Kur’an’ın Vahiy Oluşunun Delilleri
Merhum Ebûl-Alâ el-Mevdûdi, bu eseri ömrünün son günlerinde kaleme aldı. Bu eser, başlangıcından bu yana süre gelen küfre karşı Tevhid mücadelesinin hurafelerinden arınmış olarak derinliğine anlatımıdır.
Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlik mertebesine erişmeden önceki kırk yıllık yaşantısında bilgisini ve kültürünü arttıracak fevkalâde herhangi bir öğrenim ve eğitimden geçmemişti. Hatta okuması, yazması bile yoktu. Fakat gördüğümüz gibi, peygamber olur olmaz dili açılıyor, derya gibi konuşmaya başlıyor. Peygamberlik iddiasında bulunmadan önce kimse O'nun, derin bilgi ve kültür isteyen konularla ilgilendiğini, veya bu konularla ilgili görüşler ileri sürdüğünü görmemişti. Fakat birbiri ardından gelen Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerinde bu konular alabildiğine tartışılıyor. Halbuki Peygamberlikten önceki kırk yılda, en yakın arkadaşı ve akrabaları bile, kırkıncı yılda birden bire başlattığı o muazzam İslâm Daveti'ne ipucu olarak kendisinden ne herhangi bir söz dinlemiş, ne hareket görmüşlerdi. Bu demektir ki Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'in kafasında doğan değil, hariçten kalbine inen bir ilâhi ışıktır. Meselâ şu ayete bakalım:
"Mûsâ'ya o işi yaptığımız (yâni kendisine bildirmek islediğimiz işi ona vahyettiğimiz) vakit sen (Mukaddes Vadinin) batı tarafında değildin, o (hâdiseyi) görenlerden de değildin."
"Fakat biz (Musa'dan sonra) birçok nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zamanlar geçti (vahiylerimiz tahriflere uğradı. İste insanları doğru dine çağırman için sana bunları vahyettik. Bunlar tamamen senin bilmediğin, vukuuna şahid olmadığın gayb haberleridir). Sen Medyen halkı arasında oturup da âyetlerimizi onlardan oku(yarak öğren)miyordun. Fakat (onları sana) gönderen biziz."
"(Mûsâ'ya) seslendiğimiz zaman sen Tûr'un yanında değildin. Fakat Rabbi'nden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik) ki senden önce kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar."(Kasas; 44-46)
Bu üç husus, Hazreti Muhammed (a.s.)in peygamberliğini ispatlamak için anlatılmıştır. Bu olayların anlatıldığı zamana ve ortama dikkat edilmelidir. Zira tam o sırada Mekke'nin bütün ileri gelenleri, özellikle kabile reisleri ve diğer kâfirler her ne pahasına olursa olsun Hz. Peygam- ber'in Allah'ın Rasûlü olmadığını, hâşâ yalancı olduğunu ispatlamaya yeltenmişlerdi. Onlara yardım etmek için Hicaz'ın bütün Yahudi âlim ve Hıristiyan papazları da seferber olmuşlardı. Hz. Muhammed (a.s.) başka bir dünyadan gelip Arap'lara Kur'ân-ı Kerim'den ayetler okuyan biri değildi. Aksine Mekke'nin yerlisi olup hayalının hiçbir yanı vatandaşları ve kabile üyelerinden saklı değildi. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Muhammed (a.s.)in Nübüvvet'inin delili olarak bu üç olay anlatılınca o dönemin Mekke'sinde, Hicaz'ında ve tüm Arabistan'ında kimse çıkıp da bugünün şarkiyatçılarının (oryantalistlerinin) yaptıkları gibi küstahça iddialarda bulunmadı. O dönemin Yahudi, Hıristiyan ve kâfirleri de yalan dolan şeyleri söylemekte kimseden geri kalmazlardı. Ama bir an bile ömrü olmayacağı belli olan bir yalanı nasıl söyleyebilirlerdi? Onlarda "ey Muhammed, sen bu bilgileri falanca Yahudi veya Hıristiyan rahiplerden toplamışsın" diyecek ne yüz vardı ne cesaret. Çünkü bu hususta ileri sürebilecekleri herhangi bir delil yoktu. Hz. Muhammed (a.s.)'in hangi rahip ve din adamıyla görüştüğünü iddia edebilirdi ki? Zira hangi rahip ve din adamının ismini verseler, onların Hz. Peygamber ile hiç karşılaşmadıkları ortaya çıkmış olurdu. Bugünkü oryantalistler ve sözde bilim adamlarının aklına şaşarım. Bunlar ne cesaretle, Hz. Peygamber'in, geçmişin tarih, coğrafya, edebiyat ve diğer sosyal bilimleri hakkında geniş bir bilgiye sahip olduğunu iddia edebiliyorlar. Sanki Hz. Peygamber'de (a.s.) bu konularda geniş bir kitaplık varmış. Oysa, hepimiz biliyoruz ki; kitaplık şöyle dursun, Rasûl-ü Ekrem'de en ufak bir not kâğıdı bile yoktu. Mekke'de yediden yetmişe herkes Hz. Muhammed (a.s.)'in okuma yazması olmadığını pekâlâ biliyor- du. Kendisinin herhangi bir mütercimin yardımıyla İbranice, Süryanice ve Elence kitaplardan istifade ettiği de öne sürülemez. Ayrıca o devrin Mekkeli veya Hicazlısından hiçbiri, Hz. Muhammed (a.s.)'in Şam ve Filistin'e yaptığı ticari yolculuklar sırasında bu tür bilgiler edindiğini de iddia ede- mezdi. Çünkü ticarî yolculuklar tek başına yapılmaz, genellikle kafileler halinde olurdu. Her seferinde Mekke'nin tüccarları kafile halinde Rasûlullah (a.s.)'ın yanında bulunurlardı. O'nun için, o sıralarda biri çıkıp Hz. Muhammed (a.s.)'in Yahudi ve Hıristiyan din adamlarından malûmat aldığını söyleseydi, yüzlerce yol arkadaşı kendisini hemen yalanlayacaktı. Sonra, Rasûlullah (a.s.)'ın ebediyete intikalinden sadece iki sene sonra müslümanlar Bizanslı ve Romalılarla savaşa başlamışlardı. Şayet Hz. Muhammed (a.s.) lâf olsun diye Şam veya Filistin'de herhangi bir Hıristiyan rahip veya Yahudi rahibiyle dini münakaşa yapmış olsaydı, Hıristiyanlar ve gayrimüslim olanlar hiçbir zaman bu olayı kendi propagandaları için kullanmayı ihmal etmezlerdi. Onlar, Hz. Muhammed (a.s.)'in her şeyi hâşâ yurtdışında öğrenip,Arabistan'a döndükten sonra kendi peygamberliğini ilân ettiğini söylemekten kaçınmazlardı. Kısacası, Kur'ân-ı Ke- rim'in mesajının Kureyşli kâfir ve müşrikler için bir ölüm fermanı manasını taşıdığı bir çağda, bu ilâhî kitabı yalanlama gereğini bugünkü oryantalistlerden herhalde çok daha fazla duyuyorlardı. Fakat bulun çabalarına rağmen hiçbir kişi veya grup o sıralarda Rasûlullah'ın bilgi kaynağının Allah'ın vahyinden başka bir şey olduğunu kanıtlayacak en ufak bir şey bulamadı. Bu gösteriyor ki Peygamber Efendimiz'e gelen vahiy gerçekten Allah'ın kelâmıydı. Şu nokta da unutulmamalıdır ki, Kur'ân-ı Kerim çeşitli yerlerde çeşitli peygamber kuşaklarından söz ederken, Hz. Muhammed (a.s.)ın bilgi kaynağının sadece ve sadece ilâhî vahiy olduğunu belirtmiştir. Meselâ Hz. Zekeriya (a.s.) ile Hz. Meryem (a.s.)'in kıssalarına bakalım:
Bunlar gaipten haberlerdir, bunları Biz size vahiy ilk gönderiyoruz. Meryem'in kefaletinin kime ait olacağına karar vermek üzere kalemlerini attıkları sırada sen orada yoktun. Sen, kavga ettikleri sırada da yoklun."(Al-i İmran; 44)
Hz. Yusuf'un kıssası anlatıldıktan sonra şöyle buyurulmuştur:
"Bunlar gaipten haberlerdir, bunları Biz size vahiy olarak gönderiyoruz. Sen (Yusufun kardeşlerinin) yanlarında ve etraflarında yoktun. Onlar o sıra alacakları tedbirde anlaşmışlardı ve oyunlarını oynamaya hazırlanıyorlardı."(Yusuf; 102)
Aynı şekilde Hz. Nuh'un hikâyesi uzun uzun anlatıldıktan sonra şöyle denilmiştir:
"Bunlar gaipten haberlerdir, ki biz size vahiy şeklinde gönderiyoruz. Sen ve senin ümmetin bundan önce bunları hiç bilmezdiniz."(Hûd; 49)
Bu olaylar ve kıssaların tekrar tekrar anlatılması ve Kur'an-ı Kerim'in Allah'tan gelen bir kitap olması ve Hz. Muhammed (a.s.)'in Allah'ın Resûl'ü olmasının, Kitâbullah'da deliller ile beyan edilmesinin amacı, binlerce yıl önce meydana gelen tarihi olayları bütün ayrıntılarıyla anlatan ümmi (okuma, yazma bilmeyen) bir peygamberin bilgi kaynağının vahiyden başka bir şey olmadığını göstermektir. Aslında, Hz. Peygamber'e, yaşadığı devirde giderek daha büyük sayıda insanların inanmaya başlamaları ve İslâm'a katılmalarının bir sebebi de, bu insanların, O'nun Allah'ın Nebisi olduğuna ve kendisine Vahy’in geldiğine inanmalarıydı. Bu bakımdan, herkes, İslâm hareketinin emekleme devresinde bu davayı yalanlamanın ne kadar önemli olduğunu kolayca anlayabilir. Aynı sebepten dolayı, İslâm'ın muhaliflerinin bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmadıklarını da söyleyebiliriz. Yani davada herhangi bir eksiklik ve zaaf olsaydı, o devrin kâfirlerinin bunu ispatlamaları hiç de zor olmayacaktı.
Not: Yukarıdaki pasaj değerli âlim Seyyid Ebu Ala el Mevdudi'nin TARİH BOYU TEVHİD MÜCADELESİ VE HZ. PEYGAMBERİN HAYATI isimli eserinden iktibas edilmiştir
Kaynak: