KURTARMADAN KURTULAMAYACAĞIMIZ, KURTULMADAN...

KURTARMADAN KURTULAMAYACAĞIMIZ, KURTULMADAN DA KURTARAMAYACAĞIMIZ İŞGAL ALTINDAKİ CÂMİLERİMİZ

Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!), ama irticâya amansız düşman rejimler, câmilerde bile dinin tümüyle hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.

İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardı. “Câmi”, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir câmi. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evidir. Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır.

Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında bugün câmi diye isimlendirilen ibâdet edilen yerler karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Secde yeri demek olan mescid, müslümanların cemaatle ibâdet ettikleri yer olduğu gibi, aynı zamanda, özellikle Rasûlullah devrinde, sosyal faâliyetlerin her çeşidinin odak noktası, çeşitli hizmetlerin görüldüğü ana merkezdir, üstür. Kavram olarak; içerisinde Allah’a ibâdet etmek üzere yapılan bütün yapılara verilen addır. Hicrî IV. Milâdî X. yüzyılın başlarından bu güne “câmi” kelimesi, mescid anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Türkiye’de 2016 yılında 75 bin 941 cami bulunuyor ve 1140 caminin de halen inşaatı devam ediyor. İl ve ilçelerdeki cami sayısı ise 21 bin 142. Her 353 kişiye bir cami düşüyor. Câmilerin kapasitesi 27 milyon kişi. 66.413'ü kadrolu, 76.445 din görevlisi bulunuyor.

Câminin Müslümanın Hayatındaki Yeri

Kâinattaki varlıkların hepsi, ister istemez Allah’a secde eder (13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49). Evren, tüm varlıklar için bir mesciddir. İnsanlardan bazıları da inanarak ve isteyerek secde eder. Kendi tercihiyle secde eden insana, sünnetullaha uymak zorunda olup secde eden kâinatı, tüm yeryüzünü Allah (c.c.) mescid yapmıştır. "Yeryüzü bana mescid kılındı..." (Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56)

                    

Mescidlerin süslenmesi, gösterişli olması önemli olmadığı gibi, doğru da değildir. Önemli olan, oralara temiz giyimli, takvâ ahlâkı üzere ve cemaat şuuruyla gidebilmek, mescidlerde dirilebilmektir. Günümüzde mescitlerin aşırı süslenmesi, buna rağmen cemaatin yeterli İslâmî şuura sahip olmaması, yani takvâ ziyneti ile süslenmemesi gerçekten acıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) mescidlerin süslenmesini hoş karşılamamaktadır (İbn Mâce, Mesâcid 2, hadis no: 739-741). Mescidler, takvâ üzerine kurulur ve insanlar orada arınmaya çalışırlarsa gerçek fonksiyonlarını yaparlar. Gösteriş ve övünme için veya Allah’ın rızâsı dışında başka bir gâye için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Hele hele müslümanların arasını açmak (nifak) için yapılan mescidler ‘dırar’ (zarar) mescididir (9/Tevbe, 107-108).

İslâm’ın hâkim olduğu yerlerde mescidler müslümanlar için birer merkez durumunda olur. Hem ibâdet yerleri, hem toplanma, hem de eğitim yerleridir. Mescidler günün her saatinde bu işlevlerini yapabilmelidir. Müslümanların hayatı ile mescid arasında sıkı bir bağ olmalıdır. Tabii, bunun için mescidlerin de tâğutlarla bağlarını koparıp sadece Allah’a ait olması gerekmektedir. “Mescidler Allah içindir, (oralarda) Allah’la beraber başka hiç kimseye duâ etmeyin, başka hiçbirine çağırmayın.” (72/Cinn, 18). Yüce Peygamber lisânıyla gönlü mescide bağlı olan gençler övülmüş, cemaatle namaz teşvik edilmiş, cemaatle kılınan namaz yirmi yedi derece üstün tutulmuştur. Orada yüksek sesle konuşmak, alışveriş yapmak doğru değildir. Ancak bu demek değildir ki oralarda sadece belli konuşmalar yapılır, müslümanların dünya işleriyle ilgili konuşulmaz. Şüphesiz müslümanların bir araya gelme yeri olan mescidlerde müslümanların sorunlarından konuşulmaksızın başka konularda söz açmak mümkün değildir. Dünya kelâmı konuşmadan, ibâdet de eksik olacaktır; âhirete ancak dünya kapısından geçilebileceği için, dünya kelâmının hayırlıları, hayırlı yerlerde daha çok konuşulacaktır.  

Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar, tutmalıdır. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince,  sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Bugün bazı ülkelerdeki mescidler, devlet kurumu gibi, resmî daire şeklinde işlev görmekte, oradaki tüm faâliyetler, tâğûtî rejimler tarafından ücretli köleler eliyle ve resmî kanunlarla belirlenen esaslarla yönlendirilmektedir. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Türklerin açtığı mescidler ya belli bir hizbin (grubun), yahut bir siyasî rejimin elindedir. Herkes elinde tuttuğu mescidi kendi anlayışının, kendi ideolojisinin propaganda yeri olarak kullanmakta bir sakınca görmüyor. “Falancıların mescidi, filancıların câmisi” deniyor. Hâlbuki Kur’an'a göre, mescidler sadece Allah'ındır, Allah içindir; orada sadece O'na çağrı yapılır (72/Cinn, 18).

        

Bize düşen görev; camileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan mescidleri kurtarmaya çalışmaktır. Devlet İslâm’ın hâkimiyetine girmeden camilerin de kurtulamayacağına göre; o zamana kadar alternatif mescidler edinmek, İslâmî çalışmalar yaptığımız mekânları mescid haline getirmektir.

"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!' diye vahyettik." (10/Yûnus, 87)

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.

İslâmî bir kurum olarak mescid, sadece ma'bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek "dâru'l-erkam" tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.     

Kur’an’da mescidlerin Allah için yapılan binalar olduğu vurgulanarak, kullanılışında da sadece Allah'a ibâdete tahsis edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Hıristiyanlar kiliselerinde, yahûdiler de havralarında Allah'a şirk koşup O’ndan başkasına da duâ edip yalvararak, başkasını imdada çağırarak mâbedlerini puthaneye çevirdikleri gibi, mü’minlerin de mescidlerde böyle yapmamaları kesin bir dille ihtar edilir: “Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını/başkasına çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” (72/Cinn, 18). Bu âyetteki “mescidler” kelimesi şu şekillerde tefsir edilmiştir: 1) Namaz kılmak için binâ edilmiş yerler, câmiler, 2) Namaz ve ibâdet yalnız câmilere ve belli yerlere hasredilmiş olmadığından, bütün yeryüzü, 3) Bütün mescidlerin kıblesi olduğundan, “Mescid-i Harâm”, 4) Secde ederken yere temas eden organlar. Dolayısıyla, Mescid-i Haram ve içinde namaz kılınan bütün câmi ve mescidler Allah’ın olduğu gibi, tüm yeryüzü mescidi de, insanların yaratıcısı önünde kulluk ve şükür simgesi olarak secde ettiği organları da Allah’ındır; Allah için ve Allah yolunda kullanılmalıdır.

Mescid inşâ etme, îmar, tamir ve koruma hakkının sadece mü’minlerin, imanını eylemleriyle isbat eden, namazı ikame edip zekâtını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan müttakî mü’minlerin hakkı olduğu, böyle şerefli bir görevi ancak böyle şerefli insanların yapabileceği Kur’an’da ifade edilir (9/Tevbe, 18). Allah'a şirk koşanların, şirklerini itiraf eden veya davranışlarıyla bunu kabullenenlerin Allah’ın mescidlerini imar ve inşâ etmeye, hakları ve yetkileri yoktur; onların pis ellerini ve haram paralarını böyle mübârek yere bulaştırmaları yakışık almaz ve buna izin verilmemelidir (9/Tevbe, 17). Bu iki âyet, aynı zamanda mescide taraftar olup olmamayı, imanla küfrü ayıran bir alâmet olarak gösteriyor şeklinde de değerlendirilebilir. Mescidin îmarı ile ilgili ifade, mescidlerin fizikî imarları gibi, aynı zamanda cemaate katılarak mânevî îmar ve hayatiyetine katkıda bulunmayı, bundan da önemlisi mescidler tâğutî yönetimlerin işgali altında ise onları sadece Allah’a tahsis etme gayretlerini bir iman ve takvâ alâmeti olarak görmemizi de gerektirir.

Allah’ın mescidlerinde ve yeryüzü mescidinde Allah’ın zikredilmesine, O’nun hatırlanıp hatırlatılmasına engel olanlardan, maddî ve mânevî yönden mescidleri harâb edenlerden daha büyük zâlim olmaz. En büyük zulüm, kişileri Allah’tan alıkoymaktır (2/Bakara, 114). Bâzı âlimler, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen tüm yerlerin mescid olduğunu, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...” (2/Bakara, 114) âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kime olabilir?” şeklinde açıklar (Lisânü’l-Arab, “scd” md.). Sadece Allah'a ibâdet edilmesi (1/Fâtiha, 5) gereken yeryüzü mescidinde Allah'a açıkça isyan edilmesi ve sadece Allah'a kulluk yapmak isteyenlere engeller çıkarılması, işkenceden daha büyük zulüm, insanın en doğal haklarına tecâvüzdür. Herhangi bir haramın mescidde yapılması daha büyük bir suç olduğu gibi, Allah’tan başkasına insanları yönlendirmek, namaz kılanları Kemalist düzene, İslam dışı ideolojilere davet etmek gibi imanla ilgili suçlar özellikle camilerde yapılınca suç ve cezasının büyüyeceği herkesin kabul edeceği bir husustur. Yine ketmetmek lanetlik bir suç olduğu gibi, tevhidin hakikati ve şirkin çirkinliği sosyal ve siyasal boyutlarıyla güncel örneklerle Allah’a ait olması gereken mescidlerde anlatılmayıp gizlenirse büyük bir zulüm, bunu yapan da kendisiyle başkalarının yarışamayacağı en büyük zâlimlerden olur.

                                                                                                                                           

Siz hiç cami kürsü ve minberinden tevhidin açılımını, şirkin ve putperestliğin güncel hayatla irtibat kurularak eleştirisini duydunuz mu? Heykellere saygı duruşun dindeki yerini anlatan bir cami görevlisine rastladınız mı? Devletin faiz gibi, içki gibi, kumar gibi zina gibi konulardaki tutumunu eleştiren, tâğut kavramını, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin hükmünü anlatan bir cami görevlisine rastladınız mı? Demokrasiyi, Kemalizmi, laikliği, devlet dinini eleştiren; Avrupa Birliğine katılmanın Hıristiyanları, hatta hıristiyandan da aşağı olanları yönetici kabul etmek anlamına geldiği için vebalini anlatan Diyanet görevlisi gördünüz mü? Çirkefçe Rasulullah’a saldıran karikatürleri ve onların arkasındaki zihniyeti deşifre edip suçlayan görevlilere şahit oldunuz mu? Etkili ve yetkili çevrelerin İslâm’a saldırmalarına karşı Diyanet’in sesini hiç çıkarmaması, üzerinde düşünülmesi gereken husustur. Bazı resmî ve yarı resmî kuruluşların, kimi yetkililerin ve bir kısım medyanın herhangi bir olayı bahane ederek İslâm’a topyekün savaş açmalarına üç maymunu oynaması, görmemeyi, duymamayı, söylememeyi tercih etmesi başka neyle izah edilebilir? “İrtica” denilerek İslâm’a ve müslümanlara olmadık iftiralar atan, Hak Dini karalayan ve onunla en çirkin yöntemlerle savaşan medya ve diğer kesime karşı, Diyânet, Hak Dini müdâfaa etme ihtiyacı bile hissetmemekte ve “dilsiz şeytan” rolünü üstlenmektedir.

Mescidlerin Gerçek İşlevlerine Engel Olanlar, En Büyük Zâlimlerdir

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." (2/Bakara, 114)

Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden men eden ve o mescidlerin maddeten ve mânen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescidlikten çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Böyle zâlimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır? Her şeyin hakkı, onun lâyık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey lâyık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah’a şirk koşmak, en büyük zulümdür. Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah denilmekten, Allah’ın hükümlerinin açıklanmasından men etmek ve oraların harap olmalarına çalışmak da hem Allah’ın, hem mescidlerin, hem de insanların hakkına son derece tecâvüz demektir. Mescidlerin maddeten veya mânen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapabilen zâlimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, tüm şerlere kapı açarlar.  

"Mescid" denilince cemaat halinde namaz kılınan yer anlaşıldığı gibi; hadis-i şerifte"Yeryüzü bana mescid kılındı" ifadesini de hatırlıyoruz. Yani, yeryüzünde Allah'ın adının anılmasını engelleyen, Allah'ın hükümlerinin uygulanmasını istemeyen, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkaran kişiden daha zâlim kimse yoktur anlamına da gelir âyet-i kerime.

Câmilerde, mânâsını anlamadan Allah'ın adını anmaya veya bir adı da zikir olan Kur'an'ı yüzünden okumaya kimsenin karışmadığını görüyoruz. Fakat, bunu bir de mânâsını anlayarak ve günlük hayattaki değerlendirmeleriyle söylenildiğinde, mesciddeki bu zikir karşısına "büyük zâlimler" çıkacaktır. İnsanın ibâdetlerine ve ibâdet niteliği taşıyan tüm çalışma, toplanma, eğitim, teşkilatlanma gibi alanlarda insanın dokunulmazlığına saldırı, büyük bir zulümdür. Yüce Allah, müslümanların bu zulme ve zâlimlere karşı kuvvet kullanmalarını istemiştir. Onların câmilere (ve câmi gibi ibâdet faâliyetinde bulunulan dernek, vakıf, kurs ve okullarına) korku ve endişe içinde girmeleri dışında girişlerini yasaklamıştır. Yani, onların güçlerini yok etmeyi, onları zayıf düşürmeyi, toplumda Allah'ın zikri karşısında hareket ederken endişe ile hareket edecek konuma düşürülmelerini istemiştir. Artık orada onlardan biri câmiye (ve câmi gibi müslümanların özel kurumlarına) girdiğinde korku içinde ve ürperti içinde girebilmelidir. Sonra, Yüce Allah onlara hem dünyada, hem de âhirette rezil olacaklarını bildirmekte ve onları böylece tehdit etmektedir. Zira hem dünya ve hem âhiretin tüm gücü Allah'ındır. İzzet ve şeref, Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Zâlim ve azgın tasarrufları sebebiyle onların dünyada zillete, horlanmışlığa ve zaafa mâruz kalacaklarını, âhirette ise zâlimler için hazırlanan dehşetli azâba çarptırılacaklarını haber vermiştir.  

Ne şekilde olursa olsun, mescidlerde Allah’ın adının anılmasını, dininin tüm kapsamıyla anlatılmasını önleyen ve mescidlerin tüm fonksiyonlarını yerine getirmesine engel olandan daha zâlim kimse yoktur.

“...Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur)...” Yani, “ibâdet yerleri böyle günahkâr kimselerin elinde olmamalıdır; aksine, Allah’tan korkanların yönetiminde olmalıdır. Müslümanların kontrolünde, Allah’ın dininin topluca ikamesi için hareket merkezi olan mescid, müslümanların kontrolünden çıktığı zaman müslümanlar için en büyük tehlikelerden biri olacaktır. Çünkü mescid, müslümanların buluştukları, dertleştikleri, yardımlaştıkları, kendi meseleleri ile ilgili kararlar aldıkları, kâfirlere karşı stateji belirledikleri bir sığınak, bir kale,  İslâm devletinin bir yönetim yeridir. Allah’la beraber oldukları, Allah’ın emirlerine imza attıkları bir yerdir. Câmilerin birçok fonksiyonu yanında, en önemli ve olmazsa olmaz özelliği müslümanların kontrolünde olmasıdır. Câminin müslümanların kontrolünde olması demek, orada müslümanların sadece namaz kılmaları demek değildir. Câmide okunan hutbenin sadece Allah’ın hâkimiyetini tescil yönünde okunması, Allah düşmanlarına karşı alınması gereken tavrın takınılması, müslümanlar üzerindeki oyunların bozulması ve daha önemlisi, Allah’ın dinine gerçekten inanan, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan, tâğûtî rejimi kuvvetlendirmek için insanlara telkinde bulunmayan, zâlimlere tavır alınması gerektiğini gösteren samimi müslümanlar tarafından idare edilmesidir. Mescidin gerçek anlamda işlev üstlenmesi için, kuruluşunun Allah rızâsı ve takvâ üzere olması ve arınmayı biricik gâye edinen insanların orada toplanması gerekmektedir (9/Tevbe, 108).

Yeryüzü Mescidi

Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü'min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir. "Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar." (Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84)

Allah, gerçekten iman edip sâlih amellerde bulunan mü'minleri, şirkten uzak kalmaları şartıyla yeryüzünde iktidar sahibi yapacağını vaad etmiştir (24/Nûr, 55). Bu vasıftaki mü'minler, yeryüzünün vârisleridir. Allah, onlardan yeryüzünü mescid edinerek kendilerine verilen miraslarına sahip çıkmalarını istemektedir (28/Kasas, 5-6). O yüzden mü'minler yeryüzü mescidindeki her çeşit şirk ve küfür ögelerine tavır almalı, bütün yeryüzünden fitneyi kaldırmak için her çeşit yolla savaş vermeli (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39), Allah'ın hâkimiyetinin tüm yeryüzü mescidinde geçerli olması için tüm imkânlarıyla gayret etmelidir. Mü'minler, hem çevrelerindeki "mescid" adındaki mâbedlerine sahip çıkmalı ve hem de tüm yeryüzü mescidine "mescid" özellikleri kazandırarak sahip çıkmalı, mescidlerdeki putları devirmelidir. Birer pislik (9/Tevbe, 28) olan müşrikler yeryüzü mescidini işgal ettiklerinden, tüm putlar ve putçulardan, tâğut ve zâlimlerden mescidlerimizi kurtarmadığımız sürece köleliğimiz devam edecektir. En kutsal yerlerini müşriklere teslim eden kimselerin kafalarının ve gönüllerinin de hür olduğu, evlerinde ve işyerlerinde, sokaklarında ve caddelerinde özgürce İslâm'ı yaşayabilecekleri düşünülemez. Hayatın ibâdet haline gelebilmesi için, ortamın mescid halinde olması lâzımdır. Mescidlerin de insanı kurtarması için takvâ mescidi olması ve dırar mescidine en küçük çapta benzememesi gerekiyor.   

Câmilerimizin Yeniden İhyâsı

Câmilerimizin dışı kâfirleri, içi şuurlu mü’minleri yakıyor. Mü’minlerin problemlerini halledecek mekânın, çağımızdaki şuursuz mü’minlerin sebep veya en azından seyirci olduğu problemler saymakla bitmiyor. İmamların maaşlarının kaynağı ve veriliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu. Yani, ne laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyordu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar (9/Tevbe, 17-18) tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere (câmi bahçesine yapılan binalara) de el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.

Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, diğerleri de devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır.

Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve hatta kendi dinleri olan laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların çok yemesi, halkın eline bakması, halka kendini borçlu hissedeceği için onları eleştirip münkerlerini hiç nehyedemeyeceği...

Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.

Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.  

Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da "bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.   

İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır (Dırar mescidi midir), tartışılmalı ama, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.  

“Câmiler Kiliseye, İmamlar da Papaza Benzetildi!”

Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da -hâşâ- Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.

Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği, ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler mangası!

Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.

Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim süreci içinde bulunmaktadır.

Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle, müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye, câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına, kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile, bu dejenerasyona teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.

İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto kontrol mekanizması var.

İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları Meslek liseleri değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.” Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu; ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar. Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam iki yüzlü bir politika. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını? Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. Ama, olmadı... Tutmadı.

Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler. Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler, olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.

Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından, yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın evinde ve O’nun önünde namaz öncesi,  sonrası okuyup açıklamalıdır. Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen bir insan.

Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü, haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz. Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür, görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız; ittifak etmişsek birlikte, ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes Allah'a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.

İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar. Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla sorumluluğa dönüştürme mekânıdır.” (Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Y. s. 33-35, 48-49)   

Câmilerin Bağlı Olduğu Kurum: Diyanet

Câmiler Diyanet’e bağlıdır, Diyanet de Başbakanlığa. “Başbakanlık da Kur’an’a bağlıdır” diyen çıkmaz herhalde. O da tâğutî bir kurumdur. Camiler bu yönüyle devlet dairesidir, cami görevlileri de devlet memuru. Dinin devleti olmayınca, devletin dini herkesi kuşatacaktır. Câmiye de kendi tayin ettiği ve maaşlarını verdiği devlet sahip çıkacak, dinle ve dolayısıyla hayatla ilgili bütün görüşleri yönlendirmeye çalışacaktır. Cami görevlilerinin maaşları vergi rekortmenliği ile meşhur Manukyan’ların, bankaların, iddiaların da gelirinin toplandığı havuzdan veriliyor. Bir taraftan paranın temizliğini düşünürken, diğer taraftan laik devletin bütçesinden ödenen aylıklarla, devlet kendinden maaş alanların kendisine hesap sorma yolunu da kapatmaya çalıştı. Bu durumda din, artık devletin elinde oyuncak haline gelmiş oluyordu. Bakın camilerle nasıl oynandığına bir misal vereyim. Devlet, sadece meclisten ve başbakanlıktan yönetilmiyor. Hâlâ askerlerin yönetimde büyük bir yetkisi sözkonusu. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce Kütahya’da Hava Er Eğitim Tugayından bir general nasılsa bir camiye giriyor. Orayı teftiş etme yetkisini kendisinde görüyor. Ne de olsa devleti temsil ettiğini düşündüğünden, câmilere müdahale etme hakkını kendinde görerek, asker kafasıyla bir eksik görüyor. Türk bayrağı yok camide. (Aslında askerlerin bayraktan da önemli gördüğü heykel de yok, ama onu şimdilik emretmeyi uygun görmemiş.) Hemen yanında hazırolda bekleyen müftüye emir veriyor. “Kütahya il ve ilçelerindeki, mahalle ve köylerdeki tüm camilerin minberine kocaman bayrak asılacak ve devamlı asılı duracak.” Müftüye de: “Emredersiniz, derhal!” demek düşüyor ve o gün bugün yaklaşık yirmi senedir Kütahya’da bulunan 1190 caminin tümünde, minberlerde bayrak, oranın devlet dairesi olduğunu haykırıyor. Minberdeki bayrak T.C.yi, temsil ediyor, minberdeki hatip gibi.  

Müslümanların yaşadığı işgal edilmiş bütün İslâm topraklarında, devletin kontrolünde olan bir Diyânet teşkilâtı vardır. Diyânet kurumu, devletin dini kendi emelleri için kullanması için oluşturulmuş bir kurumdur. Camilerin özgür olduğundan bahsetmek, hapishanelerde her insanın her istediğini yaptığını iddia etmektir. İslâm’ın, sosyal ve siyasal hayatı hayra doğru değiştirip dönüştürmesinin önünde en büyük engellerden biri, resmî/laik İslamizasyon anlayışları ve bu işlevi gören kurumlar, en başta da Diyanet kuruluşlarıdır. Diyanet teşkilâtları, işgal altındaki bütün İslâm dünyasında büyük bir kambur, ayak bağı ve pranga durumundadır. İslâm dışı düzenler açısından ise, bir koltuk değneği, bir emniyet sibobu, bir drenaj kanalıdır.

Diyânet teşkilâtı, Türkiye’de 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün isteğiyle meclisin kabul ettiği 429 sayılı kanunla kuruldu. Bu tarihten itibaren tekke ve zâviyeler kapatıldı. Câmilerin bazısına kilit vuruldu. Bütün bu yerler çok değişik maksatlar için kullanıldı. Bir kısmı depo, ambar, işyeri olarak kullanılmaya başlandı. Bazı câmi, medrese ve vakfiyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında torpilli bazı azınlıklara satıldı. 15 Kasım 1935 tarihinde çıkarılan bir kanunla eskiden câmi olarak kullanılan kiliseler, tekrar kiliseye çevrildi. Bunun yanında, 3 Şubat 1932’de “ezan”ın Türkçeleştirilmesi kanunlaştırılarak Arapça aslıyla okunması yasaklandı.

Diyanetin kuruluş amacı, tamamıyla devletin hizmetinde olan, devletin istediği şekilde bir din oluşturma için kurulmuş bir teşkilât olmasıdır.  Devlet, kendi içerisinde kendi aleyhine oluşacak bir güç olgusuna şiddetle karşı olduğundan, din ile devletin birbirinden tamamen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Aynı zamanda dine ve vicdana saygılı olduklarını söylemeyi de ihmal etmediler. Yetkili ve etkili güçler, halkın tepkisini çekmemek için dinsiz olmadıklarını söylediler. Bunun için de dini kontrol altına alan bir teşkilât kurmaları gerekiyordu.

Resmî ideolojinin kontrolünde ve onun prensiplerine göre çalışan her kurum, bağlı olduğu devletin değerlerine hizmet etmek zorundadır. Bu anlamda müslümanların Diyanet’ten bir beklentileri olamaz. Çünkü böylesi bir kuruluştan beklenti içinde olmak abesle uğraşmak olur. Aksine, bu kurum hem İslâm’ın anlaşılmasına, hem de müslümanların ciddi çalışmalarına engel teşkil etmektedir. Bu kurumun kitleler üzerindeki tesiri düşünülürse bu sözümüz daha iyi anlaşılır. Câhil insanlar Diyanet’i, Dini muhâfaza eden kurum olarak gördüklerinden farklı kurum ve kuruluşlara şüpheyle bakmaktadırlar.

Câmi görevlilerinin büyük çoğunluğu Diyanet’in esaslarına uygun bir kafa yapısına sahip olduklarından, kendilerine dikte ettirilen devlet dinini anlatmaktan (bazı istisnâlar hâriç) herhangi bir rahatsızlık duymamaktalar. Ancak, zaman zaman hasbel-kader oralarda şu veya bu sebeple görev almış tevhid eri müslümanlar bulunabilmektedir. Bunlar da kendilerine dayatılmak istenen İslâm’a ters hutbe ve vaazları okumadıkları ve İslâm’ın sosyal ve siyasal yönünü esas alan hutbeler irad ettikleri için soruşturma geçirmekte, bazen de görevlerinden uzaklaştırılmaktadır.

Diyanet, bütün câmileri kendi kontrolünde tuttuğundan, dolayısıyla bu yerlere devletin hâkim olmasından ötürü, zaman zaman resmiyete uygun yapılmayan bazı icraatların, hutbe ve vaaz verenlerin, yetkililer tarafından cezalandırılmasını yadırgamamak lâzım. Hutbelerin kalitesi; çiçeklerden, böceklerden, veremden, ormandan bahsetmekle ölçülmekte. Hatta bazen verginin faydalarından, kalkınmak için verginin kutsallığından bahsedilmektedir. Çünkü Diyanette, her şeyin Allah için yapılmasından önce, her şeyin devlet için yapılması önceliklidir. Tabii bu kurumun içinde yine de insaflı ve samimi insanların, dinini devlete/maaşa/az bir bedele satmayan müslümanların bulunduğu da bir gerçek. Fakat kargaların sesleri/gürültüleri bülbülleri bastırmaktadır.

Hutbe Konuları

Spor, milli bayramlar, ağaç yetiştirme, veremle savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu durumlarda hangi konu gerekiyorsa... Ve lânetlik suçun bazı câmilerde işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı karıştırmak; yani dilsiz şeytanlık.

Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit: 1973'te basılan, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından "Hutbeler" adlı kitaptaki hutbe konularından bazıları şunlar: "Hâkimiyet Milletindir", "Hürriyet ve Adâlet Sevgisi", "Yurt Sevgisi ve Vatana Bağlılık", "Vatan Sevgisi", "Askerlik Sevgisi", "Dinimiz Kaçakçılığın Her Çeşidini Yasaklamıştır", "Millî ve Dinî An'anelerimize Bağlı Kalalım", "Ormanların Korunması ve Ağaç Yetiştirilmesi", "Dinimizin Zenaat ve Tekniğe Verdiği Önem".

Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, 1981 yılında basılan ve kapağında "Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılı Dolayısıyla" diye not düşülmüş, câmilerde İmam-Hatiplik yapanlara hutbe olarak yararlanmaları için hazırlanan "İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler" adlı kitaptan birkaç konu/hutbe başlığını sayalım: "Yurtta ve Cihanda Sulh", "Türk Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bir Bütündür", "Türklük ve Müslümanlık", "Çalışmak Bir İbâdettir", "Vatan ve Millet Sevgisi", "Askerlik ve Yurt Savunması", "Cumhuriyet Fazilettir", "Milli Hâkimiyet Bayramı", "Çanakkale Zaferi", "30 Ağustos Zaferi", "Vergi Vermek Çok Önemli Bir Vatandaşlık Görevidir", "Ağaç ve Orman Sevgisi", "Yerli Malı Kullanalım", "Kaçakçılık ve Karaborsacılık", "Anarşi, Terör ve Bozgunculuk", "Turizmin Önemi".    

İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz? Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Hâlbuki; “Minâreler süngü, kubbeler miğfer; / Câmiler kışla, mü’minler asker!”  olmalı.

Medine İslâm devleti ile başlayan mescid/câmi, cemaatleşme ve devletleşmede önemli roller üstlenmiştir. Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile, halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve seviyesini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. İslâm’ı sosyal ve siyasal hayata hâkim kılma mücâdelesinde, İslâmî değişim ve dönüşüm projesi için mesajımızı camidekilere ulaştıramıyorsak, bunun suçlusu olarak cemaati itham etmekten önce, câmileri devlet dairesi haline getiren düzenin sorgulanması gerekmektedir. Câmiler gibi büyük imkânı kullanmadan İslâmî hareketin halka benimsetilmesi ve köklü değişikliğin başarılı olması çok zordur. Devletin İslâmî değişim ve dönüşüme ulaşması için önce camilerin kurtarılması gerekmektedir. Devlet de Allah’ın hükmüyle yönetilmeden câmileri elinden bırakmayacaktır. Bu kısır döngüyü kırmak için; o güzel günlerin geleceği zamana kadar alternatif mescidler edinmek, İslâmî çalışmalar yaptığımız mekânları mescid haline getirmek zorundayız.

Câminin bizi diriltmesi için önce câmilerin dirilmesi gerekiyor. Camilerin dirilmesi için de onun ruhunu katleden büyük katil rejimle hesaplaşmamız icap ediyor. Mescid-i Aksâ’yı işgalden kurtarmaya niyetlenen Müslüman, önce mahallendeki camiyi kurtarman gerektiğini niye unutuyorsun? Mahallesindeki mescidini görünür ve görünmez işgallerden kurtaramayan, Mescid-i Aksâ’yı nasıl kurtaracak? Orada işgalci İsrail varsa, burada da onun uzantısı rejim var. Allah, Beyt-i Haram (olan) Kabe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı…” (5/Mâide, 97) Aksâ ve Haram Mescidlerimizi yeniden kıyâm merkezi yapmak için;  Yeryüzü mescidini şirkten arındırmak için, mahallelerimizdeki câmilerimizi devletin işgalinden kurtulmak için, haydi câmiye diyebilmek için, haydi cihada! “Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara (Kur'an'la) büyük cihadı gerçekleştir.” (25/Furkan, 52)   

vuslatdergisi

Bu yazı toplam 3484 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar