Fernando


Dün, "Rock'n Roll'un Kralı" diye anılan Elvis Presley'in ölüm yıldönümüydü. Cep telefonumda 16 Ağustos tarihini görünce gayri ihtiyari çocukluğuma döndüm...

Almanya 1977.

Yaşım 9.

Kenan abimle televizyon haberlerini izliyoruz.

Elvis'in Memphis / Tennessee'deki villasında ölü bulunduğu bildiriliyor.

1950'li yıllardan konser görüntüleri yayınlanıyor.

Hadisenin çok önemsendiğini hissediyorum.

Abime "Kimdi bu adam?" diye soruyorum.

"Hızlı şarkılar söylerdi" gibi bir açıklama yapıyor.

Birkaç gün sonra bir arkadaşın elinde "Elvis – A Portrait In Music" plağını (longplay, 33'lük; CD jenerasyonu bilmez) görüyorum.

"Geçenlerde ölen şarkıcı değil mi? Bizim eve gidip dinleyelim" diyorum.

Babamın 1964'te aldığı pikapta o güne kadar sadece Nuri Sesigüzel, Zeki Müren, Neşe Karaböcek ve Alman "Schlager" plakları –bilhassa Heintje'nin "Mama"sı- dönmüş.

Elvis'in plağını koyuyoruz ve... Şok!

O güne kadar duyduğum, işittiğim, dinlediğim hiçbir şarkıya veya başka şeye benzemeyen acayip bir şey.

Sonradan Jerry Leiber / Mike Stoller diye matrak bir ikilinin eseri olduğunu öğrendiğim "Hound Dog" şarkısı.

Hemen ardından –yine Leiber / Stoller imzalı- "Jailhouse Rock".

Damarın da damarından klasik Rock'n Roll.

1950'li yılların belki en sert parçaları.

Hava bombardımanı gibi bir şey.

Küçük dilimi yutuyorum.

Sonrası üç sene Elvis manyaklığı; saçları kremleyip geriye doğru taramalar, dergilerden Elvis resimlerini kesip albüme yapıştırmalar filan.

"Fan(atik)" derler ya, işte ondan.

9 yaşımdan 13 yaşıma kadar Elvis'ten başka sadece diğer klasik Rock'n Roll'cuları (Chuck Berry, Little Richard, Jerry Lee Lewis...) ve bir de Beatles'i dinler, o yıllarda fırtına gibi esen 'asrî' pop yıldızlarına iltifat etmeyi sığlık, çiğlik, seviyesizlik addederdim.

Hele ABBA grubuna acayip gıcık olurdum; belki de melodilerinin cazibesine kapılmamak için kendimi zor tuttuğumdan...

Neyse, uzatmayayım.

Türkiye'ye gelince işler değişti.

Develi İmam-Hatip Lisesi yıllarından beri ilahi dinler ve kendi kendime söylerim.

Sonra, illa ki Çerkez müziği.

Delikanlılığa ayak bastığım günlerde arabeske de merak sardım.

Ferdi Tayfur'un, Orhan Gencebay'ın, İbrahim Tatlıses'in bir sürü şarkısı –kadere isyan kısımları değiştirilmiş olarak- hâlâ ezberimdedir.

Zamanla "Türk Sanat Müziği"ne de ısındım.

Türkü hastası dostum Sadık Battal'ı memnun edecek kadar değil ama çok sevdiğim ve mırıldanmadan edemediğim türküler de var.

Bu arada Cat Stevens'e, Bob Dylan'a... da takıldım.

Dylan'ın "Desire" albümü –bilhassa, kulağıma Endülüs havası gibi gelen "One More Cup Of Coffee" şarkısı- bugün de 'favori'lerimdendir.

İtiraf etmeliyim ki arada sırada Elvis şarkıları da dinliyorum yine; ama "fan"lıktan eser kalmadı çok şükür.

Geçenlerde –Elvis'e inat- bir ABBA CD'si bile aldım.

1987'de Zaman gazetesinde beraber çalıştığımız Soner Can, bir sohbetimizde, "Konformist müziğin zirvesi" demişti ABBA için.

Doğrudur.

Hafif ama harikulade besteler... ve genellikle Batılı "teenage" (13-19 yaş) zevkine hitap eden lüzumsuz güfteler.

Ama arada "I believe in angels" (Meleklere inanıyorum) gibi güzellikler de var.

Latin Amerikalı gerilla "Fernando" da var.

Çocukluğumda kulağıma çalınıp duran, melodisi gizli gizli içime işleyen, ama Rock'n Roll'cu delikanlılığa halel gelmesin diye 'resmen' dinlemekten imtina ettiğim "Fernando" şarkısının 30 küsur yıllık gecikmeyle öğrendiğim sözlerinden -1970'li yıllardaki bir "trend"in gereğini yapmaktan başka bir saikle yazılmadığını ve dolayısıyla sahici olmadığını bilsem de- acayip etkilendim.

Etkilenmeye devam ediyorum.

Nedense beni Mavi Marmara'daki o geceye götürüyor bu şarkı.

Şimdi oturup şarkının tamamını uzun uzun tercüme edemem, ama hülasası –biraz serbest ve epey kaba bir tercümeyle- şudur:

"Uzun zaman evvel yine böyle yıldızlı bir geceydi

Ateş altındaydık, Fernando

Gittikçe yaklaşıyordu düşman

Her saat, her dakika sonsuzluğa dek uzanıyor gibiydi

Ve artık itiraf edebilirim; ödümü koparıyordu silah sesleri...

Ama o gece bir şey vardı havada

Yıldızlar nasıl da aydınlıktı, Fernando

Orada bizim için parlıyorlardı

Senin için, benim için, özgürlük için...

Onca kayıp vereceğimizi hiç düşünmemiş olsam da

Asla pişmanlık duymuyorum

Tekrar yapmam gerekseydi aynı şeyi

Hiç düşünmeden yapardım, Fernando...

Şimdi yaşlandık, kocadık

Ne zamandır bir tüfek görmedim elinde

Ama Rio Grande'yi geçtiğimiz o korkunç geceyi hiç unutmadın, değil mi?

Gözlerinden hâlâ okuyabiliyorum

Özgürlük için savaşmanın verdiği kıvancı...

O gece bir şey vardı havada

Yıldızlar nasıl da aydınlıktı, Fernando

Orada bizim için parlıyorlardı

Senin için, benim için, özgürlük için...

Onca kayıp vereceğimizi hiç düşünmemiş olsam da

Asla pişmanlık duymuyorum

Tekrar yapmam gerekseydi aynı şeyi

Hiç düşünmeden yapardım, Fernando

yenişafak

Bu yazı toplam 2577 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar