Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

200 yıllık macera ve ihanetler ve Serdengeçti..

SELAHADDİN ES- FOTO

Hele de 1800’lü yıllardan itibaren Osmanlı’nın artık iyice çöküşe geçtiği bir zaman dilimi.. Avrupa’da özellikle de fizikteki termo-dinamik kanunlarının ve buhar gücünün keşfedilmesinden, başta lokomotif olmak üzere diğer teknolojik yeniliklerin arka arkaya icad edilmeye başlanmasından sonra, müslüman toplumlarda bu ilerlemelerin ruhunu kavramak yerine, ’Biz adam olmayız..’ hayıflanması etrafında şekillenen ve Avrupa görmüşlüğü medenî olmak sayan bir sözde ’aydınlanma’ anlayışını frenlemenin giderek daha bir zorlaştığı bir dönem.. Tam bir ruhî hezimete uğramışlık hali.. Ziyâ Paşa’nın
’Mösyö- Pardon..’ diyerek eylersen feth-i kelâm, (söze başlarsan); Denilir her sözüne, aynı keramet gibidir../ Londra, Paris, Berlin ve Viyana’yı görmek,/ Kâbetullah ile Aqsâ’yı görmek gibidir..’
Ya da, ’İslam imiş devlet’e pâ-bend-i terakkî, (ilerlemeyi önleyen ayakbağı),/Evvel yoğidi, işbu rivayet yeni çıktı../ Milliyeti nisyan ederek her işimizde../ Efkâr-ı Frenge tebaiyyet yeni çıktı..’ gibi mısraları durumu en çarpıcı şekilde ortaya koyuyordu.
*
Çareler aranıyordu.. Bazıları, İslam’a göre yaşamak konusuna daha sıkı riayet edilmesi gerektiğinden sözediyordu. Ancak bunun nasıl olacağı hakkında sınırları çok belirli bir durum yok.. Kimileri, Asr-ı Saadet’e dönülmesini istiyor; kimileri, Kur’an ve Sünnet’in ruhunun yeni hayat şartlarına uyarlandığı bir İslamî anlayışı öngörüyordu.
Bir diğer kesim ise, bütün tebaanın, vatandaşların aynı Osmanlılık sıfatında birleştiği, eşit görüldüğü (bütün Osmanlı unsurlarını bir görmeyi esas alan) ’Anâsır-ı Osmaniyecilik’ çizgisine ağırlık verilmesini istiyordu. Nitekim, Sultan 2. Mahmûd, Osmanlı tebaı olanlar arasında bir ayırım yapılmaması gerektiğini bir fermanla teyid ediyor ve ’Tebaamdan olan müslümanları câmide, hristiyanları kilisede, yahudileri havrada görmek isterim..’ diyordu. Bunun dışında da, başka dinlerden olanları tahkir edici mahiyette isim ve sıfatlardan kaçınılması da emrediliyordu. Bu yüzden, dönemin eleştirici zekâsı, ’Bundan sonra ’gâvur’a ’gâvur’ demek yasak..’ söylemini geliştiriyordu.
Benzer düzenlemeler, 1839’da Sadrâzam Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda, ’Duvel-i Muazzama’nın (Büyük Devletler)’in sefirleri / elçileri huzurunda, yani bir bakıma onların dayatmasıyla okunan Padişah Abdulmecid’in Fermanı’nda da Osmanlı tebaı arasında hiç bir ayırım yapılamıyacağı, bütün tebaın musâvî/ eşit olduğu vurgulanıyordu.
Üçüncü bir grup ise, Garblılaşma/ Batılılaşma tarafdarı olan kesim idi; mustağribler, garb çarpılmışları.. Bu grubun görüşüne göre, Batı, herşeyiyle aynen kabul edilmeli idi. Bir medeniyet, ’İyisini alalım, kötüsünü almıyalım’ ayrımına tâbi tutulamazdı.
Halbuki, daha sonraların resmî ideolojisi olan türkçülük anlayışının fikrî çerçevesini belirleyen ve (kendisi Diyarbekr kürdlerinden olan) Ziyâ Gökalp, ’Türk milletindenim, İslam Ümmetindenim, Garb Medeniyetindenim..’ formülünü geliştirmişti, ama, o bile artık kenara atılmış ve bu üç görüşten ilk ikisi yenik düşmüş, sonuncusu galib gelmişti.
Hele de, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda ağır yenilgisi ve tarihin en büyük imparatorluklarından 625 yıllık bir imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesiyle yaşanan büyük sosyo-psikolojik travmadan sonra.. Garblılaşmak, asrîleşmek, bir teceddüd /yenilikçilik dini halinde dayatılıyordu, topluma..
O uygulamanın Lousanne (Lozan) Andlaşmasıyla dayatıldığı, bütün kanunların, değiştirildiği, Kur’an alfabesinin bile yasaklandığı, latin alfabesinin zorla dayatıldığı, halkın giyim kuşamının bile zorla değiştirilip, herkesin Avrupalılar gibi giyinmesi gerektiği yolunun açıldığı ve bu uygulamanın öncüsü olan M. Kemal’in, şapka giymeyi bile, ’adam olmanın şartı’ saydığı’ bir çılgın dönem..
*
Merhûm Osman Yüksel Serdengeçti’den bir konuşma yayınlanmıştı, 10 Temmuz günü, TRT-Türk’deki bir proğramda.. Söyledikleri doğruların anlatılması açısından, azdı bile.. Çünkü yaşanan zorbalığı, diktatörlüğü anlatıyordu. Bir malûm gazete, 12 Temmuz günü ’TRT’de yayınlanan bir belgeselde Atatürk’e, Cumhuriyet’in ilk yıllarına ve İsmet İnönü’ye hakaret dolu ifadeler yer aldı.’ yorumuyla verdi, bir kemalist taassubla..
Serdengeçti’nin konuşmasında şöyle diyordu: ’(…) Kardeşlerim, bir Peygamber sözüdür: ’Ey insan, nerede bir kötülük görürsen onu elinle, elinle önleyemezsen dilinle önleyeceksin, dilinle de önleyemezsen kalbinle takbih edeceksin.. (…) Tepeden inme, dışarıdan gelme yapılan birçok inkılaplar milleti allak bullak etmişti.
Paris sokaklarında yetişenler! Hukuk-u beşer beyannamesini ezbere bilenler!
Laiklik ve inkılapçılık perdesi altında yoksul Anadolu halkının imanını, vicdanını, hak ve hukukunu pervasızca çiğnediler. Kıtalara hükmeden, 3 kıtada asırlarca dimdik duran ecdadımızı, şurada, burada, halkevlerinde türlü kuyruklara sokarak tahkir ve tehvil ettiler (korkuttular, sindirdiler..)
Onlar kendilerini yarı ilah sayıyorlardı. Yapanlar onlardı, yaratanlar onlardı, partilerinden bahsederken şerefli partimiz diyorlardı. On yılda on beş milyon genç yaratmışlardı. O kadar ileri fikirli, o kadar ileriye gidiyorlardı ki; 400 yıllık mesafeyi, 20 yıla sığdırmışlardı. Herşey onlarla başlıyordu, şanlarla-şereflerle dolu koskoca türk tarihi onlarca, devr-i istibdad, kapkara Ortaçağdı.
Tam 27 yıl tanrılar gibi konuştular. Firavunlar gibi saltanat sürdüler. Yediler, içtiler, kustular. Bol harcırahlar, hususî vagonlar, yatlar, sürgün ettikleri Padişahların saraylarında şahane hayatlar.. Zevk, eğlence âlemleri.. Vur patlasın, çal oynasın! Hergün bayram, hergün seyran.. Altta kalanın canı çıksın. Altta kalan halktı, milletti, köylüydü. Amma nutuklarda, amma afişlerde ‘Köylü milletin efendisidir’ diye yazıyordu. Halkı ve köylüyü efendimiz sensin, efendimiz sensin diye soydular.’
Mâlum gazetenin, 32 sene önce vefat etmiş olan merhum Serdengeçti’yi linç ettirmek istercesine, (filan kişiye) ’Şok hakaret..’ diye verdiği bu sözlerin neresi yalandı? Batıcıların, batı çarpılmışlarının, bizim 200 yılımıza mal olan nitelikleri değil miydi, onun sözleri?
Merhûm Serdengeçti bir heyecan adamı olduğu kadar ince esprileriyle de biliniyordu. Hasta yatağında yüksek ateşten titreyerek yatarken, ziyaretine gelen Türkeş’in, ’Nasılsın Osman?’ sorusuna, türkçülerin ’türk, titre ve kendine dön..’ şiarıyla, ’Kendime dönüyorum başbuğum!.’ diye karşılık verecek kadar espritueldi. Sözlerinin, vefatından 32 sene sonra gündeme getirilmesi karşısında merhûm Necîb Fâzıl’ı bile mest eden o ince esprilerinden kimbilir, hangisini patlatırdı.
*

Bu yazı toplam 1294 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar