey Zeyneb!

Ey damaklarda, amaçlar için, Ali'nin dili!

Kendi halkına söyle!

Ey kadın!

Ey mertlere, cesurlara bu sıfatları öğreten!

Senin aşk ve derdini can ve gönüllerinde duyanlar sana muhtaçtırlar. Hem de her zamankinden çok... Bu eski ve yeni sömürünün, bozulmuş gelenek ve kurumların, modernist ilericilerin oyuncağı olanları; Bir şehrin başındaki güçlü feryadın gibi bir feryatla, Kasvet ve vahşet şehrini, -ki şehri onunla ezmiştin- bir sarayın temellerini, -saltanat ve cinayetin sarayını sallamış, titretmişsin!- karıştır, sinirlendir, canlandır! Tâ ki kendi kendilerine canlanıp sinirlenerek, etraflarını saran örümcek ağı perdelerini yırtıp parçalayabilsinler. Tâ ki bu kötü ve yıkıcı tufanın çağdaş biçimine karşın, durmayı öğrensinler!

Bu korkunç ve tehlikeli makinayı, -ki bu onlardan, insanlardan- yeni oyuncaklar yapmak için, sonra yeni sömürü düzeni kurmak, modern uyutmalar için, başıboş günleri artırmak için, sermayedarların piyasaya sunduklarını ihtirasla yutabilmek için, burjuvazinin zevk verici yoğun hevesleri için, ruhsuz yeni soyluluğun daha ilginç görünümü olan yalnızlık, tecrid ve unutulmuşluğu için müreffeh toplumu hedefleyen bomboş bir yaşamla uğraşmak için yapılmıştır- kırıp parçalasınlar!!

Ve kendilerini eskinin saygın köleliğinden, yeninin saygın piyasasından – senin mesajının parıltılarıyla- kurtarsınlar!

Ey amaçta Ali'nin dili!

Ey Hüseyin'in mesajı gönül ve beyninde olan.

Ey Kerbela'dan gelerek şehitlerin mesajını, tüm cellat ve canilerin baskılarına rağmen tarihin kulağına ulaştıran!

Ey Zeyneb!

Bize söyle !

Başınızdan geçeni söyleme!

O kan kırmızısı çölde ne gördüğünü söyleme! Orada, cinayetlerin ulaştığı doruk noktasını da söyleme! O günün acısından sonra, Fırat'ın kenarında, Allah'ın insanı melekleri niçin secde ettirdiğini de söyleme! Ve Fırat sahilindeki gösteriyi ve durumu da söyleme!

Evet, Zeyneb!

Düşmanlarının ne yaptığını da , dostlarının tavrını da söyleme!

Evet, ey Hüseynî devrimin mesajı!

Biz biliyoruz, Biz, hepimiz, işitmişiz. Senin Kerbela ve şehidler mesajını dürüstçe ulaştırdığını biliyoruz. Sen kendi varlığında söz üreten bir şehidsin! Tıpkı damla damla kanıyla söz söyleyen şehid kardeşin gibisin sen.

Fakat söyle ey bacı!

De ki "ne yapalım?" Bir an bak ki biz ne çekiyoruz? Kulağını bir anlık bize ver ki, kendi isteklerimizi sana ulaştıralım.


Ey sevgili ve güçlü bacımız!

Ey kardeşinin emin ulağı! Kerbela'dan gelerek tarih süresince tüm nesillere şehidlerin mesajını ulaştıransın! Sen şehidliğin kıpkırmızı bahçelerinde yeni açılmış güllerin kokusunu can ve elbisesinde taşıyansın.

Ey Ali'nin kızı!

Ey esirler kervanının komutanı! Bizi de bu kafilenin izinde kendine ulaştır!

Ey Hüseyin!
Seninle ne söyleşelim? O korkunç, fırtınalı, girdaplı ve karanlık gecede yol lambasının ışığı! Ey kurtuluş gemisi! Ey her zamana yayılan, her nesle ulaşan, kıyama hazır her zeminde kanı hatırlanan, her elverişli tohumu toprağın altında açan ve yeşeren, her susuz çiçeği kanıyla, yaprak, hayat ve canlılığa kavuşturan!

Ey şehadetin büyük üstadı!

Bizim de bu karanlık ve ümidsiz gecemize bir şimşek çak! Bizim kurumuş, yarı ölü halimize bir damla kanını yay! Bizim bu soğuk ve donmuş kışımıza, o çöl kıyamındaki ateşinden bir kor bağışla! Ey aşıklarını "siyah ölümden" kurtarmak için "kırmızı ölümü" seçen! Sen, her damla kanınla halka hayat ve dirilik verirsin. Tarihi hareketlendirirsin. Çağın donuk, ölü bedenini ısıtırsın ve bu coşkuyla dirilik, aşk ve ünid saçarsın. İmanımızın, halkımızın, tarihimizin ve de zamanımızın bedeni; "sana ve senin kanına muhtaçtır."

ALİ ŞERİATİ

Ali Şeriati hakkında bilgilere ulaşabilmek içinTIKLAYIN