Burası Dingo’nun Ahırı mı?

Burası Dingo’nun Ahırı mı?

İmam Hatip ve tesettür camialarının yarım asırdır süregelen dava şuuru ve mücadele atmosferi; 28 Şubat sürecindeki işkence ve zulümlere direniş hep geldiğimiz nokta için miydi?

Yusuf Arifoğlu /DOĞRUHABER

Dün Adana’da Türkiye’nin değişmeyen, bu sistem ve kafayla değişmeyeceğini düşündüğümüz bir yüzüne bir kez daha şahitlik ettik. Polis devleti havası ve orantısız güç kullanma, kadına şiddet ve tesettüre saldırı… Yine, bir başka gerçekliğe şahitlik ettik. Yaşanan olaylarda herkesin kendi tarafına göre olay değerlendirmeleri…

Yok, polis haddini aşmışmış.

Peki, polise bu fırsatı veren kim?

Ayaklar suçlu, baş masum mu?

Yok, hedefte başörtülüler yoktu. Terörist girişimler ve yasadışı eylemler vardı.

Peki, cezalandırma şekli ‘cop, tekmeleme, tezyif, tahkir ve kadına şiddet mi’ olmalıydı?

Yok, Kuytul denilen şahıs her zaman bu tür provokatif girişimlerle kadını öne sürüyor.

O halde yanlış, şiddetle mi düzeltilmelidir?

Haklı veya haksız bir talebi olan, bunun için toplanan, eylem yapan ama elinde silahı, topu ve tüfeği olmayan insanlara -hele hele kadınlara ve özellikle 28 Şubat’ın mağduriyeti üzerinden başörtüsü edebiyatı yapanların tesettürlü kadınlara- tepkisi bir cephe gibi saldırganlık mı olmalıydı?

Bu konuda iktidar içinde palazlanan aşırı ırkçı, çetevari ve ulusalcı yapılar ne kadar suçluysa iktidar da böylesi yapıları bazı bahaneler ya da ittifaklar hürmetine(!) içinde barındırdığı için o kadar suçludur. Birçok ilde -özellikle Adana’da- yapılanan bu meşum yapılar, Türkiye halkları ve Müslüman yapılar için büyük bir tehlike arz etmektedir. Polisin uyguladığı bu orantısız güç kullanımı, şiddet eğilimi ve tesettürlü kadına dahi el ve cop kaldıracak vicdansızlığı sadece birkaç kişiye, ekibe mal edilmemelidir. Dipten tepeye kadar bir silsile ve amir memur zinciri içinde bu olayın ve benzer olayın müsebbipleri deşifre edilmeli ve yargılanmalıdır. Burası, Dingo’nun ahırı değildir. Müslüman halk da Kemalist ve sol iktidarlarda olduğu gibi muhafazakâr iktidarlarda da kimsenin şamar oğlanı değildir. Bir gözün hatırına da haksızlık, yanlış ve veballeri kabul edecek, göz yumacak da değiliz, olmamalıyız.

Bir kadına, özellikle tesettürlü bir kadına uzanan el, ne niyetle olursa olsun kırılmalıdır. Örtülü polisin eliyle tesettürlü kadınları coplamak alçaklıktır. Tesettürlü kadınları öne sürüp rol devşirmek ve İslami mücadele ayağına yatmak da benzer bir alçaklık olup art niyetten başka bir şey değildir.

Dün Adana’daki olayda sebep ne olursa olsun polisin böyle insafsız, vahşi ve fütursuzca davranma hakkı yoktur. Ortada bir suç veya suçlu varsa bu işin yolu ve yordamı vardır, olmalıdır. Adına yargı denilen kurumlar vardır, ceza infazı yapacak mahkemeler vardır. Her beline silah takılan, eline telsiz verilen başımıza Deli Dumrul kesilecekse o zaman bizler 28 Şubatlara karşı niçin direndik, 15 Temmuzlarda niçin sokaklara indik? Dün, okullara bacılarımız başörtülü alınmıyor, ikna odalarına alınıyor diye mücadelenin tüm zorluklarına göğüs geren bizler bugün başörtülü polis eliyle tesettürlü kadınları coplatıyorsa veya buna göz yumuyorsa ya da bunu kişisel hadsizliğe indirgeyip kendini yine mazlumların hamisi ilan ediyorsa ‘Vah halimize, eyvah insanımıza!’ demek az bile geliyor.

Dün Adana’da yaşanan olay karşısında şunları demekten kendimi alamıyorum:

İmam Hatip ve tesettür camialarının yarım asırdır süregelen dava şuuru ve mücadele atmosferi; 28 Şubat sürecindeki işkence ve zulümlere direniş hep geldiğimiz nokta için miydi?

Adana’daki kin ve nefret neyin kusmuğu olarak başörtülü kadınlara cop ve tekme olarak iniyor?

Yoksa benim başörtülüm cici de seninki böcü mü?

Yoksa dün ‘devlete karşı’ kutsallığına itiraz edenler devlet değişmediğine göre ben ‘devlet kutsal’ dediği için kutsal mı sayalım?

Yapılanları Kuytul ve benzerlerinin hezeyanları deyip sineye mi çekelim?

Şairin dediği gibi;

“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

Adam aldırma da geç git! , diyemem aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu…”

Mart ayı… Halepçe Katliamı’nı içinde barındırma hasebiyle mazlum ve mustazafları tanıma ve anlama adına vesile bir ay...

16-23 Mart tarihleri arası Mustazaflar Haftası olarak bilinen hafta, bu sene güzel bir vesileyle Beraat Gecesi’ne tevafuk etti. Bir yandan mustazaf olmak, mustazafları sevmek bir yandan bu umutla Allah’tan beraatı istemek…

Ayeti kerime bu arzuyu bize zımnen hatırlatmaktadır:

“Biz istiyorduk ki, yeryüzünde zayıf bırakılmış kimselere/mustazaflara iyilik edelim, onları varisler kılalım. Onları yeryüzünde iktidara getirelim. Firavun'a, Haman'a ve onların ordularına onlardan sakındıkları şeyi gösterelim.” (Kasas: 5–6)

16 Mart 1988…

Elma kokulu ölümle Halepçe halkının tanıştığı o hüzünlü, acı ve ölüm dolu gün…

Ve o günden bu yana her 16 Mart’ta tarihe tüm sıcaklığı ile kendini hissettiren vahşi ve kimyasal katliam…

Bugün Herzog, Sisi ve Putin dün Saddam… Zalim ve katil olmak…

Ancak İslam’a, insanlığa ve halka düşman olanların kirli ve rezil vasfıdır. Saddam, her zalim gibi aldığı mazlumların ahı kendisinden çıkan bir zalim…

Zalim Saddam, değil hiçbir insana Allah'ın yarattığı hiçbir canlıya kullanılmayacak derecede iğrenç olan kimyasal silahlarla Halepçe halkına saldırır. Bu saldırılar sonucunda binlerce mazlum şehid olur. Bu sayıya Enfal katliamını dâhil ettiğimizde şehitlerin on binleri aştığı tarihe şahitlik olarak kaydedilir. Halepçe Katliamı’nın 34. yıldönümünde fosfor ve hardal gazlarıyla gelen elma kokulu ölüm hala burnumuzu sızlatmakta, gözümüzü yaşartmakta ve zalime olan öfkemizi bilemektedir.

Nasıl ki Şubat ayı, şehitlere dair hasretimizi ve şehadete dair arzumuzu tazeliyorsa Mart ayı da mazlum ve mustazaflara dair duygularımızı canlı tutuyor.

İşte o mümin mazlumlardan biri Şeyh Ahmet Yasin…

22 Mart 2004'te ise siyonist israil'in saldırısı sonucu, tekerlekli sandalyesinde şehadet mertebesine ulaşan aziz insan...

Ömrünün çoğu tekerlekli sandalyede geçmesine rağmen küfre her daim korku salan ve mücadele ruhu her daim canlı ve dinç olan şanlı öncü…

Sağlam ve sağlıklı olanları geçelim her türlü engeli olana dahi mücadele aşkını hiçbir şeyin kesmeyeceğini ve aksatmayacağını öğreten diriliş muallimi…

O, bugün ve yarınların tüm nesillerine düşman karşısında zafer umudunu asla kaybetmemeyi öğrettiği gibi siyonistlerin her daim en büyük korkusu oldu. Allah şehadetini kabul etsin ve kanını ümmetin dirilişiyle Kudüs'ün kurtuluşuna vesile kılsın.

Yine bir diğer azizimiz ve iman hakikatlerine dair her daim üstadımız Bediüzzaman

23 Mart 1960'da Şanlıurfa'da vefat edince Mart ayının zihne, gönle ve dile düşen başka bir cemresi…

Mustazaflara diriliş Nevruz’unu miras bırakıp zulmün karakışına direnen iman abidesi…

Annesi kendisini emzirdiği günden izzetle vefat ettiği güne kadar ömrü iman ve Kur'an hizmetinde geçen İslam kahramanı…

İşte, bu üstadımız her Mart ayı mustazaflar için baharlar yeşersin ve mazlumlar baharları yeşertmeyi bilsin diye nice istibdat dönemlerinde korkusuzca hakkı ve hakikati haykırır.

Sadece bu mu?

Elbette değil…

Onun neşrettiği risalelerle milyonlarca gönülde iman tohumları yeşermedi mi?

Hakikatli bir camianın ve cemaatin en doğal lideri ilan edilmedi mi şehit rehberin diliyle?

Risaleleri hakkıyla okuyan her kişinin zamanının gerçek bir âlimi olacağı kerametine lafız olmadı mı?

Her Şubat, Mart ve her geçen gün Suriye’den Yemen’e, Filistin’den Arakan’a, Mısır’dan Kürdistan’a, Ukrayna’dan Afrika’ya mazlum ve mustazaf kanı zalimlerin ocağına ‘ah ve azap’ olarak düşüyor. Emperyalistlerin ektiği fitne ve fesat ateşi bugün dahi mazlum coğrafyaların dört bir yanını yakıyor. Ama ötelerden Halepçe’nin mümin şehitleri, Şeyh Ahmet Yasin’ler ve Üstad Bediüzzamanlar mazlum ve mustazaflara müjdeli ve beraatli günleri muştuluyor.

Muştuyu hak edenlerden olmamız umuduyla Mustazaflar Haftamız ve Beraat Gecemiz mübarek olsun!