Adını vermek istemeyen bir yetkili bana dedi ki!

Derler ki; moda, belli periyodlarla kendini tekrar eder...

Yani, 10-15 ya da 20-25 yılda bir, "moda"da "eskiye dönüş" yaşanır...
 "Giyim-kuşam"da moda böyledir de başka alanlarda farklı mıdır?..
 Meselâ, "28 Şubat Süreci"nde bir "moda" vardı...
"Embedded" gazeteciler, yani "askere iliştirilmiş, yapıştırılmış, askerin kıçından ayrılmayan" gazeteciler, "28 Şubat Süreci"nde şöyle haberler yaparlardı:
 "Adının yazılmasını istemeyen üst düzey bir komutan dedi ki!.. Adını vermek istemeyen üst düzey bir komutan, gazetemize yaptığı açıklamada!.."
 Bu tür "haber"lerin yapılmasının üzerinden 15 yıl geçti...
Ve galiba, "10-15 yılda kendini tekrarlayan moda" gibi, "haber sunumları" da kendini "tekrarlamaya" başladı...
 BAZILARI KABUKLU SEVER!
 Bunun en son örneği de;
 ABD'de "Yahudi lobisi"nin sahip olduğu Wall Street Journal adlı gazetenin; "adını vermek istemeyen istihbarat görevlileri"ne dayanarak yaptığı haberin, "candaş ve yoldaş basın"da manşet yapılması!..
 WSJ'nin, "Uçak, Suriye karasularında vuruldu!.. Füzeyle değil, uçaksavarla vuruldu" başlıklı haberi; "Hıyarım var" diyenin peşinden "tuzluğu kapıp da koşan adam" misali, Türkiye'deki "Hükümet karşıtı" gazeteler tarafından manşete çekildi...
 İyi de, hani belge?..
 Hani kaynak?..
 Cevapları şu oldu:
 "Haberi adını vermek istemeyen güvenilir istihbarat görevlilerinden aldık!"
 Onlar böyle deyince, Başbakan Tayyip Erdoğan da demeci patlattı tabiî;
 "Dürüstsen, samimiysen bu güvenilir kaynağın kim olduğunu açıklarsın!..
 Mertlik bunu gerektirir!.. Ama o gazete namertlik yapıyor!"
 Erdoğan'ın bu çıkışı üzerine; "Türkiye'nin değil, Suriye'nin görüşünü doğrulayan" gazeteciler, "acaba ABD ne diyor?" deyip, bir de "ABD'li yetkililerin görüşü"nü almışlar.
 "ABD'li yetkili" demiş ki;
 "Türkiye'nin açıklamaları doğrudur... WSJ'nin haberi temelsizdir!"
 Peki, bunu diyen "yetkili"nin adı ne?..
Artık "moda" ya, o da "adını vermemiş" iyi mi?!?..
 Dedim ya;
 15 yıl sonra bugün, "adını vermeyen üst düzey yetkili" haberleri "yeniden moda" oldu!..
 Size bir şey söyleyeyim mi;
 Bu "yoldaş ve candaş" gazetelerin, "adını vermek istemeyen üst düzey yetkilileri" dün beni arayıp, dediler ki;
 "Bizdeki Batıcılık hastalığını biliyorsun... Bizler o kadar Batıcıyız ki, yemişin bile kabuklusunu severiz!.. Batılı birisi, 'Hıyarım var' dese, tuzluğu kapıp peşinden koşarız!.. Bizdeki bay ve bayanlar da, herhalde gâvurun kabuklusunu seviyorlar!"
 Belki inanmayacaksınız ama;
 WSJ'nin haberini "doğru kaynak" kabul eden gazetelerin "adını vermek istemeyen yöneticileri" bana aynen bunları söyledi...
 Peki, "isim"leri neydi?..
 İnanın, sormayı unuttum!..
 ZANA NİYE DÖNDÜ?
 Malûm, "Başbakan Tayyip Erdoğan ile Leyla Zana arasındaki görüşme"den sonra, Zana'nın yaptığı açıklamalar da hâlâ tartışma gündeminde...
 Zana'nın, Erdoğan'a ilettiği taleplerin; "Kürt halkı"nın değil, "PKK ve Apo'nun talepleri" olduğu yazılıp çiziliyor...
 Ve, deniliyor ki;
 "Leyla Zana, barış aramaktan ziyade, kendi mahallesine mesaj verdi... Eski Leyla Zana, Hürriyet'teki açıklamalarında görülen yeni Leyla Zana'yı soldurdu... Gitti yeni Leyla Zana, geldi Kürtlerin sigortasının silah olduğunu söyleyen eski Leyla Zana!"
 Leyla Zana'daki bu tornistanı; "Adını vermek istemeyen üst düzey yetkililer"le görüştüm...
 "Adını vermek istemeyen üst düzey yetkililer"den biri bana dedi ki;
 "Leyla Zana, nihayetinde bir Kürt milliyetçisidir... Durduğu yer bellidir... Ama yine de kanın ve gözyaşının durması için siyasi çözümden yanadır.
 Ne var ki;
 Erdoğan'ı takdir eden sözlerinden sonra, büyük bir baskı altına alındı... Bir yandan Kürt tabanında karşılığının olmadığı söylendi, bir yandan da PKK'nın şahin kanadında bulunan Duran Kalkan gibi isimler sahneye çıkıp, dediler ki;
 'Askeri çözüm sürecindeyiz!..'
 Kandil'den ve BDP'den gelen bu baskılar altında Erdoğan'la görüşen Zana, PKK-BDP çizgisinden çıkamadı ve onların taleplerini dillendirmek zoruna kaldı.
 Üzerine çok geldiler, 'itibarsızlaştırmaya' çalıştılar. Onun, mahallenin psikolojisiyle hareket etmesini ve özellikle de, 'işbirlikçi' gibi bir damga yememek için, bu dili kullanmasını anlayışla karşılamak mümkün."
 SEKTÖRÜN TEKELCİ PATRONU!
 Gördüğünüz gibi, benim görüştüğüm; "adının açıklanmasını istemeyen kaynaklar" bunları söylüyor.
 Ömer Çelik gibi, AK Parti'nin "üst düzey yetkilileri" ise diyor ki;
 "BDP, Hükümet'in; Leyla Zana'yı değil, kendisini muhatap almasını istiyor!.. Kürt siyaseti adına farklı konuşanları ise ırkçı bir engizisyon ile mahkûm etmeye çalışıyorlar."
 Ya da, son referandumda olduğu gibi, "kendilerinden farklı düşünen" Kürtleri, "sahih Kürt" olmamakla itham eden, "diktatoryal bir dil" kullanıyorlar.
 Böylece, görülüyor ki;
 Amaçları, "barış, demokrasi ve siyasi çözüm" değildir!..
 PKK tarafından "hiçleştirilen" BDP, kamuoyuna karşı "her şeyin sahibi gibi" davranmaya çalışıyor. Kürt meselesini bir "sektör" olarak görüyorlar...
Ve, bu sektörün "tekelci patronu" olmaya çalışıyorlar!..
 Bu yüzden de;
"Demokratikleşme" adımlarını kendileri için, "bizim çıkarlarımıza ne kadar uygun" şeklinde değerlendiriyorlar.
Onlar için, "Kürt sorunu üzerindeki sektörel patronajlarını korumak" o kadar önemli ki; "sorunun çözülmesi" umurlarında bile değil!..
 O sebeple de;
Leyla Zana'nın, kendileri dışında bir inisiyatif başlatmasını, "kendi patronajları için tehdit" gördüler ve onu "mahkûm" etmeye çalıştılar.
 Ama, baktılar ki;
 Zana'nın "Kürt kamuoyu üzerinde bir karşılığı var"dır ve "güçlü"dür, hemen "görüşme sonrasını sahiplenmeye" çalıştılar.
 Açık söylemek gerekirse;
 "Kürtlerin hukuku"na sahip çıkmak için, en başta "PKK'nın asimilasyon politikaları"na karşı durmak ve "BDP'nin tekelci tutumu"nu masaya yatırmak gerekir..
 Gördünüz ya;
 Benim bir şey dediğim yok.
 "Üst düzey yetkililer" böyle diyor.
 AHMET ALTAN NEREYE?
 Son günlerde, "Hükümet muhalifliği" yapan sadece Wall Street Journal ve BDP'liler değildi elbette... Uzun süredir Taraf gazetesi ve özellikle de Ahmet Altan, otomatiğe bağlanmış gibi Hükümet'e ve Başbakan Erdoğan'a saldırıyor.
 Bu muarızlık; sonunda, gazetenin yazarı Kürt aydın Orhan Miroğlu'nu da isyan ettirdi.
 Miroğlu, Altan'ı şöyle itham etti:
 "Kendisini tekrarlayan yazılar yazmaya başladı... Yazıları eleştiri sınırlarını aşıp, bir paranoya ve sendroma dönüştü!..
 Ahmet Altan'ın yazıları, Taraf'ta değil, Aydınlık ve Cumhuriyet'te okuyabileceğimiz türden yazılar!..
 Erdoğan'ı Esad'a benzetmek, Davutoğlu'nu Osmanlılığı diriltmeye çalışan bir sadrazam olarak görmek ve göstermek, insafla bağdaşmaz!
 Neo-İttihatçılar silahlı kanat liderleri ve mütefekkirleriyle beraber şimdi Silivri'deler.
 Onları orada tutan irade AK Parti'nin ve Başbakan Erdoğan'ın siyasi iradesinden başka bir şey değildir.
 Ve eğer bu irade olmasaydı, bu irade, ülkenin en devrimci dinamiği olan İslami kesimle buluşmasaydı, bu buluşmaya güven duymasaydık, sahip olduğumuz bu düşüncelerle, hiçbirimiz bu ülkede kalmayı sürdüremezdik.
 Neo-İttihatçılar yenilgiye uğramasa ve kafalarına koydukları planları hayata geçirebilselerdi, sanırım sevgili Ahmet Altan da romanlarını çok uzak diyarlarda yazmak zorunda kalırdı."
 BUNALIMIN KAYNAĞI
 Orhan Miroğlu'nun da yazdığı gibi; Ahmet Altan, acaba niye "paranoya" içinde ve niye "sendrom" yaşıyor?..
Bu "sendrom"un temelinde "andropoz" hâli mi var, yoksa Mehmet Altan'dan dolayı bir "kuyruk acısı" mı?..
 Soruma cevap bulabilmek için, derhal bir "üst düzey yetkili"yi aradım. "Adını vermek istemeyen üst düzey yetkili" bana dedi ki;
 "Bu paranoya ve bunalımın altında senin de saydığın sebepler olabilir...
 Ama, şöhret hastalığını da unutmamak gerekir... Taraf, bir zamanlar; ellerine tutuşturulan belgelerle şöhret olmuştu... Tabii, Ahmet Altan'ın havası da binbeşyüzdü!..
 Ne var ki;
 Türkiye normalleşmeye başlayınca, belgeler kesildi, Taraf'ı kullanma dönemi sona erdi!... Bununla birlikte tiraj da düşmeye başladı!.. Abone hamleleri de tutmadı... Gazete güçlükle basılıyor, maaşlar zor ödeniyor!.. Borç desen gırtlağa dayanmış durumda!..
 Ne yapsın Ahmet Altan;
 Sağa-sola çemkiriyor ki; muhatap alınsın da, okuyucular geri gelsin!.. Yoksa; birileri ellerinden tutmasa ve kağıtlarını bedava vermese kapanmakla yüz yüze kalacaklar!.."
 GÜNAHI ONLARIN BOYNUNA!
 Bunlar doğru mu?..
 Valla bilmem!..
 Ama, "adını vermek istemeyen üst düzey bir yetkili" bunları söyledi bana...
Ben de, olduğu gibi yazdım...
 Bunların günahı da;
 "Üst düzey"lerin boynuna!
 Hem konuşuyorlar, hem "isim"lerinin yazılmasını istemiyorlar!..
 Demek oluyor ki;
 Hem "korkak"lar,
 Hem de "namert"ler!
 Kimbilir belki de; böyle bir üst düzey yetkili yoktur!..
 Gazeteciler uydurmuşlardır!..
 Benim uydurduğum gibi!..
 

Plajları da kaldıralım mı?
 Taraf gazetesi, geçenlerde "camilerden gıcık kaptığını" gösteren bir haber yapmış...
"Beyoğlu, camide Fatih'le yarışıyor" başlıklı haberde, Taksim Meydanı'nın yer aldığı Beyoğlu'nun, kilometrekareye düşen 11 cami ile Fatih'ten sonra ikinci sırada yer aldığı belirtilmiş!..
 Bu haberi yapan Taraf demek istiyor ki; "Taksim'e cami yapılmasın!.. Çünkü, mevcut camiler ihtiyacı karşılıyor!"
 Mu acaba?.. Doğrudur, Beyoğlu'nun "gece" nüfusu "248 bin"dir... Bu nüfusa da bu kadar cami yeter!..
Ama, ilçenin "gündüz" nüfusu, "2 milyon"a kadar çıkıyor...
 Ehh, camilere de daha çok "gündüz"leri ihtiyaç var... Geceleri, herkes evinde!.. O halde, "Taksim'e cami" şart!..
 Ama, yine de; "Taraf'ın mantığı"ndan hareketle, benim de bir teklifim var... Bir an önce "plaj"ları ve "yazlık"ları kapatalım... Plajlardaki "kum"ları da yıkayıp, inşaatlarda kullanalım!..
 Öyle ya; "yılda 3-4 ay" kullanılan ve "kış" aylarında semtine bile uğranılmayan "plaj"lara ne gerek var?..
 Aksini iddia eden, "cami"lere de sesini çıkarmasın!..

yeniakit

Bu yazı toplam 1055 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar