Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Diplomasinin ’Evet’,’Belki’ ve ’Hayır’ları..’ ve de BM..

Birleşmiş Milletler Teşkilatı’dan önce.. Cemiyet-i Aqvâm (Kavimler/ Milletler Cemiyeti)’ vardı; Birinci Dünya Savaşı sonrası şartlarında ve bir daha böyle, bütün dünyayı içine alan savaş ateşleri yanmasına engel olmak ümidiyle..

Ama, onmilyonlarca insanı ve onlarca devleti yutan Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasında mağlublara dayatılan Versailles (Versay), Sévres (Sevr), Lausanne (Lozan) gibi, yapıldıkları yerlenin ismiyle anılan barış andlaşmaları, gerçekte barışı yok eden barış’ şeklinde nitelenenebilecek andlaşmalardı; ’Teslim olun, barış olsun..’ şeklindeki Pax Romana..’ (Roma Barışı’) tipi.. (Hemen belirtelim, Osmanlı ülkesini parça parça eden Sevr Andlaşması tamamlanmamış bir andlaşmaydı. Çünkü, andlaşmanın geçerli olması için, tarafların yetkili kurul ve otoritelerince imzalanması gerekiyordu ve üççeyrek yüzyıl, yeni nesillerde okullarda, vatanı satan hain diye tanıtılan Sultan Vahdeddin, hazırlanmasında Osmanlı temsilcilerinin de bulunduğu o andlaşma metnini imzalamamış ve böylece de yürürlüğe girmemişti.)

Cemiyet-i Aqvâm / (Milletler Cemiyeti) tesisinden birkaç sene sonrasında etkisiz hale gelivermiş ve hele de Almanya’da Adolf Hitler’in, Birinci Dünya Savaşı’nda uğranılan kayıplara ve haksızlıklara karşı onmilyonları harekete geçiren Nasyonal Sosyalist (Nazi)Hareketi iktidara yürürken ve de iktidara erişmesinden sonra.. ’Cemiyet-i Aqvâm’, fiilen, bir tabeladan ibaret kalmıştı.

Nitekim, Birinci Dünya Savaşı’nın üzerinden sadece 20 yıl geçmekteyken..

1 Eylûl 1939 tarihinde İkinci Dünya Savaşı kaçınılmaz olarak patlak veriyordu.

60 milyondan fazla insanı yutan bu korkunç savaş da 6 sene sonra, Almanya’nın yine ve de Japonya ve diğer müttefiklerinin yenilgisiyle neticelenmiş; dünya, galib devletlerin başını çeken Amerika, İngiltere ve Sovyet Rusya liderlerinin, (Trumann, Churchill ve Stalin’in)  katılımıyla yapılan Yalta ve Potsdam Konferansları’nda, yeniden dizayn edilmiş, bölünmüştü..

(O zamanki Amerikan Başkanı Harry Truman’ın Potsdam Konferansı günlerinde  annesine yazdığı mektubundaki ifadeler ilgi çekicidir. Stalin’i ’o…. çocuğu’ olarak niteleyen Truman, sonra annesine, ’O da benim için öyle diyordur, değil mi?’ demekten de kendisini alamaz.)

2. Dünya Savaşı sonrasındaki dünya, işte böyle bir kurtlar sofrasında bölüşülüp yeniden kurulmuştur.

Bu arada Cemiyet-i Aqvâm’ /Milletler Cemiyeti’  yerine bir yeni dünya teşkilatı kurulması da öngörülmüştür, galiblerce.. Bu, Birleşmiş Milletler Teşkilatı olacaktı, ’The United Nations Organisation’

Kısaca ’UN’, türkçedeki yerleşik şekliyle, BM..

Bu teşkilatın kurulması, savaş henüz bitmeden sözkonusu edilmiş ve bu uluslararası kuruluşa üye olmak isteyen devletlerin Almanya ve Japonya’ya savaş açması şart koşulmuştu. Türkiye de, bunun için, savasın son demlerinde, Ocak-1945’de can çekişme halinde olan Almanya ve Japonya’ya Türkiye Meclisi’nin kararıyla savaş açmıştı.. Ama, o savaş kararları uygulamaya konulamıyacak, kağıd üzerinde kalacaktı. Bu savaş açılması şartına, Franko İspanyası teslim olmamış ve savaş açmamış ve ancak 1957’de BM.’in daveti üzerine bu kuruluşa üye olmuştu.

BM.,  Ekim-1945’de kurulmuş ve İnsan Hakları Beyannamesi’ni yayınlamıştı.

Bu beyannamede, bir takım barış türküleri, iyiniyet manzumeleri vardı..

O prensiplerin bir kısmına karşı çıkmak aklen de mümkün değildir.

Ama, zehrin teneke kutular içinde değil, altın kupalarda sunulduğu da unutulmamalıdır.

Ve yine unutulmamalıdır ki, o BM. İnsan Hakları Beyannamesi’nde yer alan  prensiplerin belirlenişinde, sadece galib devletlerin düşünceleri etkili olmuştu. 

O beyannamenin hazırlanmasında, meselâ, insanlığın en azından dörtte birini oluşturan dünya müslümanlığının, İslam Milleti’nin hiç bir temsilcisi yoktu.

Keza, siyah Afrika’nın, Latin Amerika’nın da..

Ya da Çin ve Hindistan gibi, dünya nüfusunun neredeyse üçte birini oluşturan dev ülkelerin de bir etkisi olmamıştı. Sadece Çin, galib tarafta yer aldığı için daha avantajlı durumda oldu ve Mao liderliğindeki komünist hareket karşısında yenilgiye uğrayıp Taiwan adasına sığınan Mareşal Çan Kay Şek’in Nasyonalist Çin’i, sonra ise, Mao’nun kıt’a Çin’i, 5 daimî üyeden birisi olarak kabul edildi.

Bu‚ ’5 daimi üye’ ne demektir ve kimlerdir?

Bunu bilgilerimizin tazelenmesi için tekrarlamakta fayda olsa gerek..

Birleşmiş Milletler’in en etkili karar mekanizması, Güvenlik Konseyi’dir.

15 üyesi vardır, bu konseyin.. Ama, 10 tanesi geçici üyedir, üye ülkeler arasından, iki senelik süre için seçilir. Onların yaptığı fazla bir şey olamaz. Çünkü.. BM’nin asıl karar mekanizması olan Güvenlik Konseyi, 5 Daimî Üye’nin görüşüne bağlıdır.

Birleşik Amerika, Sovyetler Birliği (bugünkü Rusya), İngiltere, Fransa ve Çin..

Bu 5 Daimî Üye’den herhangi biri veya birkaçı, alınan bir kararı‚ ’veto’ ederse..

O karar yok hükmündedir, uygulanamaz.

Yani, 2. Dünya Savaşı’nda galibler tarafında yer alan o zamanki devletler bugün de, bütün dünyayı rehine almış bulunuyor, ipoteği altında tutuyorlar.

Gerçi, bir de BM. Genel Kurulu vardır, ama, onun kararlarının yaptırım gücü yoktur. BM. Genel Kurulu, yüzlerce kararnameler sâdır eyler, ama, bunlardan herhangi birisine o ’5 Daimî Üye’den herhangi birisi ve hele de Amerikan emperyalizmi karşı çıkarsa, uygulama imkanı bulamaz.

Nitekim, Filistin konusunda BM. Genel Kurulu’nda alınan nice kararnamelere rağmen, B. Amerika, hele de sionist İsrail rejiminin aleyhindeki kararnameleri fiilen uygulanamaz hale getirmekte birebirdir.

Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararların uygulanması da, özellikle B. Amerika’nın yorumuna bağlıdır.

B. Amerika,  kendisini ’dünya jandarması’ olarak görür. Gerçi, ülkelerin kendi coğrafyaları üzerinde teorik olarak hâkimiyet hakkı vardır, ama, onun dışındaki bütün açık denizler ve Amerika’nın kara suları gibidir ve Amerikan emperyalizmi, dileği zaman, başka yerlere , ülkelerin iç siyasetlerine ve hâkimiyet alanlarına da müdahale eder. Çünkü, güç elindedir ve hak kavramını kendi gücüne göre yorumlar, yorumlatır. Yani, uluslararası hukuk diliyle ’de facto’ durumu..

Yani, anlıyacağımız, ’UN / BM’, emperyal güçlerin elinde un-ufak olmuştur, taa baştan..  Ve, 70 yıl önceki bir galibiyetle, dünyaya hâlâ kendi iradelerini dayatmaktadırlar.

Bilinen bu hususları bir daha hatırladıktan sonra.. Gelelim, BM  Genel Kurulu’nun son toplantısına..

24 Eylûl günü BM. Genel Kurulu toplandı ve Amerikan Başkanı Barack Obama ve Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyîb Erdoğan da bu Genel Kurul’da konuşmalar yaptılar.

Bu arada, Mısır halkının hür seçimiyle cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursîyi 3 Temmuz 2013 günü, emperyalistlerin de teşvikıyle deviren ve sonra da kendisini silah zoruyla cumhurbaşkanı seçtiren darbeci General A. Fettah es’Sisî de BM. Genel Kurulu’ndaydı.

BM. genel merkezinin bulunduğu Nev York’daki Genel Kurul toplantısında, Obama’nın yaptığı konuşma her zamanki gibi, ilgi ile izlendi. Çünkü, hem evsahibi durumunda, hem de ’dünya jandarmalığı’ rolünde rakib tanımak istemiyor.

Bu bakımdan her bir rejim veya devlet de, istese de- istemese de kendisini ona göre ayarlamakta..

Obama, bu son BM. Genel Kurul konuşmasında ’Neler dedi?’ye geçmeden önce bir diplomatik taktiği hatırlamakta fayda vardır.

Diplomasi dilinde, ’evet’, belki demektir; ’belki’,  hayır demektir; doğrudan ’hayır’ denilirse, orada artık diplomasinin işi bitmiştir.

*

Obama, emperyalizmin ilginç bir sözcüsü olarak konuşurken..

Obama, konuşmasında dünya jandarmasının başkanı olarak, dünyayı tehdid eden tehlikelere dikkati çekecekti, elbette.. Nitekim, en büyük tehdid olarak Batı Afrika ülkelerini kasıp kavuran ve dünyayı da tehdid eden Ebola virüsünün zikrettikten ve diğer ülkelerin de Ebola’ya karşı savaşta kendilerine  katılması ve uzun vâdede global sağlık güvenliğinin arttırılması gerektiğine değindikten hemen sonra, Rusya’nın Ukrayna’daki saldırgan politikasına dikkati çekmek sûretiyle, Rusya’yı daha bir kızdırmışa benziyor.

Obama, bu konuda, ’Rusya’nın Ukrayna’daki tutumu 2. Dünya Savaşı sonrası düzene kafa tuttu.. (...) Kiev Hükümeti’nin iradesine karşı çıkarak,  Kırım ilhak edildi. Rusya ordularını Ukrayna’nın doğusuna yığdı. Ayrılıkçıları destekledi ve yaşanan karışıklıklar sonucunda binlerce insan öldü. Sivillere aid uçaklar vurularak düşürüldüğünde günlerce kaza bölgesinde araştırma yapılmasını engellediler. Ukrayna bu bölgeyi tekrar savunmaya kalkıştığında Rusya ayrılıkçıları desteklemeyi bir kenara bıraktı ve sınır ötesine asker taşıdı.’ suçlamalarında bulunuyor, bu gibi saldırgan siyasetlere karşı, Amerika’nın Ukrayna’yı destekleyeceğini ve NATO’daki müttefiklerini de güçlendireceğini ve toplu savunma konusunda B. Amerika’nın verdiği sözleri yerine getireceklerini’ belirtiyor ve amma, hemen arkasından da, ’Rusya’nın barış yolunu seçmesi halinde uyguladıkları yaptırımları sonlandıracaklarını’ da tedbiren ifade ediyor ve, ’Eğer Rusya bu yolu kabul ederse uyguladığımız yaptırımlarımızı sonlandırır ve Rusya’ya merhaba der, Rusya’nın yeni rolünü memnuniyetle karşılarız’ diye konuşuyordu.

Obama daha sonra, Irak ve Suriye’de ortaya çıkan ve son bir yıl içinde ortalığı kasıp kavuran IŞİD (Irak-Şâm İslam Devleti) Hareketi’ne de değiniyor, bu hareketi -IŞİD’in yeni isimlendirmesine uygun olarak- IS (Islamic State-İslam Devleti) diye isimlendiriyor ve bu örgüte karşı verilecek mücadele için herkesi kendi yanlarında yer almaya çağırıyordu.

Obama, bu arada, "İslam’ın harika bir barış dini, barışı öğreten bir din ve Müslümanların adalet duygusu ile yaşayan insanlar olduğunu, milyonlarca Müslüman’ın, B. Amerika’nın parçası olaraka yaşadığını” söylemeyi de ihmal etmiyor ve müslümanlara defne dalı uzatıyor, ’Amerika B. Devletleri’nin, İslam’la savaş halinde olmadığını, hiçbir zaman da olmayacağını’ söylüyordu. O sırada, Ortadoğu müslüman coğrafyalarında Obama’nın emrindeki savaş uçakları ise, ağır bomdardımanlarla ve sadece IŞİD hedeflerini değil, farazî olarak tehlike odağı gördükleri her yeri yakıp yıkıyorlar, sivilleri, zenginlikleri, şehirleri yerle bir ediyordu. Bunu da, IŞİD örgütünün, dünyayı ’inananlar ve inanmayanlar’ diye ikiye ayırmak istediğine bağlıyor, böyle bir ayırımın kabul edilemiyeceği şeklinde izah ediyordu.

Obama bu sözleriyle, ne kadar inandırıcıydı?

Diplomasinin genel kuralını bir daha hatırlayalım..

Diplomaside Evet’ deniliyorsa belki’ demektir; ’belki’ deniliyorsa, ’hayır’ demektir; hayır’ denilirse, orada diplomasi bitmiş demektir. Bu bakımdan, Obama’nın sözlerini de diplomasinin taktik gereği olarak görmek gerekir.

Nitekim,  aynı Obama, sionist İsrail rejimi, 300 km² kadarcık küçük bir alana sıkıştırılmış bulunan, savunmasız 2 milyonluk Gazze halkına bir defa daha 50 gün boyunca ölüm yağdırır, binlerce insanı katlederken, bütün o barbarlıkları ’İsrail’in kendisini savunma hakkı’ olarak nitelediğinin hatırlanmıyacağını, sionistlerin dünyaya bakışının yahudiler ve yahudi olmayanlar diye bir temel üzerinde olduğunun farkedilmiyeceğini sanıyor olmalıydı. Kaldı ki, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’ndan sonra, dönemin Amerikan Başkanı G. W. Bush’un, ’Ya bizdensiniz, ya bize karşı..’  şeklindeki mantığı da başka mıydı? Ne farkınız var, IŞİD’in ortaya koyduğu mantıktan..

*

Obama’nın İran’la sürdürülen nükleer görüşmelere de değinirken, suçlayıcı bir dil kullanmayışı da dikkati çekiyor ve İran’ın nükleer teknoloji meselesi hakkında diplomatik bir çözüm istediğini belirtiyor ve ’İran bu konuda eline geçen tarihî fırsatı yerine getirmeli. Benim İran liderlerine ve halkına olan mesajım basit: Bu fırsatın kaçmasına izin vermeyin..’ diyordu.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhanî’nin, bu BM. Genel Kurulu çalışmaları sırasında, B. Amerika emperyalizminin akıl hocası ve yapışık kardeşi İngiltere’nin başbakanı Camerun’la iki ülke arasındaki 35 yıllık bir soğukluktan  sonra direkt olarak görüşüp, IŞİD Mes’elesi başta olmak üzere, bir çok konularda görüş alışverişinde bulunması da ilgi çekici bir gelişmedir.

Bu arada, İran Meclisi’nin etkili isimlerinden Zakanînin, geçen hafta,’Hacı Qaasım, (İran İstihbaratının en etkili ismi kabul edilen Qaasım Suleymanî) bir gün geç gitseydi, Bağdad şimdi IŞİD’ın elinde olurdu..’ şeklindeki sözlerinin ve İran’ın IŞİD’e karşı Irak’a önemli mikdarda askerî danışman ve güç gönderdiği de hatırlanmalıdır.

Obama’nın, Suriye’de üç yıldır yüzbinleri öldüren ve iktidarını korumak için, Suriye’nin baştan başa harabeye dönmesine yol açan diktatörlük rejiminin şefi Beşşar Esed’i direkt olarak suçlamayışı, ve İŞID’e karşı savaşırken, başta NATO’daki müttefikleri olmak üzere, herkesle, ve bu arada Esed’le de zımnî bir işbirliği yapması gerektiğini unutmayışı da ilgi çekiciydi.

*

Dileriz ki, T. Erdoğan da diplomasi diline göre konuşmuş olsun..

Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyîb Erdoğan’ın da BM. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, diplomasinin dilini gözardı edip etmediğini düşünmeden, ’orada başka türlü ne diyebilirdi? gibi bir ihtimalleri düşünmeden, konuya kendisine virajları alabilecek kadar manevra alanı bırakması gerektiği açısından da bakmakta fayda olsa gerek..

Erdoğan konuşmasında, gerçekte, IŞİD veya benzeri örgütlerin ortaya çıkışının sosyolojik izahını yapmaya çalışıyordu.. ’Uluslararası kurumlardan, BM’den umudunu kesen kitleler çaresizlik içinde terörün tuzağına düşüyorlar’ ifadesi bu açıdan üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir cümledir.

Tayyîb Erdoğan'ın konuşmasından bazı noktaları da burada kaydetmek gerekir.

’21 yüzyılda hala insanlar açlıktan, salgın hastalıklardan ölüyor. Çocuklar ve kadınlar savaşlarda katlediliyor. Dünyanın zengin ülkeleri refah içinde yaşarken fakir ülkelerde insanlar hastalıklarla boğuşuyor. İklim değişikliğinin etkileri insanlığın önünde önemli bir sınav olarak duruyor. Bu manzara insan onuruna yakışmamaktadır. Çocukların öldüğü ve öldürüldüğü bir dünyada hiç kimse mâsum değildir; hiç kimsenin can güvenliği yoktur ve  hiç kimse de sürdürülebilir refah ve barış içinde olamaz.

Filistin’de çocukların, kadınların hattâ engellilerin katledilmesine tepki gösterenleri susturmak için bir takım yaftaların kullanıldığını da görüyoruz. Anında teröre destek vermekle suçlanıyorlar. (…) Mazlumlara yönelik çifte standart, çocukların katledilmesine yönelik kayıtsızlık tüm dünyada teröre oksijen sağlamaktadır. Uluslararası kurumlardan, BM’den umudunu kesen kitleler çaresizlik içinde terörün tuzağına düşüyorlar.

Irak’ta yaşanan kriz ülkem Türkiye başta olmak üzere bütün bölge ülkelerini etkilemektedir. Barış, huzur ve kardeşlik için Türkiye, Irak halkının yanında olmaya devam edecektir. Suriye Meselesi de sınırları aşmaya başlamıştır.

Bağımsız bir Filistin devletinin kurulması da insanî bir sorumluluktur. Artık icraata ihtiyacımız var. Bir günde yüzlerce, binlerce insanın öldürüldüğü bir dünyada bizim konuyu konuşuyor olmamız da soru işaretlerini arka arkaya getirmektedir. Birleşmiş Milletler ağırlığını daha fazla insan ölmeden koymalıdır. Dünya, 5’ten (5 Daimî Üye’den) büyüktür. Güvenlik Konseyi’nin Birleşmiş Milletler’i etkisiz hale getirmesi küresel vicdanın kabul edebileceği bir şey değildir. Tüm alınan kararlar bir ülkenin iki dudağı arasındadır.

İki bin kişi ölüyor, kimyasal silahlarla. Konvansiyonel silahlarla 200 bin kişi ölüyor. İki bin kişinin ölmesini suç telakki eden bir zihniyet, 200 bin kişinin ölmesini suç telakki etmiyor. Bu nasıl bir anlayıştır? Canlıların ölümüne neden olan her türlü silahın kullanılması suçtur.

Mısır'da, halkın oylarıyla seçilmiş cumhurbaşkanı darbeyle indirilirken, verdikleri oyun hesabını sormak isteyen binlerce mâsum katledilirken, Birleşmiş Milletler de, demokratik ülkeler de bunu sadece izliyor. Ve bu darbeyi yapan kişi meşrulaştırılıyor. Eğer demokrasi diyorsak, sandığa saygı duyalım. Yok, demokrasi değil de, darbeyle gelenleri savunacaksak o zaman Bu BM niye var diye merak ediyorum.

Birleşmiş Milletler doğruyu savunma konusunda çok daha cesur olmalıdır. Din adına terör kavramını hiçbir şekilde onaylamıyor, böyle bir kavramın dinlere saygısızlık olduğuna inanıyorum. İslam ile terörün yanyana kullanılması inciticidir.

Suriye’yi terk etmek zorunda kalan 1,5 milyon kişiyi topraklarımızda ve çok büyük oranda kendi imkanlarımızla barındırıyoruz.

Peki dünyadan bize ciddi bir destek geliyor mu? Maalesef hayır! Suriyeli sığınmacılar için kullandığımız kaynak bugün 3,5 milyar doları aşmış durumdadır. 2,5 milyon mülteci de diğer bölge ülkelerinde var.

Suriye krizi giderek bölgesel ve küresel bir sorun haline gelmiştir. Buna ilgisiz kalınması artık mümkün değildir. 500 yıl önce Avrupa’dan kovulan Musevîlere sahib çıktığımız gibi bugün de dinlerine, mezheblerine, ırklarına bakmadan herkese yardım eli uzatıyoruz. Türkiye, millî gelirinin binde 21’ini insani yardımlara ayırarak dünyanın en cömert ülkesi oldu. Türkiye teröre destek veren, göz yuman bir ülke değil, bilakis terörle mücadele eden bir ülkedir. Zira 30 yıldır terörden çok çekmiş bir ülkeyiz. Şahsım anti-semitizmin bir insanlık suçu olduğunu ilan eden dünyada istisnaî siyasîlerdendir ama aynı şekilde İslam ile terörün bir arada anılmasının da insanlık suçu sayılması gerekmektedir.’

Evet, Erdoğan’ın BM. Genel Kurulu’ndaki konuşmasının satırbaşları böylece özetlenebilir.

*

Neyin, nasıl yapılabileceğini söyleyebilecek var mı?

Bu noktada, IŞİD’e karşı Amerikan emperyalizminin öncülüğünde uluslararası bir operasyon sürerken, İran da dahil, hemen her ülkenin medyasının sözbirliği etmişçesine IŞİD’e destek olmakla suçladığı ve IŞİD’le aynı fikirleri paylaşıyor diye suçladığı bir Erdoğan’ın, hele de Musul Konsolosluğu’ndaki rehinelerin 102 gün sonra da olsa IŞİD’in elinden kurtarılmasından sonra kenarda durmanın izahında zorlanılacak bir zaman diliminde, Biz de üzerimize düşeni, askerî ve lojistik açıdan yerine getiririz..’ demesini, kendisine manevra alanı bırakarak görüş belirtmek dikkati içinde söylenmiş, diplomasi dili açısından bütünüyle yanlış olmayan bir tavır olarak düşünmek de mümkündür herhalde.. Çünkü, o sözün nasıl te’vil edileceği, içinin nasıl doldurulacağı, daha sonraki merhalelerde sözkonusu olacaktır. Nitekim, Türkiye, şimdi en başta da bir Suriye’de tampon bölge oluşturulmasını kabul ettirmeye çalışıyor. Yani, orada söylenen bir sözün çerçevesini belirlemek ayrı bir konu..

Hele de, yarınlarda, kimlerin kimlerle nasıl ittifaklara gireceği, kimlerle yeni safların oluşturulabileceği ihtimali tam bir belirsizlik gösterirken..

Hatırlayalım ki, Turgut Özal, 1991-Amerika- Irak Savaşı’nda, ’bir koyup beş alacağız..’ gibi iddialı ve parlak laflarla devreye girmiş ve sonra, herkes gibi o da hava almıştı.. Bu konuları belirleyen emperyalistlerin dümen suyuna girilmemelidir, evet de, dışarıda kalarak veya ateşin içine girerek ne yapılacak ve neler sağlanacaktır, bunlar tamamiyle meçhul..

Bu sütunda, önceki yazılarda, Amerikan emperyalizminin dayatmalarının olabileceğine bilhassa değinilmiş ve inşaallah o dayatmalara göre hareket edilmez temennisi dile getirilmiştir. Bugün de o çerçevede esnek bir ifade kullanılmış olabileceğini düşünmeye ağırlık vermenin daha yerinde olacağı düşünülebilir.

IŞİD denilen ve hakkında bu satırların sahibinin de çok sağlıklı bilgilere sahib olmadığı bir örgüt hakkında emperyalistlerin ağzıyla suçlamalara girmekten de kaçınılması gerekir, ama, onların bizzat kabullendikleri ve savundukları da, inanç değerlerimiz açısından hiç mâsum gözükmemektedir.

Bu bakımdan, bu sütunlarda daha önce de dile getirildiği üzere, bu çatışmalar içinde yer almak keşke hiç sözkonusu olmasa.. Ama, NATO üyesi ve olan bir Türkiye’nin, Bosna’da, Afganistan’da, Lübnan’da, Libya’da yapıldığı üzere,  muharib olmayan askerî birlikler bulundurmak ötesine geçmemesi temenni olunur.

Kaldı ki, Obama, Amerikan halkına ısrarla, insansız hava araçları ve AWAKS’larla keşifte bulunup hava bombardımanları ve füze atışları ötesinde, bu krizde, Amerikan ordusuna silah kullandırmayacağı sözü verirken; Türkiye’nin devreye bir fedaî olarak sürülmek istenmesine âlet olmayacağı ümid olunur. Aksi halde, altından kalkılamaz yükler yüklenilmiş olunur.

Kaldı ki, Türkiye’nin şu anda 1 milyon 200 bini aşkın Suriyeli evsiz- çaresiz insanı kabullenmiş olması bile, ortaya büyük sosyal problemler çıkarmaya namzed gözükürken, dışarıda inisiyatifsiz kalmak, ateşin her tarafa yayılması ihtimalinin bulunduğu bir hassas anda, ne kadar sağlıklıdır, o da bir ayrı konu..

IŞİD veya benzeri silahlı mücadele örgütleri bu uluslararası operasyonda, belki darbeler yiyebilir, ama, emperyalistlerin, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir şekilde bu bölgeye yüklenmesini izah kolay olmasa gerek.. Ama açıktır ki, müslüman toplumların, başlarını kaldırakıyacak şekilde, hep perişan ve ezilmiş halde tutulmak istendiği gibi bir uluslararası entrikanın varlığı reddedilemez.

Devler su başlarını bir kez daha tutmuş..

Emperyalist güçler, ’müslümanların birliği’ idealinin en cılız veya sahte zuhûr ihtimallerinden bile ne büyük dehşetlere düştüklerini sergiliyorlar.

Bu acıların, bu sancıların yarınlarda neler getireceğini kestirmek zor..

’Meşime-i şeb’den (gecenin karnından) görelim, neler doğacak..

haksöz

Bu yazı toplam 1070 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar