Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Geçmiş zaman olur ki.. Bugünden farkı yoktur!




Devletin bir valisinin, Muhalefet Partisi CHP'nin Genel Sekreteri'nce âdetâ sorguya çekilmesi ve onun da âmirine hesab veren memur gibi davrandığını gösteren ve Başbakan'ın 'halkın içine çıkamadığı, gizlendiği' gibi beyanlarda bile bulunduğuna dair bir görüşme metninin reddedilemeyip, bu skandalı örtbas etmek için, 'telekulak' tartışmalarının ortalığı yeniden alevlendirdiği bugünlerde..

Baykal'ın partisinin ne kadar da özgürlükçü olduğuna hayran kalmamak mümkün değil.. 9 sene önce, 99 seçimleri öncesinde, hem de Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş'ın, 'erken seçim'le ilgili bir Meclis kararının engellenmesi yolunda, Meclis Başkan Yardımcısı Yâsin Hatiboğlu'na Erbakan'ın verdiği direktifleri yansıtan bir cep telefonu görüşmesini, 'vatandaşların haberleşme özgürlüğünü kanunsuz olarak ihlâl ettiği gibi bir gerekçeyle kanunî takibe almak' yerine; tam tersine, mal bulmuş mağribi gibi, 'bir meraklı vatandaşın kaydedip kendilerine getirdiğini' (!) iddia edip yayınladığı günlerde, bu özgürlükçü beyler neredeydi? Kimseden bir itiraz yükselmiş miydi? Hele de Baykal ve çevresinden.. Kanunsuzluk söz konusu ise, sadece size battığı zaman mı karşı çıkılmalıdır?
En iyisi, herkes, 'dinlenmediği' gibi bir zanna kapılmamalı ve her an, her yerde dinlenebileceğinin dikkati içinde bulunmalıdır. Tüfeğin icadı karşısında, 'delikli demir icâd oldu, mertlik bozuldu..' diye yakınan Köroğlu mantığını bugüne de uygulayabiliriz..
Bu gürültülere bu kadar değinip, dolaylı ilgisi yüzünden, bir diğer konuya geçelim:
¥
Toktamış Ateş, 29 Mayıs günkü yazısında, İstanbul'un 12 Eylül dönemi Emniyet Müdürlerinden Şükrü Balcı'nın 48-50 yaşlarındaki oğlunun, ileri derecede alkollü iken bir bar kapısında, bir 'özel güvenlik görevlisi'ni öldürmesi üzerine, babası Balcı'nın, 12 Eylül Dönemi'nde kendisinin üniversiteden atılması için yaptığı baskıları hatırlayıp; müteveffânın oğlunun böyle bir cinayet işlemesinden dolayı, yine de bir burukluk yaşadığını dile getirdi. O yazı, beni de o ünlü polis şefi ile ilgili bir hâtırâmı yazmamın faydalı olacağı mülâhazasına sevketti..
Zaman, 5 Haziran 1977 seçimleri öncesi.. Millî Gazete'de günlük yazı yazıyorum. 1974'de B. Sabah'daki bir yazıda, 'devletin İslâmî esaslara göre şekillenmesi için propaganda yapmak' suçlamasıyla, 163. maddeden mahkûm olmuşum, ama, kanunî adresimde bulunamıyorum.
O sırada, Muhammed Ali Clay, Erbakan'ın dâveti ile İstanbul'a gelmiş.. Sultanahmed'de onbinlerle kılınan bir Cuma namazı.. Akşam da, Muhammed Ali şerefine verilecek ziyafet adı altında, bir siyasî toplantı var, Tarabya Oteli'nde.. Davetliler arasındayım..
Yerler nasıl ayarlanmışsa, karşımda İzmit Valisi Vecdî Gönül.. Sağımda ise, İstanbul Valisi N. Kemal Şentürk.. Vecdî Bey'le Lozan Andlaşması hakkında konuşurken, Şentürk sohbete, âmirâne bir şekilde katılıp, 'Genç kardeşim, bu konularda daha çok öğrenmeniz lâzım..' diyor. Ona, 'Ben, gerçekleri sadece resmî tarihten öğrenmiyorum..' gibi bir karşılık veriyorum. Sanki, 'Kim bu, bizim masamızda?' dercesine bir rahatsızlık içinde gibiydi.
O sırada birisi gelip, Vali Bey'in kulağına bir şeyler söyleyince, valinin bana karşı tavrı birden değişiyor. Çünkü, MSP'nin iktidarda, İçişleri Bakanlığı'nın da MSP'de olduğu bir dönem.. Vali‚ 'Tabiî efendim, ben resmî çerçeve içinde konuşuyorum..' vs. diyor..
Muhammed Ali, yemekli toplantı boyunca oldukça durgundu. (Belki de, hâlâ kurtulamadığı Parkinson rahatsızlığının ilk işaretleriydi o durgunluğu..) Saat gece 01.00 civarı, aşağıda 'lobi'de bekliyorum.. Arabası olan bir âşinâ bulursam, eve öyle dönerim düşüncesindeyim..
O anda, Vali Şentürk geldi, arabamın olup olmadığını sordu.. 'Bir şekilde giderim, efendim..' deyip ilgisine teşekkür ettim. Ancak, o, birisini çağırıp bir şeyler tenbihledi. Ve sonra bana o kişiyi, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şükrü Balcı diye tanıttı ve beni evime bırakacağını söyledi.. (Aranan mahkûmun, Polis Şefi arabasıyla evine bırakılması komikti..)
Şükrü Balcı adını, 'siyasîler arasında mekik dokuyan bir iktidar virtüözü' diye duymuştum..
Yola çıktık.. İstinye Koyu'na gelince sağa saptı, 'Sohbet vaktimiz artsın diye Maslak sırtlarından gitmek istiyorum, acelemiz yoksa..' gibi bir cümleyle başladı konuşmaya: 'Beyefendi, ülke elden gidiyor.. Siyasîlerin bize sahib çıkacağını bilsek, biz bu ülkeyi 3 günde süt-liman eyleriz.. Beyefendi, biz adamı Silivrikapı'dan alırız, kimsenin haberi bile olmaz; cenazesini de Anadolukavağı'nda (ailesine gösterip) defnederiz.. Konuşursanız, ailenizin başına başka felaketler de gelir, diye de gözdağı verince kimsenin haberi olmaz..'
Onu, 'Bana da mı mesaj veriyor?' diye sessizce dinlerken, o bir adım daha attı: 'Beyefendi, istedikten sonra neler neler yapılır.. Mesela, siz Fatih'te yolda kalabalık arasında giderken, yanınızdan geçen bir kadın, 'Aaaa terbiyesiz, laf atıyor..' diye feryad ettirilir ve sonra birisi de gelir, size bıçağı saplayıp kaçar.. Ertesi gün, 'İslâmcı yazar, bir kadına laf atınca, bıçaklandı' diye başlıklar atılır gazetelerde.. Mesele, senin topluma o şekilde sunulmandır.. vs..
Bu 'yararlı' yolculuk sonrası teşekkür edip Fatih'te indim. Sözleri zihnimi karıştırmıştı..
-
Seçimlerde Ecevit en büyük parti durumuna gelse de, tek başına hükûmet olamıyordu. Ama, 'güvenoyu' alabileceği umudunu vererek, Korutürk'ün başbakanlığı kendisine vermesini sağladı ve ben hemencecik yakalanıp Paşakapısı Cezaevi'ne konuldum.. Ama, Ecevit 'güvenoyu' alamayıp düştü; ve AP, MSP, MHP ve GP'den oluşan 4'lü bir hükümet kuruldu. Yani, o bir aylık dönem olmasaydı, meydanda olduğum halde, yine bulunamayabilirdim.
Cezaevinde, üzerime birtakım lekeler gelebileceği endişesiyle olabildiğince teyakkuz halinde, diken üstündeydim. Ş. Balcı'nın o ilginç 'mesaj-yardım'larını unutmuyordum. Kitablarımın arasına, jelatine sarılmış uyuşturucu tozlar konulup, aramalar sırasında da bulunduğu açıklanarak, '".filan şeriatçi yazar, cezaevinde uyuşturucu ile yakalandı..' denilmesi, işten bile değildi. (Benzeri tuzaklar için, bugün de tetikte olmalı değil miyiz, sanki?)
-
Bu vesileyle, Emniyet eski Genel Müdürlerinden ve siyasetçilerden Mehmed Ağar'ın, 7 yıl kadar önce bir röportajda, kendisine soruşturmalardaki 'polis raporları' hatırlatıldığında, 'Polis raporu dediğin nedir? Bir polisi çağırırsın, bu kişiyle ilgili münasib bir rapor tut, koy dosyasına"' dersin.. Öyle polislerimiz var ki; nice değme senaryo yazarlarına taş çıkartır' şeklindeki cevabını da hatırlayalım.
Ve de, askerî okullarla polis enstitülerinde istihbarat dersleri verdiği bildirilen istihbarat uzmanı bir 'Doç.' da, daha geçen ay, bir TV programında, 'polisteki başlangıç soruşturmasının gizli olduğunu, ama, kamuoyunda yığınla iddialar yükselir ve sen de ülkenin tehlikeye düşeceğini görürsen, o zaman, kaynağını ve kendi kimliğini gizleyerek, bu ilk soruşturma bilgilerini dışarıya sızdırırsın diye dersler veririz..' dememiş miydi?
-
Telekomünikasyon / iletişim imkânlarının böylesine müthiş geliştiği bir çağda, herkes her an, sahiblenebileceği tavırlar içinde olmalıdır, vesselam..

vakit

Bu yazı toplam 1117 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar