İslam Tarihinin Aşamaları

İslam Tarihinin Aşamaları

Düşünüşte devrim, ahlakta devrim, uygarlıkta devrim, ilişkilerde devrim...

İSLAM TARİHİ’NİN AŞAMALARI / Mevdudi

 

Müslümanların İslam’a karşı tavırlarını veya İslam’a doğru, yol alışlarını günümüzde İslam’ın onların pratkik yaşayışlarındaki etkinliğinin boyutlarını anlayabilmek için; “Günümüzde İslam’a” ele almadan “Geçmişteki İslam’a” hızlıca bir göz atmamız gerekmektedir.Çünkü bugün içinde bulunduğumuz durum, dünkü durumumuzun bir sonucudur. Gelecekteki durumumuz da buugün yaptıklarımızın ve ekmekte olduklarımızın bir sonucu olacaktır. Bu mantığın bir gereği olarak; günümüzün müslümanların durumunu inceden inceye bilmek istediğimiz taktirde, geçmiş dönemlerde müslümanların İslma’a karşı nasıl bir tavır ve tutum takındıklarını bilmemiz, kaçınılmaz bir durum olmaktadır. Aynı zamanda bununla günümüzün tavrını belirleyen tarihi çekirdekleri tanımak imkanını elde edeceğimiz gibi, bu incelemek sonucunda gelecekte müslümanların tavırlarını belirleyecek ana çizgileri de ortaya koyabileceğiz. İşte bu bakış açısından hareketle tarihimizi enine boyuna inceleyecek ve sahifelerini karıştıracak olursak, İslam Ümmeti’nin üç aşamadan geçmiş olduğunu ve bugün dördüncü aşamada bulunduğunu göreceğiz.

 

 

İSLAM TARİHİ’NİN BİRİNCİ VE ÖRNEK AŞAMASI

 

 

İslam’ın Yola Koyulması

 

 

Tarihimizin ilk aşaması, Yüce Allah’ın Mekke halkından birisini Peygamber olarak görevlendirmesi ve böylelikle İslam güneşi’nin doğmasıyla başlamıştır. Allah O’na, hayatının binasını Tevhid, ahirete iman ve ilahi risalete uymak esasları üzerinde yükseltmeyi emr etmişti. Bu yüce ve büyük insan da Mekke-i Mükerreme’de aralıksız olarak onüç yıl süreyle Allah’ın kullarına çağrısını sundu. O, çağrısını yalnızca diliyle sunmakla yetinmiyordu. Bilakis onun çağrısı, kişisel yaşayışında da varlığını gösteriyordu. Onun tüm davranışları ve sosyal yaşayıştaki tüm tavırları İslam’ın istediği örnek insan tipini, İslam’ın ortaya koyduğu yüce ahlakı, İslam’ın öngöndüğü yaşıyışı, Allah’ı rab, İslam’ı da din olarak kabul eden herkesin dünya hayatında izlemesi gereken yolu ortaya koymakta idi. Rasulullah (s.a.v.) , insanlığı çağırdığı her şeyi, pratik yaşayışla elle tutulur ve gözle görülür canlı bir olay olarak ortaya koyuyordu.

 

O’nun çağrısını dilinden işitip pratik hayatında da bir gerçek olarak gören ve onun davasına iman eden bir grup insan da, görevini yerine getirmekte Rasulullah (s.a.v.) a destek olmuşlar, bu uğurda herşeyi bir kenara bırıkıp büyük bir anlayış, dikkat ve titizlikle onunla birlikte çalışmışlardır. O yüce peygamberin çağrısına hiç bir kimse, bu çağrının gerçeğini ve gereklerini iyice bellemeden, bilgisizce ve körükörüne kabul etmemişti. Bilakis onun çağrısını kabul eden herkes, bu çağrının yüceliğini, sorumluluğunun büyüklüğünü iyice biliyor ve bunun sonucunda O’na bağlanıyordu. Hiç zaman kaybetmeden de bu çağrının kendisinden istediği şekilde hayatını yönlendiriyordu. Onüç yıllık bir süreyi bulan bu dönemde, Allah’ın Dini’ne giren bu kimselerin her birinin hayatında oldukça parlak bir devrim meydana gelmişti. İşte İslam, tüm insanlığın hayatında bu devrimi gerçekleştirmek amacındaydı. Fakat durum, onların hayatında devrim yapmakla kalmadı. Bilakis büyük bir istekle mücadeleye atıldılar. İslam’ın ilerlemesi ve tüm insanlığı hayır ve bereketleriyle mutlu kılabilmesi için kendilerine ayakbağı olan iç ve dış tüm güç herşeyleriyle karşı koydular. Onların her zaman için, inandıkları ilkeler uğruna her türlü zarara huzurlu kalpleriyle ve gönül hoşluğuyla göğüs gerdiler. Çünkü onlara göre dünya hayatının en büyük ve en yüce değeri, İslam ile elde ettikleri inançlarıydı. Bu nedenle herşeye rağmen ondan vazgeçmeyi asla kabul ettiler, dünyadaki her şeyi onun uğrunda feda etmeye hazırlandılar. Hatta bunun da ötesinde imanları nedeniyle onların içerisinde doğan bu duygu, inandıkları dini dünyaya egemen ve onu önder kılmak için olanca güçleriyle çalışmaya itti. Herhangi bir batıl görüşün kendilerine galip gelmesi ihtimalini doğurabilecek herşeyi ortadan kaldırmaya kesinlikle karar verdiler. İsterse bu uğurda canlarını ve en değerli varlıklarını feda etmek gereği ortaya çıksın...

 

 

İslam Devleti’nin Kuruluşu

 

 

Bu şekilde Rasulullah’ın onüç yıl süreyle Rabbani Eğitimden geçirdiği davalarına ölesiye bağlı olan bu küçücük mücahidler grubu, Rasulullah ile birlikte Mekke-i Mükerreme’den Yesrib’e (Medine’i Münevvere’ye)hicret ettiler. Orada, alanı itibariyle oldukça küçük bir devlet kurdular. Bu yeni devletin alanı günümüz köylerinden daha geniş değildi. Burada yaşayan sakinlerin toplamı, altıbin ya da yedibin kişiden fazla değildi. İşte bu küçücük kasabada, tüm Arap Yarımada’sında meydan okuyan bir devlet kuruldu. Bu konuda insanı hayrete düşüren ve aklın alamıyacağı konu, uçsuz bucaksız Arap Yarımadası’nın savaşın bir tarafında, yeni kurulmakta olan bu küçücük devletin de karşı tarafta yer almasıyla. Bununla birlikte Nebi (s.a.v.), eşsiz bir insan toplumu oluşturmaya girişti. Bu toplum, o dönemlerin cahili toplumundan tümüyle farklı idi. Birkaç yıl içerisinde yüce bir uygarlık örneği olan bu toplumu, Arap Dünyası’na arzetti ve dileyen herkesin bunu yakından tanımasına ve İslam’ın insanlığı dökmek istediği uygarlık kalıbını gözleriyle görmesine, onlara kazandırmayı amaçladığı ahlakın özünü açıkça anlamalarına imkan verilmiş oldu. İslam’ın çıkardığı adalet, bu devlette pratik olarak uygulamaya konuldu. İslam’ın ortaya koymak istediği seçkin toplum fiilen gerçekleştirildi, elle tutulur gözle görülür bir hale getirildi. İslam’ın ekonomik hayatta gerçekleştirmeyi amaçladığı reformlar, fiili olarak uygulamaya konuldu... Böylelikle İslam’ın kendisine davet ettiği ve insanlardan uygulanmasını istediği herşeyi, yüce Peygamber (s.a.v.) varlık alemine çıkardı, hayatın pratiğinde şekillendirdi. Ta ki insanları İslam’a imanları, onun dilinden işittiklerine dayalı olmakla kalmayıp “İslam’ın ne olduğunu, onun hayırlı sonuçlarını, onu uygulamanın yolunu ve canlı bir vakıa haline nasıl getirilebileceğini gözleriyle görüp anlayabilsinler...

 

İnsanlık tarihinin en parlak mucizelerinden biri de, Arap Yarımadası’nın kasabalarının birinde kurulan, alanı birkaç kilometre kareden, halkı da birkaç bin kişiden ibaret olan bu devletin, yalnızca sekiz yıl gibi kısa bir sürede tüm Arap Yarımadası’na Allah’ın hakimiyetini yayabilmek başarısını gösterebilmiş olmasıdır. Kısa sürede bu küçük devlet, bir milyon km. kareden daha büyük bir alanı altına aldı. Bu fetihlerin en mükemmel ve ender rastlanan sonuçlarından biri de, insanların bu devletin yalnızca siyasal otoritesine boyun eğmekle kalmayıp bunun sonucunda eşyaya bakışlarının tümüyle altüst olması, değer ölçülerinin değişmesi, ahlaklarının ve karekterlerinin tes yüz omasıdır. Alışkanlıklarında özlü bir değişim, uygarlıklarında büyük bir devrim gerçekleşti. Bu yalnızca onların tarihlerinin akışlarını değiştirmekle kalmayıp tüm dünyanın tarihi akışını da değiştirdi. Böylelikle insanlık fert ve toplum olarak yeni bir düşünme biçimi, yeni bir yaşayış şekli ve uzun asırlardan beri yoksun bırakıldıkları yeni amaçlı bir hayata kavuşmuş oldu.

 

Rasulullah (s.a.v.) için uzun asırlardan beri başgösteren siyasal anarşiye son vermek ve arkasından da onları birleştirilmiş bir siyasal otoriteye boyun eğdirmek yeterli olabilirdi. Fakat O, bunun binlerce kat fazlasını gerçekleştirmişti:O tarihin kesinlikle benzerini göremediği geniş kapsamlı bir devrimi gerçekleştirmişti. Düşünüşte devrim, ahlakta devrim, uygarlıkta devrim, ilişkilerde devrim... Fakat üzüntüyü gerektiren konulardan biri, -hatalı tedavinin bir sonucu olarak- bu büyük devrimin yalnızca savaşlar sonucunda gerçekleştiği zehabını uyandıracak bir şekilde tarihin yazılmış olmasıdır. Arkasından batılı müsteşrikler (oryantalistler) gelip tüm güçleriyle:İslam’ın ancak kılıç zoruyla yayıldığını” söylemeye koyuldular. Halbuki, Rasulullah (s.a.v.) döneminde yapılan tüm savaşlarda, her iki taraftan da öldürülenlerin sayısı bin dörtyüz kişiyi aşmamıştı. Birazcık akla sahip olan bir kimse düşünsün:Acaba böyle geniş kapsamlı bir devrime, bu kadar az kan dökmekle birlikte, kılıç zoruyla gerçekleşmiş gözüyle bakılabilir mi?