İbrahim Küçük

İbrahim Küçük

Sünneti Yaşamak Fıkhı Terk Etmek midir?

Özellikle Türkiyeli müslümanları en başa alarak; İslam ümmeti bu çağdaki gibi hiçbir çağda bu derece ilmi dayanaktan yoksun söylem ve felsefelere esir edilmemiş ve esir olmamışlardır dersek hatalı bir ifade sarf etmiş olmayız. Neden Türkiyeli müslümanları en başa aldık diye sorulursa, cevaben; Varis ulemanın gerek katl gerekse zulüm ve sürgün yöntemleriyle susturulması bu toplumun müslümanlarını tevhidi, ilmi bilinç açısından yetim bırakmıştır.
Varis ulemanın yokluğu ile rahat bir nefes alan rejim uleması sarık görünümlü kavukları ile Firavuni sisteme itaati kitap ve sünnetten getirdikleri delillerle(!) vaaz ve nasihat ettiler. Bu nasihatlere rağmen varis ulema Sünnetullah gereği hiç eksik olmadığı için kısık sesle de olsa vahyi tebliğ etmiş azda olsa takipçileri olmuştur. İzlerin, uçların bir birine böylesine karıştığı bir toplumda ister istemez ilmi usullerle bağdaşmayan görüşler toplum içerisinde yer edinebilmiştir. İslam'a karşı sözde bir İslam ile mücadele her zamanki gibi devam ede gelmiştir.
Kur"an"ın metnine dokunamayan şeytani eller farklı metotlarla İslam"ı tahrip etmeye kalkışmışlardır. Fıkhın, sünnetin dışında, sünneti, Kur"an"ın dışında olduğunun zannını sözde ilmi ispatlarla ortaya koyanlar ve buna tabi olanlar kirli bir felsefenin içerisinde kalmışlardır. Bu kirlilik sünnet adına fıkhın ve usulün katledilmeye çalışılmasını doğurmuştur ve bahsi geçen katl mevcut toplumda kimileri tarafından şeytani bir şuurla, kimileri tarafından da sünneti yaşama adına samimi bir tutumla gerçekleştirilmeye çalışıldı. Hatta kimileri de cahilane hurafelerle hareket ederek sünneti icra etme zannı ile fıkhı da sünneti de katl etmiştir.
Sünneti yaşama gayreti veya sünneti icra etme adına ümmetin İslam"ı maksadına uygun bir şekilde yaşayabilmesi için şart olan fıkıh ve fıkıh usulünü askıya alarak bulanık suda gerek art niyetle gerekse iyi niyetle gezinen taifeleri sıralarsak;
1 - Rejim Uleması
2 - Ehl-i Bidat Taife
3 - Selefi Olabilme ve Avamdan Farklı Olabilme Adına Davrananlar
4 - Tekfirci Taife
Hiç şüphesiz bu maddelemeyi çoğaltmak mümkündür. Ancak bizim bu dört maddeyi zikretmemizdeki sebebi diğer taifelerinde bir şekilde tâli yollarla bunlara bağlanmış olduğundandır. Yazımızda her maddeye kısada olsa değinsek de özellikle üçüncü maddede daha da yoğunlaşacağız. İnşallah. Çünkü hem konu başlığımızın alanı içine üçüncü maddedeki taifenin daha çok yer edinmiş olması hem de dini ikame ve tevhidi şuur noktasında seviye elde etmiş mü'minlerin bu madde içerisinde değerlendirilmesi gerekliliğindendir. Sünneti yaşama adına fıkhı katletmede suikasti davranan tek taife;
1 - Rejim Uleması
Denilebilir ki: "Rejim ulemasının sünnetle fıkıhla işi nedir?". Evet! Hakk"ı hakk ile, Kur"an"ı Kur"an ile Peygamberi peygamber ile boğmaya kalkmak, bertaraf etmek rejim ulemasının asli metodudur. Belli bir usul ve kaide zincirleri ile ümmetin en detay meselelerinde bile belirginleştirici ve ayrıştırıcı İslam fıkhını izale etmek isteyen rejim uleması sünneti ve hadisi kullanmaktan hiç vazgeçmemiştir. Hatta zaman zaman dört mezhebten de istifade ederek fıkıh, sünnet, hadis verileri ile İslam"ı indiriliş maksadından saptırarak belli amaçlara ulaşırlar.
Amaçlarının ilki; pasifize edilmiş ve devlet siyasetinden arındırılmış, içi boşaltılmış bir "İslam akaidi" ile yaşayan ümmetin sırtından Nemrudi sistemleri nemalandırmak sureti ile dünyevi saltanattan pay elde etmektir. Bütün bunları yaparken de temelde iki şekilde hareket ederler.
Birincisi; İslam"ın indiriliş maksadına uygun İslam Hukuku"nu ömürlerini vakfederek belli bir usulle yerli yerine oturtmuş varis ulemayı küçümseyerek, O mübareklerin hakkında şaibeler oluşturarak tahrifata meyletmektir. Fıkıh ulemasının hadisin dışında seyrettiğini iddia ederek işe başlayacaktır. Kitap ve sünnet söylemiyle işe başlayıp, Fıkhın sanki bu ikisinin dışındaymışçasına sunumlarla önce sünneti fıkıhtan ayırmaya başlayacaktır. Çünkü; Rejim uleması İslam"ı Nemrudi sistemin nemalandığı bir hale dönüştürebilmek için sünneti (hadisi) fıkhın koruması altından çıkartmaya kendisini mecbur hissedecektir. Böylece eline aldığı bir hadisi kendince yorumlayabilecektir. Hatta fıkhın yokluğundan istifade ederek hadis usulünü de kolayca rafa kaldıracak, hadislerin sıhhati konusunda da güya akılcı sorgulamalarla hadis uleması ve hadis ilmi üzerinde şaibeler oluşturup her şeyi "Kur"an"da vardır ya da Kur"an"da yoktur" ifadesi ile şekillendirecektir. İşi o dereceye taşıyacaktır ki; başörtüsü farziyetini inkar edebilmek için "Kur"an"da saç örtüsü yoktur" lafzını sarf ediverecektir.
İkincisi; Rejim uleması sünneti değerlendirirken, sünnetin yaşanmasından bahsederken oturup kalkma, çevreyi temiz tutma, ağaç dikimi tavsiyesi gibi noktalardan öteye geçemeyen anlayışlarla hareket ederler. Bu tip alanlarda son derece muttaki olunması gerektiğinden bahseden rejim uleması siyasi bir meselede Resulullah(s.a.v)"in açık bir emri ile karşılaşınca da birden müstehab, sünnet, vacib gibi kavramları unutuverecektir. Hatta haram helal gibi konular dahi asliyet ve furuat bağlamında sümenaltı edilecektir. Resulullah(s.a.v)"in merhametini anlatırken zulmen katledilmiş İslam ümmetinin kadın ve çocuklarını göremeyip tevhidi direniş esnasında, ölmüş yahudi çocuklarına ağlarken, başörtüsüne uzanan eli savaş sebebi saymış Resulullah(s.a.v)"in tesettür hassasiyetini görmezden gelip başörtüsünü furuattan sayarak, sünnetin içerisindeki merhamet havuzundan nemalanıp sünnetin içerisindeki fıkıh ve izzet deryasını rahatça kirletmeye kalkışmıştır.
Kur"an"ı bir hayat nizamı kitabı olmaktan çıkarıp ahlak, ibadet ve ölülere okunan dua kitabı seviyesine indirmeye çalışan satılmış ulema her türlü veriyi kullanarak vazifesini icra edecektir. Ama bilinmesi gereken şudur; Belamsız, Karunsuz, Hamansız Firavun olmadığı gibi Musa(a.s) direnişi ile karşılaşmayan Firavunda olmayacaktır. Nemrudun, Firavunun ve Ebu Cehillerin mirasçısı tağuti müstekbirlere Allah-u Teâla her zaman için İbrahimi, Musevi ve Muhammedi varislerde gönderecektir, göndermiştir.
2 - Ehl-i Bidat Taife
Asli konumuzla çok ilgi olmaması hasebiyle kısaca değineceğimiz taife; ehl-i bidat taifesidir. Saltanat rejimlerinde, saray uleması eliyle protokollendirilmiş ve törenselleştirilmiş İslam"ın(!) miras kalmasıyla ve cahilane hurafeler kuşatması ile cahil halk kitleleri bu taifenin en büyük payını oluşturur. Resulullah(s.a.v)"in mescid fıkhına ve cemaatle namaz fıkhına bakmazsızın sözde sünnet sana geldikleri amellerle yüzlerce sünneti ve fıkhi hükmü katlederler. Sahih sünnette mesnedi olmadığı için fıkıhta da yeri olmayan sözde dini uygulamaları icra ederek gazel, şiir ve naatlara verdikleri önemi ya da Kur"an mukabelesine gösterdikleri hassasiyeti Kur"an"ı ve sünneti anlayıp yaşama noktasında göstermezler. Misal; mescid de vaktin farzına durmak üzere olan cemaate uymanın gerekliliğini bilmedikleri için cemaat farza durduğunda vaktin ilk sünnetini tadile uymaksızın alelacele kılıp güya cemaate de yetişme hazzı ile namazlarını eda ederler. Oysa sünnetteki uyarılara binaen farz eda edilirken nafilenin tahrime oluşturacağını ve yine tadili erkanı olmayan nafilelerin ifsad olup kazasının vacib olacağını bilmedikleri için sünneti icra adına fıkhı katlederler. Fıkıh katledilince de doğal olarak sünnet iptale uğrar. Çünkü fıkıh, sünnetin nasıl icra edileceğini belli bir usulle izah eder.
Bidatleri sünnet sanan bu taife doğal olarak sünnetleri de bidat sanacaktır. Mescid de sünnete uygun davranan bir mü"mini de rahatlıkla ehl-i bidat taifeden olmakla itham edecektir. En büyük musibetlerden biri olan cahillik musibetinden kurtulmak için "kadın erkek her mü"mine ilim farzdır" Nebevi buyruğunu çokça ciddiye almak gerekmektedir.
Yukarıda bahsi geçen iki taifeye geçmiş yazılarımızın satır aralarında da değindiğimiz için konuyla ilintili olan kısımlarına kısaca değindik. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi üçüncü madde üzerinde yoğunlaşacağız. Aşağıda bahsedeceğimiz bu taifeye önem vermemizin bir sebebi de; sünneti işleme adına fıkhı ihlal eden bu mü"minlerin diğer iki taifeden niyet ve davranış olarak oldukça beri olduğundandır. Aynı zamanda tevhidi şuura haiz mü"minlerin çokça yer aldığı bir taife olmasındandır. Zahiren niyetleri ise; gerçekten İlahi rıza adına sünneti yaşamaktır. Allahualem. Ancak "Eksik bilgi yanlış istikamete götürür" kaidesince sünneti ve fıkhı anlamada ya da uygulamada usul ve bilgi eksikliği pratik hayatta tıkanıklıklara sebep olmuştur. İlerleyen hayat sürecinde iki-üç yılda bir keskin virajlarla dini anlayış ve pratize ediş açısının değişmesi de yine bununla alakalıdır. Konuya madde başlığı altında devam edersek, sünneti yaşama adına fıkhı ihlal etme ile karşı karşıya kalan, bunu yaparken de samimi niyetler taşıyan taife şunlardır:
3 - Selefi Olabilme ve Avamdan Farklı Olabilme Adına Davrananlar
Türkiye coğrafyasında tüm baskılara rağmen varis ulemanın etkisi ve 1960"lı yıllardan itibaren kaynak nitelikli eserlerin Türkçe"ye tercüme edilmesiyle birlikte, tevhidi şuur noktasında yetkin ancak ilm-i usul noktasında nakıs mü"min bireyler çeşitli fikir akımlarının da etkisiyle pratik hayatta dinlerini yaşama ve koruma çabasına farklı metotlar geliştirdiler. Rejim uleması ile varis ulema arasındaki farkı gayet iyi anlayabilen bu taife hem rejim ulemasına tavırlı hem de rejim ulemasına cahilane tutumlarıyla pirim veren avama da kırgındır. Hatta zaman zaman halkın tamamına yakını kimilerince tekfire uğramıştır. Bu durum üçüncü taife içerisinde yer alan mü"minleri iki kalıba zorlamıştır.
Birincisi; kişinin, kendisinin tahkik yolu ile vardığı akaidi netciden hareketle avamın taklidi akaidinden beri olup ve buna binaen amelen de ayırma zorunluluğunu kendinde hissetmesidir. Nasıl ki imani esasları avamdan ayrı bir şekilde algılayıp daha sağlam ve şuurlu yönlerde değerlendiriyorsa, ibadi meseleleri de yine avamın üzerinde bir algıyla algılayabilmiştir. Bu tutumun özellikle namaz pratiğinde ortaya çıkmasının altında da bu düşünce yatmaktadır. "Namazımın şuurunu avamdan ayırdığım gibi şeklini ve fıkhını da ayırmalıyım" düşüncesi kişiyi ikinci kalıba zorlayacaktır. O da; selefi olabilme zorlaması şeklinde tezahur edecektir. Gerek rejim ulemasının tabi olur gibi gözüktüğü gerekse avamın nezdinde kıymetli bir yeri olan fıkhi mezheb imamlarının duruş noktasını kendi duruş noktası ile eşitlemeye çalışacaktır. Fıkıh adına rahatça konuşabilmek için gerçekleştirmeye çalıştığı bu eşitlemeyi yaparken fıkhi mezheb ulemasının yakalamış olduğu ilmi seviyeyi yakalamak yerine, biraz ayakuçlarına basarak hafifçe suni bir yükselme ve birazda Ebu Hanefi(r.al) gibi fıkıh ulemasını aşağıya asılma yolu ile eşitlik sağlamaya çalışacaktır. Böylelikle kişi kendisini selef makamına oturtup hadislerle direkt amel etme yetkinliğine(!) geçiş yapacaktır. Bu durum kendisini avamdan ameli tarzlarda da ayıracak bu tarz ayrılığı da akidevi ayrılığa kendince delil teşkil edecektir. Ancak gariptir ki hadislerle amel etme yönü çoğu zaman namazın dışına çıkamayacaktır. Namazlarının edasında takip ettiği hadislerle amel etme metodunu abdest, gusül ya da zekât işleminde pratize edemeyecektir, etmemiştir. Ticari ortaklık, nikah, miras hukuku gibi alanlarda dinini yaşarken tahkik ile amel etmede ne avamdan ayrılabilmiştir nede fıkıh ulemasını takipten. Daha doğrusu, avamdan ayrılma gereği hissedilmemiştir. Bu tutumun sadece namazla sınırlanmış olmasının sebebi; namazın pratik hayatta en sık işlenen ve en zahir ibadet olmasındandır. Hal böyle devam ederken fıkha tahkikle yaklaşıp belli bir usulle dinini ikame etmeye çalışan mü"minlere de hafifçe yukarıdan bakılması şu soruları ister istemez akla getirecektir; Fıkıh sünnetin ne kadar dışındadır? Özellikle mezheb imamı fakihler selefiyenin ne kadar dışındadır? Yine aynı fakihler ne kadar hadis yoksunudur(!)? Diğer yönden sorarsak; Selefi davranma ve avamdan farklı olma adına Kütüb-i Sitte hadislerinin dışına çıkamayan bu taife Kütüb-i Sitte hadisleri ya da Rudani hadisleri ile fıkhi meseleleri çözebilme noktasına ne kadar mahir olabilirler? Sünneti Kütüb-i Sitte"den ibadet sananlar, Kütüb-i Sitte hadislerinin tekrarlar çıktıktan sonra on bin civarındaki hadis sayısı ile yüz binlerce meseleyi nasıl çözecektir? Çünkü İslam namazda ellerin nasıl kaldırılıp nasıl bağlanacağını izah eden bir dinden ibaret değildir. Yine İmam Buhari(r.al)"in "Ben sahihlerin hepsini buraya toplamadım" sözü ile anlaşılan odur ki; sahih hadislerin tamamı ne Buhari de nede Müslim de toplanmıştır. Aynı zamanda her hadis imamının hadisi sahih sayma şartlarını belirlerken farklı usuller takip ettiğini biliyoruz. Buna göre hadis ile amel etme adına fıkıh yok sayılırken şunu da bilmek gerekir ki; sahih denilen hadis hangi hadis imamına göre sahihtir. İmam Müslim(r.al)"e göre sahih olan bir hadis usul gereği İmam Buhari(r.al)"e göre sahih olmayabilecektir. Ya da İmam Ebu Davud(r.al)"e göre sahih olan bir ahkâm hadisi İmam Müslim(r.al)"a göre sahih olmayabilecektir. Hal böyle olunca İmam Ebu Davud(r.al)"deki hadisi İmam Müslim(r.al) sahih kabul etmediğinde ehl-i hadislikten çıkmazken aynı uygulamayı İmam Ebu Hanefi(r.al) yapınca neden Ebu Hanefi(r.al) fıkıh adına hadisi feda etmiş ehl-i rey sayılmaktadır? Yine bilgi eksikliği ile değerlendirilip hadis usulündeki zayıf, hasen, garip hadis gibi kavramların karşılığına Türkçe"deki zayıf, garip kelimelerinin lügat karşılığını oturtarak değerlendirilmesi usul noktasında ciddi bir galattır. Hadisi senet, ravi ve metin yoluyla inceleyen hadis ilmi bu noktalardaki en küçük detayı bile gözden kaçırmadan inceler. Bu metot hiç şüphesiz hadis ulemasının sünnete olan bağlılığı ve hassasiyetindendir. Misal; Resulullah(s.a.v) ile aradaki raviyi zikretmeksizin üçüncü şahsın hadisi rivayet etmesi mürsel hadis olarak tanımlanır. Mürsel hadis bu durumundan ötürü hadis usulüne göre zayıf damgası yer. Tabiinden Hasan Basri(r.a)"dan gelen hadislerin bir kısmı da böyledir. Zira Hasan Basri(r.a) tabiinden olmasına rağmen rivayetlerini "Resulullah(a.s) buyurdu ki" şeklinde sunar. Bu durum Hasan Basri(r.a)"ın dahi hadisçiler tarafından sorguya tabi tutulmasına sebebiyet vermiştir. Hasan Basri(r.a)"a mektup yolu ile neden mürsel hadis rivayeti yaptığını soran kişiye Hasan Basri(r.a) şu cevabı yazar:
"Be adam! Ne size yalan söylüyoruz ne de bize yalan söylendi. Biz Resulullah(s.a.v)"in Ashabından üç yüz kişinin katıldığı orduyla birlikte Horosan"a gazveye çıktık (onlarla sohbet ettik, bu sırada çok şey öğrendik, onlar yalan söylemediler, bizde sohbetlerde işitmiş olduklarımızı rivayet ediyoruz)".
Yine Hasan Basri(r.a) ile Yunus İbn-i Ubeyt arasında şu konuşma geçer: Yunus İbn-i Ubeyt Hasan Basri Hazretlerine sorar:
— Ey Ebu Sa"id! Sen: "Resulullah buyurdu ki, diye rivayette bulunuyorsun, halbuki sen Resulullah(s.a.v) ile karşılaşmadın!" Hasan Basri(r.a) şu cevabı verir:
— Sen bana, daha önce başkası tarafından sorulmayan bir şey sordun. Senin bana yakınlığın olmasa cevap vermezdim. Nasıl bir devirde yaşadığımızı biliyorsun. Haccac"ın zamanında, "Hz. Peygamber(s.a.v) buyurdu ki" diye yaptığım bütün rivayetler Ali Ebi Talib(r.a)"dandı. Ancak ben o zamanki fitne sebebiyle rivayetlerimi Hz. Ali'ye nisbet edemezdim".
Şimdi teknik olarak zayıf damgası yiyen Hasan Basri(r.a)"ın mürsel rivayetlerine denilebilir mi ki "Bu hadisler zayıftır amel edilemez"? Burada ihmal edilen ya da eksik olan bilgi şurasıdır: Hadis ilmi haber ilmine göre bina olmuştur. Önce kişilere bakılmaksızın bir haberin ibraz edilen ravi zinciri ile bir diğerine ulaştırılması aklen mümkün müdür sorgusundan yola çıkılarak neticeye varılır. Sonra cerh ve tadil yolu ile raviler incelenir. Haber ilmi akli sorgulara muhataptır. Akli sorgulara cevap hazırlar. Misal; Hz. Aişe(r.ah)"dan gusül, ev ya da cima fıkhı ile alakalı gelen hadisler hep ehad hadis niteliğindedir. Hadis ilmine göre ehad hadis diğer sahihlerden daha zayıftır. Bu sınıflandırma akli bir sorgu neticesi ile şekillenmiştir. Yani bir kâfir; "ya Aişe yalan söyledi ise veya eksik anlattı ise" diyebilir. Haber ilmi açısından tek kişinin rivayeti bir çok kişinin rivayetine oranla tabi ki güçsüzdür. Ama bu soruya fıkıh cevap verecektir. Fıkhın cevabı şöyledir: "Her ne kadar da haber ilmi yönüyle tek raviden gelen haberler diğerlerine oranla zayıf gibi gözükse de Hz. Aişe(r.ah) mü"minlerin annesidir. Paklığı ve güvenilirliği Kur"an ile tescillidir. Ayrıca mahremiyet alanından gelen rivayetler zaten birden fazla yolla gelemez. Hz. Aişe(r.ah) mü"minlerin gusül, cima gibi alanlarda fıkıhlarını belirleyebilecek hadisleri alabilmemiz için bulunmaz bir nimettir. Zaten Resulullah(s.a.v) ile Hz. Aişe(r.ah) evliliklerinin hikmetleri arasındakilerden biride bu meseledir". Evet! Fıkıhta, haber ilmini vahiy-akıl ilişkisi ile şekillendirerek İslam"ın herhangi bir alandaki hukukunu belirler.
Az gerilerdeki sorularımızın bir kısmına yeniden dönelim. Mezheb İmamları selef döneminden ne kadar uzaktır ve hadisten ne kadar yoksundur? Meşhurdur ki fıkhi mezheb imamlarının tamamına yakını selefin tam ortasındadır ve çoğu aynı zamanda hadis imamlığı ile de şöhret bulmuştur. Gerilerde de bahsettiğimiz gibi avamdan farklı olma hissiyatı ile mezheb imamlarını hadisten uzak görüp direkt hadisle amel edebilme yetkisini kendisinde gören mü"minler misal; namazda elleri bağlama şeklinde sünnet olan budur deyip, elleri göğüs üzerine bağlarken acaba bunu cidden tahkik ederek mi yaptılar yoksa ellerine aldıkları bir hadis mealiyle mi bu kanaate vardılar? Ya da bizim avam nasıl olsa böyle amel etmiyor o halde biz bu şekilde amel etmeliyiz düşüncesiyle mi bu kanaate vardılar. Tahkik ile bu ameliyeyi işleyenlere sözümüz olmamakla birlikte şu ya da bu sebeple sırf hadisle amel etme adına bu konuda diğer alimler tarafından hükme bağlanmış sünnet şeklini terk edenler konuyu ilmi bir tahkik ile yeniden gözden geçirmelidir. Ehl-i Hadisten İmam Ahmet Bin Hanbel(r.al)"in ve İmam Malik(r.al)"in namazda iken elleri göğüste bağlamama hükmüne varması ve ilerde de ifade edeceğimiz gibi hadis ilminde hiçte geri olmayan İmam Ebu Hanefi(r.al)"in de aynı kanaatte olması İmam Şafi(r.al)"in bu konuda yalnız kalışı bizleri ister istemez farklı olma adına mı yoksa tahkik-i sünneti yaşama adına mı böyle yapılıyor sorusuna götürecektir. Çünkü bu konuda Hz. Ali(r.a)"dan ve Abdullah ibn-i Mesud(r.a)"dan gelen kuvvetli rivayetler İmam Şafi(r.al)"in delili karşısında hiç de zayıf değildir. Konuya güzel bir örnek teşkil edeceğinden namazda elleri kaldırmakla alakalı bir meselede o dönemin iki alimi arasında geçen konuşmayı aktarıyoruz.
"Evzai ile Ebu Hanife(r.al) Mekke"de bu konu üzerinde muhasebede bulunurlar. Ebu Hanife: Evzai"ye ellerin kaldırılacağına dair rivayet bilmediğini söyleyince, Evzai: Zühri"den işittim, o da Salim"den, Salim"de babası Abdullah ibnü Ömer"den işitmiş..." diyerek namazda ellerin kaldırılacağına dair bir rivayet okur.
İmam Azam"da: Bana Hammad anlattı, o da İbrahim Nehai"den almış. Nehai ise Alkame ve Esved"den bu ikisi ise Abdullah İbnü Mesud(r.a)"dan dinlemiş diye ravileri belirttikten sonra Hz. Peygamber(s.a.v)"in namazda sadece iftitah tekbiri sırasında elini kaldırdığını anlatan bir rivayet nakleder.
Evzai, kendi senedindeki ulviyeti hatırlatır. İmam Azam cevaben: "Hammad, Zuhri"den daha fakihtir. İbrahim"de Salim"den fakihtir. Alkameye gelince: O fıkıh yönüyle İbnu Ömer"den geri değildir. Eğer İbnu Ömer"in Hz. Peygamber(s.a.v)"le sohbeti varsa, öbürünün de sohbet tazyikinden nasibi var. Esved ise o da büyük bir fazilet sahibidir. Abdullah İbnu Mesud"a gelince, o herkesçe malum, fazla söze ne hacet" der.
Ebu Hanife"nin bu açıklaması karşısında Evzai sükut eder.
Görüldüğü gibi İmamlar arasındaki görüş ayrılığı tamamen ilmi tahkiklere ve hadislerin geliş yollarıyla birlikte, hadisi delil saymada metot farklılıklarına bağlıdır. Bir kısım ulemaya göre ravi zincirindeki kısalık hadise ulviyet kazandırırken bir kısım ulemaya göre de -ki Ebu Hanife(r.al) bu görüştendir- ravi zincirindeki şahsiyetlerin fıkhı biliyor olması hadise ulviyet kazandırır. Ravi zincirindeki sağlamlık hadis alimlerine göre de değişkendir. Örnek olması hasebiyle aşağıya en sahih addedilen zincirlerden örnekler sunuyoruz.
1 - Ahmed İbni Hanbel ile İshak İbnu Râhuye"ye göre şu sened esahhu"l esânid"dir: Ani"z-Zuhri an Salim an İbni Ömer
2 - Ali İbnu"l-Medini, Amr İbni Ali el-Fellas ve Süleyman İbnu Harb"e göre Muhammed İbnu Sirin an Abide İbni Amr es-Selmani an Ali(r.a)
* Süleyman İbnu Harb"e göre: Eyyub es-Sehtiyani an İbni Sirin an Abide İbni Amr es-Selmani an Ali.
* Ali İbnu"l-Medini"ye göre: Abdullah İbnu Avn an İbni Sirin an Abide İbni Amr es-Selmani an Ali.
3 - İbni Main"e göre: A"meş an İbrahim en-Nehai an Alkame an Abdullah İbnu Mesud.
4 - Ebu Bekir İbnu Şeybe ile Abdurrezzak es-San"ani"ye göre: Zuhri an Ali İbni"l Hüseyn an Ebihi"l-Hüseyn an Ceddihi Ali İbni Ebi Talib"dir.
5 – Buhari"ye göre: Malik an Nafi an İbni Ömer"dir.
En sahih isnadları beldelere göre değerlendirirsek hadis uleması noktasında kabul gören en sahih isnadlar şunlar olacaktır.
1 - Medinelilerin esahu"l esanidi: İsmail İbnu Ebi Hakim an Abide İbni Sufyan an Ebi Hureyre"dir.
2 - Mekkelilerinki: Sufyan İbnu Uyeyne an Amr İbni Dinar an Cabir"dir.
3 - Yemenlilerinki: Ma"mer an Hammam an Ebi Hureyre"dir
4 - Mısırlılarınki: El-Leys an Sa"d an Yezid İbni ebi Habib an Ebi"l-Hayr an Ukbe İbni Amir.
5 - Horosanlılarınki: el-Hüseyni İbnu Vâkid an Abdillah İbni Yezid an Ebihi"dir.
6 - Şamlılarınki: el-Evzai an Hassan İbni"l-Atiyye ani"s-Sahabe"dir, veya: "Saad İbnu Abdilaziz an Rebi İbni Yezid an Ebi İdris el-Havlani an Ebi Zer"dir".
7 - Küfelilerinki: Yahya İbnu Sa"id"l-Kattan an Süfyani"s-Sevri an Süleyman et-Temimi ani"l-Haris İbni Süveyd an Ali"dir.
Yukarıda sunduğumuz verilere göre anlaşılan odur ki alimlere, beldelere ve hadis imamlarının kendine has belirttiği şartlara göre sahihliği, hasenliği, zayıflığı değişebilen "Sahih veya zayıf hadis" kavramından yola çıkarak fıkhı ve fıkıh usulünü görmezden gelmek çokta ilmi bir metot olmayıp aksine dayanaktan uzak kısır bir döngüdür. Hadis konusunda güya hadisten bi haberlikle itham edilen Ebu Hanefi(r.al)"in kendisine isnad edilen eserlerinde yaklaşık yetmiş beş bin hadisin geçtiğini biliyoruz. Ebu Hanefi(r.al)"in fıkhi dayanaklarında delil olarak kullandığı herhangi bir hadisin delil olarak görülebilmesi için ortaya koyduğu şartlara bakarak Ebu Hanefi(r.al)"in hadis konusuna nasıl hassas davrandığını daha iyi anlarız.
Ebu Hanefi(r.al)"in bir hadisi delil olarak kabul etmesi için koyduğu sıkı şartlar şunlardır:
1 – Haber-i vâhid, yanında toplanmış olan usule muhalefet etmemelidir. Zira bu usul, şer"i kaynaklardan araştırmalar sonunda elde edilmiştir. Muhalif olma durumunda iki delilden kuvvetlisi ile amel prensibine uyarak, haber-i vâhidi terk etmiş ve bu haberi şaz addetmiştir.
2 – Haber-i vâhid, Kitabın umumi prensiplerine ve zahirlerine muhalefet etmemelidir. Muhalefet halinde kitabın zahirini almış, rivayeti terk etmiştir. Burada da prensip "iki delilden kuvvetlisiyle amel"dir. Ama bu rivayet, mücmel ayeti beyan zımnında veya yeni bir hüküm koyan nass ise o zaman hadisi almıştır.
3 – Haber-i vâhid meşhur sünnete muhalefet etmemelidir. Meşhur sünnet kavli veya fiili olsa fark etmez, hüküm aynıdır. Burada da "iki delilden kuvvetlisiyle amel" prensibi caridir.
4 – Haber-i vâhid, kendisine eşit olan bir başka habere de muhalefet etmemelidir. Bu çeşit iki haberden biri, tercih sebeplerinden biriyle diğerine üstün kılınır. Mesela; İki sahabeden biri daha fakihtir, öbürü değildir, veya biri gençtir, diğeri ihtiyardır. Böylece hata ihtimalinden uzaklaşılmış olur.
5 – Ravi, rivayet ettiği hadise muhalif amel etmemelidir. Köpeğin yaladığı kabın yedi kere yıkanmasını beyan eden Ebu Hureyre(r.a) hadisi gibi. Çünkü Ebu Hureyre hazretleri bu hadisin gereğine göre amel etmemiştir.
6 – Haber-i vâhid, ihtiva ettiği ziyadede münferit kalmamalıdır. Bu teferrud metinde olsa da, senette olsa da birdir. Bu durumda, Allah"ın dininde ihtiyat maksadıyla nakıs olanla amel eder.
7 – Haber-i vâhid, belva-yı amme üzerine olmamalıdır. Çünkü umumi belvaya müteallik bir haberin meşhur veya mütevatir olması gerekir.
8 – Hükümde ihtilaf eden sahabelerden biri, onlardan birinin rivayet ettiği haberle ihticâcı terk etmemiş olmalı. Çünkü, haber sabit olsaydı onlardan biri mutlaka onunla ihticâc ederdi.
9 – Seleften birinin, hadis hakkında ta"nı sebkat etmemeli.
10 – Rivayetlerin ihtilaf halinde, hudud ve ukubatla ilgili meselelerde daha hafif olanını almak esastır.
11 – Ravinin rivayet ettiği hadisi zabt durumu, hadisi tahammül ettiği (öğrendiği, aldığı) andan, eda ettiği ana kadar değişmemiş olmalı, unutma, karışma vukua gelmemiş olmalıdır.
12 – Haber-i vâhid Sahabe ve Tabiin arasında mütevaris olan amele, aynı beldede kaldıkça muhalefet etmemelidir.
13 – Ravi, rivayet ettiği şeyi iyice hatırlamadıkça sırf yazının kendi yazısı olduğuna dayanarak, yazıya itimat ederek rivayeti kabul etmesi caiz değildir.
Hadis uydurmanın ayyuka çıktığı bir dönemde Ebu Hanefi(r.al)"in dini muhafaza konusunda bu denli hassas yaklaşımı İmam"ı bir kez daha rahmetle anmaya sebebiyet vermektedir. Acaba İmam Ebu Hanefi(r.al)"i pervasızca eleştirenlerden kaç kişi yukarıdaki şartlara uygun birer ravi konumundadır? Son olarak Ebu Hanefi(r.al) hakkında hadis ve fıkıh alimlerinin zikrettiği bazı övgü ifadelerini aktararak konu başlığımızdaki dördüncü maddeye geçeceğiz.
İbnu Abdulberr"in kaydına göre Yezid İbnu Harun: "Bin kişi ile karşılaştım, ekserisinden hadis yazdım, onlar arasında şu beşten daha fakih, daha verâ sahibi, daha alim birisine rastlamadım: Birincileri Ebu Hanife"dir."
Hatibu"l-Bağdadi, İsrail İbnu Yunus"un, İmam Azam hakkındaki şu takdirlerini kaydeder: "Nu"man ne iyi adamdır. Fıkha ait hadisleri hıfzedenlerin ahfazı (en çok ezberleyeni), onları tedkikte en ziyade titizlik göstereni, onlardaki fıkhı en iyi bileni idi".
Buhari"nin şeyhlerinden olan İbnu Adem"de şunları söylemiştir: "Nu"man kendi beldesinde bilinen bütün hadisleri topladı ve Hz. Peygamber(s.a.v)"in vefatı sırasında amel etmekte olduğu sünnete birinci derecede atf-ı nazar etti."
Ebu Hanife"nin, tasniflerinde yedi bin küsür hadis zikrettiği, asarını kırk bin hadisten intihab ettiğini Muhammed İbnu Sema"a belirtmiştir.
Sufyan İbnu Uyeyne, kendisini ilk muhaddis yapanın Ebu Hanife olduğunu belirtmiştir.
Yahya İbnu Main de şöyle der: "Ebu Hanife sikadır, ezberlediğinden başkasını rivayet etmez, iyice ezberlemediğini hiç rivayet etmez."
Cerh ve tadil uleması arasında teşeddüdüyle (yani ufak bir kusuru sebebiyle raviyi şiddetle cerh etme) meşhur Şu"be İbnu"l Haccac el-Vasıti de İmam Azam"ı tevsik edenler, takdir edenler arasında yer alır.
Ebu Hanefi"nin muhaddisliği çok yönlüdür: hem çok sayıda hadis hıfzedip rivayet etmiş, hem cerh ve tadilde bulunmuş, hem de bir kısım "usul kaideleri" çerçevesinde hadisleri değerlendirmiştir.
Sünneti yaşama adına fıkhı ihlal etme illetinde konu edineceğimiz son taife:
4 - Tekfirci Taife
İslam'a olan bağlılık ve heyecandan da mütevellit avamla arasına kesin bir çizgi koymak isteyen bu taife "küfre rıza küfürdür" düsturundan hareketle düz bir mantıkla kitaptan ve sünnetten getirdiği delillerle tekfirciliğe saplanır. Felsefesinin tıkandığı yerlerde de özellikle Hanbeli ekolüyle hareket ederek, sünneti selef mantığıyla yaşama adına fıkhın ve ilmi akaidin &cce
dil;izdiği sınırları tanımaksızın kendine göre iman-küfür sınırlarını belirler. Oysa herhangi bir alimin zan-ı galibi ile vardığı küfür hükmü neticesine ümmetin diğer fertlerinin de aynı hükm-e varmasını vacip kılmaz. Hükmü veren alimde kendisi ile aynı kanaatleri paylaşmayan ulemayı tekfir etmez. Misal; Ahmet Bin Hanbel(r.al) kitap ve sünnetten elde ettiği delillerle kendi zann-ı galibi ile namaz kılmayanın küfrüne hükmeder. Biliyoruz ki diğer mezheb imamları bu kanaatte değildir. Ahmet bin Hanbel(r.al) diğer imamları tekfir etmek şöyle dursun ömür boyu o imamları rahmetle anmıştır. Bu gün baktığımızda Hanbeli ekolüne benzer ekolle hareket edip sünneti ve selefiyeyi yaşama adına çıkmış birileri kitap ve sünnetten dahi delil getirmekten yoksun olarak ulaştıkları kanaatlerini tasvip etmeyen diğer mü"minleri tekfir edebilmektedir. İşte bu hal sünneti yaşama adına fıkhın ihlal edilmesidir.
Fıkıh kitaplarında kayıtlı şu ibare konuyla alakalı bizlere ciddi bir öğreti ve tenbihtir.
"Elfazı küfür (küfür kelimeleri) 'ne  ait  müstakil eserler  vardır. Kitaplarda zikredilen küfür kelimelerinden hiçbiri ile bir kimsenin  küfrüne fetva verilmez. Ancak alimlerin  küfrüne ittifak ettikleri surette onun küfrüyle hükmolunur. Ayet-i kerime  veya mütevatir haberin delaleti kesin  olmazsa, yahut  haber  mütevatir olmazsa, yahut haber  kesin  olup fakat  kendisinde şüphe bulunur ise, yahut  icması bütün müçtehidlerin icması  olmaz  ise, yahut  bütün  müçtehidlerin icması olup fakat sahabenin icması olmaz ise, yahut  sahabenin icması olup fakat bütün sahabenin icması olmaz ise, yahut bütün sahabenin icması olup fakat tevatür yolu ile sabit olmadığı için kesin olmaz ise, yahut kesin olup sukuti icması olur ise, bu suretlerin her birinde inkâr   eden kafir olmaz. Bu usulu fıkıh kitaplarını okuyan bilir. Bu kaideyi ezberle. Fıkıh meselelerini çıkarmada sana fayda verir. Hatta fıkıh  kitaplarında'' şunu söyleyen veya işleyen kâfir olur; şunu  söyleyen  veya işleyen kafir olmaz '' diye zikredilenlerden hangisinin sahih olup olmadığını bilirsin." (İbni Abidin Cilt 9, sh.57 Şamil yayınları Tercüme: Ahmet Davudoğlu.)
Kimler mü"min kabul edilebilir konusunda ilginç bir örnek olacağı için şu hadisi aktarıyoruz:
Muâviye İbnu'l-Hakem es-Sülemî anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)"e gelip:
"Bir cariyem var, çoban olarak çalıştırıyor, koyunlarımı otlatıyordum. Yakınlarda bir koyunumu yitirdi. Ne oldu? diye sorunca, kurt kaptı dedi. Koyunun kaybolmasına üzüldüm. İnsanlığım icabı câriyenin suratına bir tokat vurdum. Bu davranışımın kefareti olarak bir köle azad etmeyi adadım. Onu âzad edebilir miyim?" diye sordum. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) cariyeye:
"Allah nerede?" diye sordu. O:
"Göktedir" deyince,
"Pekâlâ ben kimim?" dedi. Cariye:
"Sen Allah"ın Resûlüsün" cevabını verince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana yönelerek:


"Bunu âzad et, zira mü"minedir" buyurdu.
Şimdi farz-ı misal bu cariye tekfirci mantıkla sorgulansaydı kim bilir hangi sorulara muhatap olurdu. Kimlik ibrazından tutunda, tağutun tarifi ve reddi konusunda en uç noktalara kadar sorgulanacağı kaçınılmaz görünüyor. Hukuki işleyişte mü"min sayılabilmek nedir? Mü"min olmanın gerekliliği nedir? Sorularının cevaplarını birbirine karıştırmadan hükmü neticeye varabilmek alimle cahilin farkını ortaya koyacaktır. Son olarak; hiçbir mezheb ve hiçbir alimin kendi şahsi çabası ve kanaati ile vardığı, zan-ı galibi ile hükme bağladığı bir mesele kat"i hüküm ihtiva etmeyecektir. Ancak dinin dünyevi icrasının belli bir düzende işleyebilmesi için usule tabi olmak akl-ı selimin bir gereğidir. Yoksa diğer görüşlerin illaki batıl veya zayıf olduğundan değildir. Tıpkı "Doğunun da batının da Rabbinin Allah(c.c) olmasına" rağmen belli bir intizam ve ahenk olabilmesi için namazlarda illaki Kâbe"ye yönelinmesi şartı gibi. Çünkü Kâbe"nin kıble tayin edilmesinin hikmetlerinden biride bu gerekliliktir.
Samimi yaklaşımlarla da olsa fıkhı ve fıkıh usulünü terk etmek, Nemrudi sistemlerin rejim uleması eli ile İslam'dan daha kolay nemalanmasına ve diledikleri gibi din adına at koşturabilmelerine sebebiyet verecektir.
Not: Hadis Usulü ve Hadis Tarihi ile ilgili birçok eser bulunmaktadır. Daha fazla bilgi için İ. Lütfi ÇAKAN ve İbrahim CANAN'ın müstakil hadis usulü kitaplarınada müracaat edilebilir.

 ARŞİV

Bu yazı toplam 6113 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar