Tasavvuf'un İslam'a Verdiği Zararlar-III-

Kur’an ve Sünnete Aykırı Din Anlayışı

İddiâ olarak, hemen tüm tasavvufçular, sözlerinin "Kur'an ve Sünnetle kayıtlı" olduğunu ifade ederler. Meselâ, tasavvuf kitaplarında şu ifâde yer alır: "Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile, o velî olamaz." Bu tür sözleri, tasavvufun Kur'an ve Sünnet dairesi (şeriat) içinde olduğuna delil gösterenler olabilir. Ama, din anlayış ve yorumlarının bu ölçülere gerçekten bağlı olup olmadıkları herhangi bir tasavvuf kitabındaki ifâdeleri göz önüne getirince ortaya çıkmaktadır. Meselâ tasavvufun meşhurlarından en-Nablusî'nin vahdet-i vücûdun Kur'an ve Sünnetten alındığını söyler. Yeryüzündeki ve evrendeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve Sünnetten alındığını iddiâ edecek bir yaklaşım, sözlerinin ve eylemlerinin Kur'an ve Sünnete, yani şeriata bağlı olduğunu niye iddiâ etmesin? Örnek olarak Gümüşhanevî'nin şu sözlerine bakalım: "Şeriata muhâlif olan tarikat, dalâlettir, felâkettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnette uymazsa, fâsıklık ve zındıklıktan başka bir şey değildir." (Gümüşhanevî, Veliler ve Tarikatlarda Usûl, Pamuk Y. İst. 1977, s. 267). Bu ifadenin bir sayfa sonrasında yer alan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz?: "Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, mârifet de servetin başıdır." Şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? İslâm'ın bu ayrımını Kur'an ve Sünnet mi yapmıştır, Rasûlullah (s.a.s.) döneminde tarikat mı vardı ki, şeriatı (ya da dini) bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Bu anlayış, şeriattan (Kur'an ve Sünnetten) takvâyı çıkarmışlar, onu kendi anlayışlarıyla yorumlayıp tasavvuf ve tarikate mal etmeye çalışmışlar; fetvâ ayrı, takvâ ayrı demişler, takvâyı elde etmenin yolunun şeriatten değil; tasavvuftan geçtiğini dillendirmişlerdir.

Ve bu anlayışta şeriata aykırı, Kur'an ve Sünnetle bağdaşmayacak din anlayışlarını savunan nice yanlışlara şâhit oluyoruz. Birkaç örnek verelim: Tasavvufun en büyük hanım "velisi" Râbia şöyle der: "Ateşinden korktuğum yahut cennetini umduğum için Sana ibâdet etmedim. Sana sadece zâtın için ibâdet ettim." Yunus Emre'nin de bu anlayışı şöyle tekrar ettiğini biliyoruz: "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver onları / Bana Seni gerek Seni." Görülüyor ki, Rabia ve Yunus (ve onların bu sözlerini tasvip eden tasavvuf), Allah'ın mü'minlere sâlih amelleri için vaad ettiği cenneti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'ya "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" (2/Bakara, 55) dedikleri gibi, Allah'ın zâtını görmek istiyor. Hâlbuki hiçbir peygamber âhiret için böyle bir istekte bulunmamıştır. Kaldı ki, hayır ameller için mükâfat olarak Kur'an ve Sünnet cenneti vaad ederken, onları istememek veya Allah'ın zâtını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak değil midir? Bid'at ve sapıklıklara dalan kimi tasavvufçuların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhu'l-İslâm Ebussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemeyen, hem küçümseyen sözleri için "küfür" demektedir (Bak. Ebussuud Efendi, Fetvâlar, s. 87, Mesele 353, İst. 1972). Allah'ın örnek gösterdiği kadınlardan biri olan Hz. Âsiye'nin duâsını Kur'an öğretiyor: "Allah, mü'minlere de Firavn'un karısını misal gösterdi. O, 'Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zâlimleri topluluğundan kurtar' demişti." (66/Tahrîm, 11). Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'ında zikrettiği, mü'minlere örnek gösterdiği sâliha kadın Âsiye, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve duâ ediyor. Firavun'un eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Râbia ise, cenneti istemiyor... (İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 227-232) 

“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21). Bu âyette uydurdukları hurâfeleri Allah'ın dini, şeriatı gibi gösterenler reddediliyor. Onların, Allah'ın izin vermediği, râzı olmadığı dini kendilerine yasalaştıran, şeriat yapan, meşrû gösteren ortakları mı olduğu, inkâr tarzında soruluyor. Bu sorudan Allah'tan başka kimsenin din hükmü koyma yetkisinin olmadığı kesin şekilde anlaşılıyor. Zira Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah, insanların Kur'an'a uymayan geleneklerini din yapmalarına izin vermemiştir. Bu gelenekler, Allah'ın din hükümleri değil, şeytan öğütleridir. Allah böyle şeylerden râzı olmaz. Şâyet ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezalarını ertelemeyi veya âhirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hüküm verilip helâk edilirlerdi. Fakat Allah ezelî kararı uyarınca onların cezalarını ertelemekte, (hidâyetleri ve) uslanmaları için fırsat vermektedir. Onlar, zamanı gelince şiddetli bir cezaya çarpılacaklardır (S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 323-324).

Bir de şu ifâdelere bakalım: "Şeriat, tarîkat yoldur varana / Hakîkat, ma'rifet andan içeru." (Yunus Emre). Tasavvuf anlayışında, en azından yetersiz bir şeydir şeriat, başka şeylerle takviyesi gerekir. Yunus Emre'nin şu sözlerinde bu anlayış çok net görülür: "Mumlu baldır şeriat, yağı anın tarikat / Dost için yağı bala ya niçin katmayalar?"

Zâhir-Bâtın Ayrımı

Dinin bir zâhiri, bir de bâtını olduğu konusunda Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zâhir, avâm halkın nassların zâhirinden anladığı mânâdır. Bâtın ise, nasslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak şiaya göre imamlar, tasavvufçulara göre de velîler (evliyâ) bilir. Tasavvufçuların nassların bu şekilde bâtınî açıklanmasına hakikat, diğer zâhirî tarzda açıklanmasına şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir. Gazâlî'nin "Lâ ilâhe illâllah"ın avamın imanı, "lâ huve illâ huve"nin havassın imanı olduğunu söylediği bilinmektedir. Şeriat âlimlerine "zâhir ve kışır bilgisi âlimleri" deyişleri de meşhurdur. Şeriatta (yani tasavvufçuşara göre kabukta) kalmış olanlar, ibâdetlerini ve haramlardan kaçınmalarını cennet arzusu ve cehennem korkusu için yaparlar diye suçlanılır. Kendileri, cenneti küçük görme, onu istememeyi mârifet olarak görür ve gösterirler. Tabii ki şeriat kitabı Kur'an, bizden cehennemden sakınıp cenneti talep etmemizi ister, bizi cennete özendirir, azâbın dehşetinden korkutur.

Bazı tasavvuf kitaplarında ve günümüzdeki tasavvufçuların önemli bir kesiminde şeriat aleyhtarı gibi görünmenin doğru olmayacağı yaklaşımından, gerçek tasavvufun şeriata bağlılık olduğu slogan halinde tekrarlandığı da görülür. Ama, tuhaftır ki; şeriata bağlı kalmadan gerçek tasavvuf ehli olunamayacağı gibi ifadelerle, şeriatın hafife alınması, işin özünün şeriat aşılarak ulaşılabilecek hakikat olduğu gibi çelişkilerle beraber ifadelendirilir. Ve şeriatla, tevhidle bağdaşmayacak gavs, kutub gibi yarı tanrılar, tanrı özelliği gösteren kerâmet/olağanüstü haller sahibi kişilerin evliyâ kabulü, türbe ve bâtıl vesileye verilen önem, şefaatçilik gibi inanış ve anlayışlarla, Peygamberimiz'in yapmadığı şekilde zikir ve değişik ibâdetlerle bid'at ve hurâfeler şeklindeki uygulamalar değerlendirildiğinde, şeriatın kaynaklarıyla izah edemedikleri hususlar için de "keşif", "ilham", "rüyâ" gibi birçok gayr-ı meşrû delile sarıldıkları bilindiğinde, yukarıdaki sloganlarındaki samimiyetlerinin ölçülmesi için mihenk taşı olmalıdır. Tarihte, istisnâlar dışında medresede eğitim görmeyen, hattâ medresede okutulan ilimlere ve oradan yetişen âlimlere çatıp sataşan bir olumsuz tavırla tekkelere dolup tasavvufa meyleden kişilerin yine medrese vb. yerlerde ilim tahsil etmeyen ve âlim olmayı küçük görüp daha kıymetli olduğu yorumuyla ârif olmayı seçmiş, şeriatı küçük görüp şeriat bilgisi olmamasını fazilet gibi takdim etmiş kişilerin hocalığı altında ne kadar şer'î bilgiler almış olduklarını düşünebiliriz. Hele günümüzde daha çok avamdan insanların ya da şeriat bilgileri tahsil etmemiş farklı alanlarda yüksek tahsil yapmış az sayıdaki kişilerin şeriat bilgilerinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğu değerlendirilebilir. Bununla birlikte şeyhler tarafından bunlara ne derece şer'î eğitim tavsiye edilmektedir? Tavsiye edilen kitapların kahir ekseriyeti yine tasavvufçu kişilerin eseri, sohbetlerde atıfta bulunulan örnek kişilerin hemen hepsi o yolun yolcusu olduğu için, insanların şeriata bağlılığı ne kadar olabilecektir? Bazı muvahhid gençlerin tevhidî esaslarla bağdaşmadığını âyet ve hadisleri delil getirerek tasavvufçulara anlattığında hiç olumlu bir netice alınamadığı da, şeriatın en temel delillerinin bile onlara niçin etkili olamadığının altı deşilince, konuyla ilgili bahsettiğimiz problem kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

İşi biraz daha ileriye götürüp haramı helâl, helâlı haram ilân edenlere de rastlanır. Allah'ın dininde, şeriatta haram-helâl bütün müslüman kullar için sözkonusu iken, bunların din anlayışında bu haram ve helâller yalnız basit ve sıradan insanları (avâmı) bağlayan kurallar olarak sunulabiliyor ve kendilerinin bunlardan muaf olduğunu ileri sürebiliyor. Bu anlayış, kamuoyunda kabul görmediği için bunları tüm bu ekol sahipleri direkt olarak savunmazlar. Ama içlerinden bu anlayışta olanları inkâr da edemezler. Ayrıca, bu anlayışın temelini besleyen yaklaşımları hemen bütün tasavvufî kitap ve sohbetlerde bulmak mümkündür: Örneğin bir şeyhi içki içerken ve kadınlarla işret halinde gören mürîdin bu görünenlerin zâhir olduğunu düşümesi, bâtınında ise mübâreklerin kim bilir ne halde olduklarını düşünmeleri, şeyhinin yanlış yapma ihtimalini aklından bile geçirmemesi tavsiye olunur. Böyle olunca, helâl-haram hudûdu insana göre değişmiş olacaktır. Şeyhin şeriata aykırı sözleri ve davranışları varsa, mürîde düşen bunları güzel bir yolla tevil etmesi, tevil edemiyorsa "vardır bir hikmeti" demesi, ama kesinlikle eleştirmemesi, hatta hata olarak düşünmemesi gerekecektir. Ama, kendisi şeyhinin eline, ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi teslim olup her konuda itaat edecektir.   

Kaynağı itibarıyla şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zâhirî ve bâtını ikilemine râcidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zâhiri ve bâtını olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her âyetin ve her kelimenin bir zâhiri bir de bâtını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır.

Marifet ve Hakikat İddiası

Tasavvufçular dinin özü ve cevherine ulaşma iddiâları yanında onun hükümlerini küçümsemeyi ve onlara muhâlefeti bayraklaştırmayı da ihmal etmemişlerdir. Bu hükümleri zâhir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhâlefetin çok önemli olmadığı, önemli olanın cevher ve öz dedikleri mârifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir. Onun için bunlar arasında kemâle erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini düşünenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hükümlerin avam insanlar için olduğunu söylemekten kendilerini alamamaktadır. Nitekim günümüzde de aşk, sevgi, mârifet, hakikat, hümanizm ve hoşgörü sloganları arkasına sığınan ve dinin hükümlerini gözardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat çevreleri bulunmaktadır.

Bu çevreler, yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır. Bir-iki örnek verelim: "Namaz (sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elini, oruç sol elini, zekât ve sadaka sağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kötü ahlâklarından ileri gelen hastalıklarla mâlul olduğunda asla fayda vermez. Bir hâzik hekim demek olan mürşid-i kâmilin ilâcına muhtaçtır."; "Buyurmuşlardır ki, ibâdetlerin yükte ağır, pahada hafifi ve pahada ağır, yükte hafifi vardır. Abdest, namaz, oruç, hasenât ve her ne kadar zâhirî ibâdet ve tâat varsa, bunların hepsi yükte ağır, pahada hafiftir. Allahu Teâlâ'nın rızâsı, Rasûlullah (s.a.s.)'in sünnetleri ve mürşidin sözleri de, eski bakır gibi yükte hafif ve pahada ağırdır." (el-Hac Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftâhu'l-Kulûb, s. 229, 300)

Toplumda birtakım insanlar tarafından "kalbim temizdir, kalbime bak. Önemli olan kalp temizliğidir" gibi sözlerin kullanılmasının kaynağı, bu nevi tasavvufî hikmetler(!) olsa gerek.

Muhammed Nazım Kıbrisî, ilim ve âlimi şu şekilde küçümsemekte ve aşağılamaktadır: "Ali başka, veli başka. Dünyada ne kadar âlim varsa, o âlimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur... Öteki ulemâların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupa'nın papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar... İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. Lâkin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bîhaberdir. Kalpte olan ilim ledunnî ilimdir. Ledunnî ilmi papazlar alamaz." (M. Nazım Kıbrısî, Tasavvufî Sohbetler, s. 90). (Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğunun bu ilme dayandığı Ledunnî ilim, şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek doğru olmaz. İslâm akaidiyle ilgili kitapların hemen tümünde yer alan "ilmin kaynakları" arasında bu tür ilim yoktur. Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybdan gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.) "Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtarmadı. Zira ilmi gırtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine inmemişti. (Fâsit kıyas yaptı ve cennetten kovuldu)." (Ali Erol, Hâtıratım, s. 66). "Bilmiyorsanız ehl-i zikir (âlimler)'den sorun" (16/Nahl, 43) âyetindeki ehl-i zikirden maksat, evliyâullah hazerâtıdır." (Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musâhabe, 6/145) (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 272-273).  

Hızır Anlayışı ve Bâtıl Çıkarımlar

Tasavvufçular, Kehf Sûresinde geçen Hz. Mûsâ ile "sâlih kul" arasındaki kıssadaki sâlih kulu Hızır adında bir ermiş kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif etmiş ve tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakikat âlimlerinin bazı davranış ve sözlerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemişlerdir.

Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde kıssası anlatılan kişinin Hızır olduğu müfessir ve âlimlerinin ekserisine göre kabul edilir. Hızır: Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi ve Allah’ın rahmetine muhâtap bir şahsiyettir.

Kur'ân-ı Kerîm'de, Hızır (a.s.)'ın isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kıssadan "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (18/Kehf, 65) diye sözü edilen şahsın Hızır (a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir (bk. Buhârî, İlm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).

Bu rivâyetlere göre bir gün Hz. Mûsâ İsrâil oğulları arasında vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Musâ: "Hayır, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından sâlih bir kul olan el-Hadır (Hızır)'ın kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır'ı bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı.Görüştüklerinde; Musa’nın (a.s.) aklının ermediği ve her defasında kabulü mümkün olmayan pek çok iş yapan bu kişi sonuçta yaptıkla-rının sebeplerini açıklayarak haklılığını ortaya koyar ve Hz. Musa'ya da; "Ben bunları kendiliğimden yapmadım" der (18/Kehf, 65-82).

İslâm âlimleri Hızır'ın peygamber, velî veya melek olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Onun nebî olduğunu söyleyenler Allah tarafından kendisine rahmet ve İlim verilmiş olmasını (18/Kehf, 65). kıssada anlatılan işleri kendiliğinden yapmadığı yönünde açıklama yapmasını (18/Kehf,  82), vahiy ile yönlendirilmesini, sahip olduğu bilgiler dolayısıyla Mûsâ'dan üstün bir konumda tanıtılmasını delil gösterirler. Hızır'ın velî olduğunu kabul edenler ise ona verilen bilginin doğrudan Allah'tan gelen bir ilham olabileceğini söylerler. İbn Teymiyye. Hızır kıssasını ileri sürerek velîlerin şeriatın dışına çıkabileceklerini söylemenin yanlış olduğunu kaydeder. Ona göre Hızır'ın Mûsâ'nın şeriatının dışına çıkmadığı, yaptığı işlerin gerekçesini söylediğinde Mûsâ tarafından onaylanmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca Hızır'ın nebî kabul edilmesi durumunda Mûsâ'nın ümmetinden olmadığını, dolayısıyla onun şeriatına uymakla yükümlü bulunmadığını da söylemek gerekir (Risâle fi’l-Ilmi'l-Bâtın ve'z-Zâhir, s. 250). Hızır'ın melek olduğu iddiası (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 429) pek taraftar bulmamıştır. Genellikle tasavvuf erbabı onun velî olduğunu, kelâm, tefsir ve hadis âlimlerinin çoğu da nebî olduğunu düşünür.

Tasavvufçular peygamber değil; Hızır adında bir velî kabul ettikleri "sâlih kul"a Hz. Mûsâ'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır'ın (Kur'an'daki geçen ifâdeyle "sâlih kul") vahiy, ilham, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemişler ve ilimlerinin büyük birçoğunu buna binâ etmişlerdir.

Hızır'ın kıyâmete kadar yaşadığını, şeriat ilimlerinden ayrı olan bâtınî ilimlere sahip olduğunu, peygamber olmayıp veli olduğunu, peygamberlerden gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine ledunnî ilim dedikleri bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber'in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddiâ etmişlerdir. Nitekim, "veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir..." diye iddia etmişlerdir.

Yine, veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velileri de şeriatın zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliya yahut tasavvufçuların şeriat (zâhirî) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu dolaylı olarak iddiâ etmişlerdir. Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.

Tasavvufçuların inanışına göre; Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir (Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr). Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir (Kuşeyrî). Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur (Bk. birçoklarıyla birlikte Hucvirî). Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir (Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî). Ölü insanları diriltme kabiliyetine mâliktir (Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa). Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir (Bk. Serrâc, İbn ül-Arabî ve birçokları). İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler, yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın daha ziyade bir velî hüviyetinde düşünüldüğünün en açık alâmetlerindendir. Şüphesiz tasavvuf çevrelerinin Hızır'a verecekleri sima da bundan başkası olamazdı (s. 87-88).

Hemen her mutasavvıf zımnen de olsa, Hz. Mûsâ yanında Hızır'a daha üstün bir mertebe tanıdığını imâ eden ifadeler kullanmaktan çekinmez. Çünkü onların nazarında Hz. Mûsâ Şeriatı, Hızır ise, tasavvuftaki en üst mertebeyi, yani Hakikati temsil etmektedir.

Tasavvufçular, Hızır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyâmete kadar yaşayacağını, peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledünnî ilim dedikleri bâtınî bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber’in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim, veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ, peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.

Tasavvufçular, veli olduğu halde Hızır, nasıl peygamber olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliyâ yahut tasavvufçuların şeriat (zâhir) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.

Meraklarımızla da imtihan olunmaktayız. Kur’ân-ı Kerim, özü ilgilendirmeyen bazı konularda ayrıntıya girmez, boşluklar bırakır. Gereksiz teferruatla uğraşılıp tevhidî mesajın gölgelenmesine rızâ göstermez. Kıssalarda bizi fazla ilgilendirmemesi gereken bazı boşluklar bırakılır. Böylece merakımızı ne yönde kullanacağımız test edilir. Bu boşlukları Kur’an bütünlüğüne ve tevhid mesajına uygun yorumlarla mı dolduracağız, yoksa gereğinden fazla önem vererek ya da Kur’an’a ters ve temel tevhid mesajına uymayan te’vil, yorum ve  kabullere mi dalacağız, bu sınanır. Bir grup taassubu, bir zayıf ve hatta uydurma hadis rivâyeti, İsrâilayat merkeze alınarak Kur’an’a ters yorumlarla bu boşlukların doldurulduğu tarihî miras ve güncel tavır olarak çokça karşılaşılan bir durumdur. Hızır kıssasındaki açıklanmayıp imtihan sorusu olarak boş bırakılan ve yoruma gerek görüp görmeyeceğimiz, gerek görüyorsak hangi ölçülerle yorumlayacağımız konusu da böyledir.

Öyle bir Hızır inancı var ki toplumda, bu inancın tevhidle uzaktan yakından bir bağlantısını kurmak mümkün değildir. Ölümsüz, tanrısal özellikleri olan, (Kur’an’da “kullarımızdan bir kul” -18/Kehf, 65- denildiği halde) kulun imdadına yetişen, her yerde bulunabilen ve her kılığa girebilen, insanlara bereket ve bolluk saçan ya da kahredip helâk eden insanüstü bir varlık. İşte deyimlerden bazıları: “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.”, “Hızır gibi yetişti”, “Hızır gibi imdat etmek”, “Hızır Âcil Servis.”

Hızır genellikle ak sakallı, nûrânî yüzlü, uzun boylu, merhametli, cana yakın ve tatlı dilli bir kimse şeklinde tarif edilmiştir. İnsanlar artık Allah için infak etmek yerine Hızır’ın şerrinden, helâk etmesinden korkarak ya da daha ağırlıklı şekilde onun, kişinin dünyasını zenginleştirip maddî yönden kendisini ihyâ etmesini, malını bereketlendirmesini isteyerek, yani Hızır rızâsı için ve ondan ödül bekleyerek ancak fakirlere sadaka vermeyi düşünebiliyor. Öyle ya, Hızır yoksul, üstü başı dağınık, elbisesi kirli, kendisi hasta, zayıf, âciz, hatta zaman zaman nefret edilecek kadar çirkin biri gibi görünür ve insanları dener; böyle perişan bir kişiliğe bürünerek sadaka ve yardım isteyebilir. Onun için halk: "Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil" diye birbirine tavsiye eder.

Baharı Hızır getirir. Çiçekleri o açar, yeşillikleri onun attığı adımlar bitirir. Bunca insanüstü işi başaran Hızır, nedense bu konuda bir başkasına ihtiyaç duyar. Baharı getirme konusunda ona bir ortak da gereklidir; İlyas’la koalisyon yapması, onunla buluşması lâzımdır. Hızır ile İlyâs’ın her sene dünyaya bahar getirmek için buluştuklarına inanılan günde bayram yapılır, Hıdrellez (Hızır-İlyas) kutlanır. Kutlanırken biraz şamanizmden, biraz ateşe tapan Mecûsilerden, biraz eski şirk unsurlarından inanç ve âyinler de katılır. Bu gün halk Hızır'ı görmek için genellikle bir yerde toplanır, baharın yeşilliğinde ona rastlayacağına inanır. Onun için bu güne Hıdrellez, Hızır'ın görüldüğüne inanılan bu yerlere de "hıdırlık" adı verilir.

İstediği kılığa girebilen bir kişi olarak tasavvur edilen Hızır darda kalanlara yardım eden, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bolluk ve bereket bağışlayan, müslüman askerlere yardım için savaşlara katılan bir şahıs olarak kabul edilir. Deyimlerde, destanlarda yüceltilip putlaştırılır. Ninnilerde Hızır'ın taş bebeğe can vermesi, yola giden çocuğun elinden tutması, eşiğine (kapısına) gelmesi ve uğur getirmesi istenir. Bilmecelerde Hızır'ın kılıç salması, bir değnekle dağları oynatması gündeme getirilir.

Hızır adına yapılan şenlik olan hıdrellez günlerindeki törenlerde, âdet ve geleneklerde Hızır’dan şifâ ve sağlık talebi yapılır. Ondan uğur, bereket ve bolluk istenir. Mal-mülk, mevki ve servet talep edilir. Kısmet ve talih açması istenir.

Tasavvufun inandığı ve topluma tanıttığı Hızır tipinde ciddi problemler vardır. Bu zümrelere göre Hızır, gerçek fizyonomisini değiştirebilme, sonsuz değişik kalıplarda görünme kabiliyetine sahiptir. İhtiyar veya genç bir adam, bir çocuk olabilir; kuş ve tavşana varıncaya kadar çeşitli hayvan biçimlerine de girebilir (Bk, Kuşeyrî, Gazzâlî, Attâr). Göz yumup açıncaya kadar çok uzak mesafeleri aşabilir (Kuşeyrî). Yardımına ihtiyaç duyulduğu zaman, hiç umulmadık bir anda görünüverir ve işini bitirir bitirmez, yine öylece âniden kaybolur (Bk. birçoklanyla birlikte Hucvirî). Tabiattaki varlıkları kendi emrine alabilir, onları kendi hizmetinde kullanabilir (Birçoklarıyla birlikte Hucvrirî). Ölü insanları diriltme kabiliyetine mâliktir (Bk. Menâkıb-ı Mahmud Paşa). Havada, boşlukta yürüyebilir; Su üstünde batmadan dolaşabilir (Bk. Serrâc, İbnül-Arabî ve birçokları). İşte bu sayılan fevkalâde kabiliyetler, yahut tasavvufî deyimle kerâmetler, Hızır'ın velî hüviyetinde düşünüldüğünden dolayıdır. Onun için uygun görülen bu özellikler, velî (evliyâ) kabul edilen başka zatlar için de benzer özelliklerin düşünülüp atfedilmesine de sebep olmuştur. Aslında tasavvuf anlayışındaki Hızır mitolojisi, Abdallar-Kırklar mitolojisinin bir uzantısıdır.

Kur’an ve Sünnetin tanıttığı Hızır böyle biri değildir. Kur’an ve Sünnet, olağanüstü özellikleri olan bir Hızır’dan ve özellikle tanrısal yönleri bulunan insanüstü birinden bahsetmez. Kur’an’ın anlattığı kişi, Allah’ın “rahmet verdiği” ve “kendi katından ilim öğrettiği”, yani vahiy yoluyla bilgilendirilen, nübüvvet rahmetiyle nimetlendirilen bir zattır. Kur’an ve Sünneti tek ölçü kabul eden, tevhidle bağdaşmayan tüm yorum ve açıklamalardan gönlünü ve zihnini temiz tutan muvahhid mü’minlere selâm olsun!    

Rabbim, bu yanlış inanç ve öğretilere nasılsa inanmış olup hakikati öğrendikten sonra “vazgeçtim yâ Rab!” diye tevbe edip arınmak isteyenlere her yönüyle yardım etsin.  Sözün güzeline tâbi olup Allah’ın hükmü için “dinledik ve itaat ettik” diyen, o hükme alternatif aramayıp Kur’an ve Sünnet’i yeterli gören kullara selâm olsun!

islamvehayat

Bu yazı toplam 2674 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar