Şehid Hakkında...

Şehid Hakkında...

İster Müslüman, ister gayri Müslim olsun, bütün dün­ya halkının, bilhassa hakiki Müslümanların örf ve inançla­rında bazı kelime ve terimlerin...

Bu Metin Mutahharinin şehid hakkındaki bir konuşmasından oluşuyor.

İlahi! Bizi, müstakim sırattaki şehidlerin yolu­na ilet. Çünkü sadece sana olan ubudiyyetin doruğunda şahadet var...


 

ŞEHİDİN KUTSALLIĞI


İster Müslüman, ister gayri Müslim olsun, bütün dün­ya halkının, bilhassa hakiki Müslümanların örf ve inançla­rında bazı kelime ve terimlerin oldukça mühim azamet, hür­met ve hatta kutsallıkları vardır.

"Alim, filozof, muhteri, kahraman, muslih, müçtehit, üstat, talebe, âbid, mü'min, mücahid, muhacir, iyilikleri emredici kişi, veli, imam, Peygamber" gibi kelimelerin bazı­ları halk, bazıları hakiki Müslüman, bir kısmı ise İslâm di­linde, örf ve inançlarında; azamet, saygı değerlik ve bilhassa kutsallık taşırlar.

Hiç şüphe yok ki kelimeler, söyleniş bakımından de­ğil, anlamlan dolayısıyla bu mazhariyeti yani kutsallığı ka­zanmışlardır.

Kutsallık, bütün insanlarca veya belli bir ekolün in­sanî veya felsefî bahislerinde mevzu bahis edilmesi beşerin psikolojisinde derin mana oluşturmasındandır.

İslâm'da ise "Şehîd", kendine has kutsallığıyla mana taşıyan bir kelimedir. İslâmi mefhumlara aşinalığı olan kimse İslâm örfünce şehidin nurla halelenmiş bir kelime ol­duğunu rahatça hissedebilir.

Şehîd, bütün ananelerce kutsal ve azametli olarak kabul edilmekle beraber, her ananenin kendine göre değer­lendirmesi kaçınılmazdır. Biz ise ananevi değerlendirmele­ri bir kenara bırakarak, İslami mefhumların bu kelimeye verdiği değeri ele alacağız.

İslâm, kendine has bazı ölçülerle herhangi bir kimse­nin "ŞEHADET" makamına erişmiş olmasını büyük bir lü­tuf olarak değerlendirmiştir. Yeter ki bu kimse hakikatte yüce İslami hedef ve beşeri kıymetlerin seçkin yollan uğru­na canını feda etsin... Böylece insanın erişebileceği en yüce derece ve makama, kendi ebedi saadet yolculuğuna nail ola­cak istikamete yönelmiş olsun.

Şüheda hakkında, Kur'an-ı Kerim'in kullandığı tabir ve manalar ile hadislerde nakledilen tabirler ve İslâm riva­yetleri, İslâm mantığını tanımağa yettiği gibi, bu kelimele­rin Müslümanların ananelerindeki kutsallığı bulmanın se­bebini de ortaya koymağa yeter.

ŞEHİD'İN VEFAKÂRLIĞI HAKKINDA

Kur'an-ı Kerim şehidin vefakârlığı hakkındaki mevzuda şöyle buyuruyor:

"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Hayır, onlar diridirler ama siz farkında olmazsınız "(Bakara/154)

İslâm'da bir şahsın makamı ve gördüğü iş yüceltil­mek istenirse, o şahsın makamı şehîd makamıyla, gördüğü iş şahadet ecriyle müsavi tutulurdu. Şöyle ki: Allah (c.c) yo­lunda, O'na yaklaşma, hakikati bulma veya hizmet için ilim peşinde koşan bir kimse —bunu kendi geçimine vasıta kıl­mamak kaydıyla—tahsil eder de bu talebelik ve ilim arayıp bulma esnasında vefat ederse, böyle bir kimseye "şehîd ola­rak dünyadan gitti" denir.

Bu kutsallık tabiri ve makam ululuğu ilim peşinde ko­şana layık görülmüştür. Aynı şekilde ailesinin geçim ve ida­resi için kendisini bir sürü zorluklara atarak iş yapıp zah­met çeken —İslâmiyet iş yapmayı ve çalışmayı farz bilip, başkalarına yük olanların karşısında olduğundan— kişiye "Allah yolunda mücâhiddir" denir.

ŞEHİDİN HAKKI

Beşeriyete, amelî hikmet, ahlâk, keşif, buluş, sanat, düşünce, felsefe ve ilim yollarıyla hizmet eden herkesin, mu­hakkak ki beşeriyetin üzerinde bazı hakları vardır. Ancak, hiç kimsenin hakkı beşeriyete bir şehidin hakkı kadar asla olamaz. Bu nedenle insanların hissiyatından doğan aks-ül amel ve şüheda hakkında, onların halisane ibrazları diğer bölüklerden daha fazladır. Niçin ve ne gibi delillerle şüheda­nın hakkı diğer yardımda bulunanlardan daha fazla ve yü­cedir? Elbette ki bunun da bir ispatı vardır. Zira diğer yar­dımda bulunan bölükler şühedaya medyundurlar, fakat şüheda onlara medyun değildirler; olsalar da onlardan az ola­bilirler. Âlim kendi ilminde, filozof kendi felsefesinde, muh­teri kendi buluşunda, muallim kendi ahlâkî öğretiminde müsait bir muhiti bulur ve böylece vazifesini yürütür. Oysaki şehîd büyük fedakârlıkla kendi can ve varlığını hiçe sayıp, yok olup topraklaşıp, muhiti diğer yaşayanlar için müsait bir duruma sokar.

Şehîd aynen bir muma benzer, yanar yanar, etrafına nurlar saçar ve yokluğuna mal olacak bu uyanışla muhitini huzura kavuşturup işlerini görmeye yardımcı olur, fakat so­nunda kendini bitirip sönüp gider. Evet, şüheda beşeriyet mahfelinin şem'idir, bunlar kendilerini yakarlar, yakarlar amma beşeriyet mahfelini de aydınlatırlar. Eğer bu mahfel karanlıkta kalsaydı hiçbir topluluk göreceği işe başlayamaz veya onu idame ettiremez.

Şehîd ve şehîd olmayanın öyküsü Pervin'in "Şem ve şehîd" yani "mum ve güzel" adlı destanında ne güzel şiirleşmiştir:

Bir güzel, muma şöyle dedi ki bu gece

Kapıyı ve duvarı müzeyyen kıldım ben

Dün gece bir an bile neş 'emden göz kırpmadım

Giyim kuşam dikip eynime giyindim

Kimse anlayamadı ne sihir olduğunu

İpek kumaşı nasıl iğne ile iplikten geçirdiğimi

İpeğin yüzünü gülle zambakla

Adeta hoş bir gülşene çevirdim

Sen istediğin kadar dön dolaş

Benim hünerime erişemezsin.

Çünkü ben bu yola bütün varlığımı verdim.

Mum güldü de "yeteri kadar karartın beni"

Öyle ki senin karalığına inandım, iman ettim artık

Yeter senin cevher dizelerin

Ben gözyaşı incilerimi eteklerime döktüm

Bahar bulutları gibi ağladım

O gülle zambağa hizmet ettim ben

Kendimi yakmamdan memnunum, çünkü

Yandım amma senin meclisini aydınlattım.

Gerçi bir ümit penceremin de kalmamasına rağmen

Kapı ve pencerende cilvelice oynaştım

Tâ ki ışıktasın ziynetle altınları

Canımı çinkodan, gönlümüyse bakırdan kıldım

Ömrümün şu harmanı eğer yandıysa

Senin neşenden alıp onunla harmanlandım.

Saydığın bütün o işleri

Sen yapmadın hepsini ben yaptım.

Gündüz güneşin aydınlığında şuraya buraya koşan, geceleyin bir mum veya lambanın ışığıyla işini gören insan, her şeye bu ışık sayesinde sahip olur, onunla görür, onunla yolunu bulur. Şöyle bir düşünsek, eğer o ışık olmasaydı, bü­tün o hareketler ve kaynaşmalar bir anda durur, adeta bü­tün yönler kaybolurdu. Şüheda ise, aynı şekilde, toplumun parlayan, nurlar saçan şem'idirler. İstibdat ve köleliğin zul­meti onların nurlu ışıklarıyla görünmezliklerini kaybetmeseydi, beşer asla yolunu bulup, tayin edemezdi.

Kur'an-ı Kerim, Hz. Rasûl-i Ekrem hakkında "Sirac-ı Münîr (nurlar saçan şem)" gibi gayet lâtif bir tabir kullan­mıştır. Bu tabir ise ışıklandırıp aydınlatmak ile zulmet mef­humunu izhar için kullanılmıştır.

"Ey Peygamber, biz seni şahid, müjdeci ve uyarı­cı olarak gönderdik. Ve (kendi) izniyle Allah'a davetçi ve aydınlatıcı bir lamba olarak (gönderdik)." (Ahzab/45-46)

Mevlana:

'Ya eyyuh-el müzemmilü kum-il leyle illa kalîlâ"

Ayet-i Kerime'sine değinerek şöyle buyurur: Allah, Hz Peygamber (s.a.v.)'e

"Bu yüzdendir ki, Ey korkan kişi!

'Ey elbisesine bürünmüş' buyurdu; yani

'Örtündüğün şeyleri at onlardan sıyrıl."



'Haydi geceleyin kalk, çünkü ey Sen mumsun; mumsa geceleyin daima kıyamda bulunur.'

"Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir;

Senin himayen olmadıkça aslan bile tavşana esir­dir."

"Sen demedin mi ki âmâyı yola götüren, ona rehber olan kişi,

Allah'tan yüzlerce sevaba ve ecre nail olur."

"Kim bir körü tutar, kırk adım götürürse hidayete erer ve bağışlanır buyurmadın mı?"

"Haydi! Tut, kater kater kör topluluklarının elinden tut da,

Şu bir karar durmayan dünyadan çek."



Evet, İslâmî kelime ve mefhumlar arasında ve bilgile­ri islâm ilimleriyle dolu olan kişilerin zihinlerinde, bütün di­ğerlerinden üstün mukaddes nurlu bir kelime ve bir mef­humdur.

ŞEHİD'İN BEDENİ

İslâm hekimane bir dindir, maslahat, sır ve remz, bil­hassa toplum remz ve sırlarından gayrı düsturları olmayan bir dindir, İslâm düsturlarından birini ele alalım; her hangi bir Müslüman'ın ölümünde, o mevtayı usulü vechi ile yıka­dıktan sonra ona gusül verip, pak bir kefenle tekfin etmek, meyyit namazını kılmak ve bilahare defnetmek bütün diğer şahıslara farzdır. Bunların hepsi, şimdi üzerlerine bahis aç­mak istemediğimiz hikmet, sır ve remzlerdir.

Ancak, bu yapılan vazifede bir istisna vardır, işte o da Şehîd'dir. Şehîd'in sadece namazı kılınıp defni yapılır. O yı­kanmaz, Ona gusül verilmez, O'nun üzerindeki elbiseler çı­kartılıp kefenlenmez.

Bu istisnanın kendisinde bir sır ve remz gizlidir elbet­te. Zira şehîd'in ruh ve şahsiyet/ o derece pak ve her şeyden arınmış durumdadır ki, bu paklık O'nun bedenine, kanına ve giyimine tesir etmiştir elbette...

Şehîd'in bedeni öyle bir cesettir ki ruhun hükümleri orada cari olmuştur. Aynı şekilde, şahadet vakti üzerinde bulunan giyimi de şehide cari olan hükme bürünür.

Şehîd'in giyim ve bedeni, ruh, düşünce, Hakk'a tapış ve tertemiz fedailiği nedeniyle elbette ki büyük şeref kazanmış olmaktadır.

Şehîd, eğer bir harp meydanında o canı verene teslim ederse, o kana bulanmış beden ve giyimle gusül verilmeksi­zin ve kefenlenmeksizin defnedilir. Mevlana bu hususu şöy­le ele alır:

"Şehitlerin kanı elbette üstündür sudan

Bu hata elbette üstündür yüz sevaptan

Kâbe'nin içinde Kıbleye yönelme zarureti yok

Gam olmaz ki ayağı bağsız dalgıca deniz

Sen aşk sarhoşlarından kılavuzluk arama sakın

Giyimini parçalayanlara dik emri mi olur?

La 'ide eğer o parlaklık olmasaydı korkar mıydı hiç?

Gam deryası içre aşk'ın ne gussası var?

Aşk yolunun yolcuları bütün dinlerden arınmıştır.

Aşklara mezhep ve millet ancak Allah'tır."



Şehîd'in bedeni hakkındaki bu özellik, İslâm fıkhında ve İslâm'da şehidin kutsiyeti mevzunda yüce bir makam ta­şır.

KUTSALLIĞIN KAYNAĞI

Şahadet, bu kutsallığın hangi emre bağlanmış nahi­yesinden alır? Bu kutsallığı ölümü dolayısıyla alması elbet­te ki hiçbir akla yatkın gelmez ve gelemez. Zira ölümlerin bir kısmı ancak telef olmuştur, iftihar vesilesi olmaktan uzak­tır, hatta utanç vericidir.

Burada biraz daha açıklama gereğine inanıyoruz.

Hiç şüphe yok ki ölümlerin nev'i ve kısımları olduğu­nu biliyoruz.

1- Tabiî Ölüm: Normal ömrünü sona erdiren bir in­sanın tabii şekilde ölüşü,

Bu tip ölümler ne iftihar vesilesi olur, ne melâmeti uyandırır. Hatta kendinden sonra teessüfe de sebep olmaz belki de. Öyleleri olur ki 'telef oldu' dahi denemez.

2- Salgın hastalıklar nedeniyle ölüm: Meselâ, tifo, veba vs. gibi hastalıklarla ve bir de zelzele, sel, tufan gibi afetlerle ölüm. Her ne kadar bu kabil ölümler de melâmet ve iftihar vesilesi olmazlarsa da, toplu bir ölüme sebep olmala­rı nedeniyle insanlara hüzün verebilir.



3- Bir cinayetin sebep olduğu ölüm: Hele maktul ta­rafından buna sebebiyet verici bir şey yapılmamış katilin sırf hırs ve düşmanlığı ve kendi menfaatleri uğruna meyda­na gelmişse, elbette ki çok üzücüdür. Nitekim bu türden hadiseleri —meselâ, kocanın kalbini fethetmek için günahsız bir yavruyu veya ilerde doğabilecek bir rekabeti önlemek için bir kimseyi öldürenler— gazetelerde sütunlar dolusu okumaktayız.

Bu tür hadiselerde, katilin işlediği cinayette habaset vardır ve bu yapılan iş nefret vericidir.

Maktul'e gelince onun mazlûmiyeti, boş yere yok ol­ması, vücudunun ortadan kaldırılması, halk arasında tees­süf ve merhamet hislerinin şahlanmasına yol açtığı için el-betteki hoş karşılanmaz ve iftihar vesilesi de sayılmaz. Zira tarafların haset, adavet ve hakareti, bu sebepsiz ölümlere sebep olmuştur.

4- Şahsın kendine karşı işlediği cinayetle, yâni inti­harla vâki olan ölümler: Bu tür ölümler insanın kendini telef ve yok etmesi sayılacağından elbette ki ölüm çeşitlerinin en kötülerindendir. Kendi ölümüne sebep olacak şekilde ken­dini bir otomobil önüne atan veya günah işlerken bu yolda ölen bir kimse de aynı durumda sayılır.



5- Şahadet'e götüren ölüm: Bu öylesine bir ölümdür ki, Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle "Fİ SEBİL-ALLAH" olup, in­sanlık ve mukaddes bir hedef uğruna, muhtemel veya mu­hakkak veya şüpheli tehlikelere karşı, 'ŞEHADET' merte­besiyle yüceltilen bir ölüm olarak tanımlanır.

Şehâdet'in iki rüknü ve esası vardır. Birinci rüknü, mukaddes bir hedefe Allah yolunda "Fİ SEBİL-ALLAH" varlığını feda etmesi, diğeri ise bunun açıkça yapılması­dır.

Normal olarak şehâdet esnasında cinayet de söz konusudur. Yani, bu amel maktule nispet edildiğinde şehâdet ol­masıyla mukaddes; katile nispetiyle de bir cinayettir, aşağı­lıktır, adiliktir.

Şehâdet, mukaddes bir hedef uğruna, şahsın kendi arzularıyla veya şahsî düşüncelerden ve ihtiraslardan arın­mış olmasına binaen, muhakkak ki iftiharı mucîb olacak ve taltif edilecek yüce bir makamdır, kahramanlığın tâ kendi­sidir. Bütün bu sayılan ölümler için yücelik ve iftihar vesile­si olabilecek, hayat ve yaşamadan daha üstün, daha güzel, daha mukaddes sayılabilecek ancak ve ancak şehâdettir.

Burada, teessüfle bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Zira Seyyid-üş Şühedâ (a.s)'yı dile getirenlerin çoğu her ne kadar O Hazreti "Mukaddes Şehîd" lakabıyla anıyor­lar ve "Seyyid-üş şühedâ" diye adlandırıyorlarsa da, bu mes'elelerde yeterli araştırmaları olmadığından, Eba Ab­dullah (a.s)'ı sadece o Hazretin cürümsüzlüğü ve bu mevz­ulara karışmayışı nedeniyle ele alıyor, İmam Huseyn'i (a.s) bu hırsın hevesli kurbanlığı; hevesli bir çocuk gibi kanını bo­şa akıtışından teessüre düşüyorlar ve ağlıyorlar adeta, Eğer bu mevzûyu bu şekilde ele alacak olursak, O Hazret mazlum ve günahsızdır. Nitekim böyle cinayetlerin kurbanları mazlum ve günahsız olurlar, ancak şehîd sayılmazlar. Peki Seyyid-üş Şüheda (a.s)'yı böyle görebilmeğe nasıl imkân olur acaba?

İmam Huseyn (a.s.) hiçbir zaman diğer kimselere kar­şı hırs ve hevesinin kurbanı değildir. Hiç şüphe yok ki bu ne­denle bu faciada, vaziyeti bu hale sürükleyenle onun müntesiplerinin işlediği büyük cinayet aşikârdır. Fakat İmam Huseyn (as.)'e intisap edenlerin, şehâdet mertebesine eriştikle­ri de meydandadır. Zira mukaddes hedefleri uğruna, akılla­rı başlarında olarak bir mukavemet ve açıkça bir karşı duru­şu vardır. Bu etrafındaki insanların, bu büyük şehide biatleri vardı. O'nun yoluna başlarını koymak ve O'na teslim ol­mak istiyorlardı. Fakat O bütün bu yükün altına girmek için her türlü sonucu düşünüyor ve karşı görünüyor, aynı za­manda da bu şerait altında sükûtu büyük bir günah telakki ediyordu. O Hazretin tarihî ve bilhassa beyanlar, bu mevzûyu tam bir aydınlığa kavuşturur.

Şu halde şehâdet kutsallığını, mukaddes hedefleri uğ­runa bütün varlıklarım açıkça feda etmekten çekinmeyen kimselerden alır.

CİHÂD veya ŞEHİD'İN MESULİYETİ

İslâm'da şehâdetle neticelenen, yani açıkça mukaddes hedefleri yolunda ölen kimseler hususunda "CIHAD" adı verilen bir kânun karşımıza çıkmaktadır. Şimdilik bu kanunun mahiyeti hakkında tafsilatlı bahis açamıyoruz. Şöyle ki bu kanunun mahiyeti, müdafaa mı, yoksa tecavüz halinde mi caridir; eğer müdafaa halinde ise, şahsî hukuk mu, yoksa ek­seriyetle millî hukuk mu veya adalet ve hürriyet noktasın­dan insanî hukuk mu? Yoksa acaba birlik, insanî ve beşeri hukukun bir parçası mıdır, değil midir? Esasen Cihâd kânu­nun kendi veya hürriyet hakkı faydalı mıdır, değil midir? Bu bahislerin hepsi kendi yerinde arzulanan ve faydalanılan birer bahistir aslında. Burada şu kadarını söylemek isteriz ki, İslâmiyet, yüzünün sağına bir tokat atıldığı vakit sol ta­rafını da tokatlatacak bir din değildir. Allah'ın işini Allah'a, hükümdarın işini hükümdara bırak diyen bir din de değildir asla. Aynı şekilde içtimaî mukaddes idesi olmayan bir din de değildir muhakkak ki. Hatta o idenin müdafaa ve açıklan­ması için çalışmayı lüzumlu bulmayan da değildir.

Kur'an-ı Kerim, üç mukaddes mefhumu birçok ayetlerinde bir araya getirmiştir: 'İMAN, HİCRET, CİHAD". Kur'an'da insan, imanlı ve her şeyden azade hür bir varlıktır. Bu varlık imanına bağlı olarak, imanın kurtuluşu için hicret eder ve toplumun imanının kurtulması daha doğrusu iman­sızlık şeytanının pençesinden koparmak içinde cihad eder. Eğer bu mevzudaki ayetleri ve bu husustaki rivayetleri dile getirirsek söz uzar gider. Nehc-ül Belağe'den bir kaç cümle ile iktifa edelim.

"Böylece Cihâd, Allah'ın herkese açmadığı cen­net kapılarından bir kapıdır." Herhangi bir kimseye cihad kapısının yüzüne açılmasına liyakati olamaz. Herhan­gi bir kimsenin mücahid olmağa da liyakati yoktur. Allah bu kapıyı ancak ve ancak kendi has dostlarına açar. Mücahitler Evliyaullah ile de bir tutulmanın fevkindedirler. Onlar ancak «Hasset-o Evliya-ihi» ile müsavi tutulabilir.

Kur'an, Cennetin sekiz kapısı olduğundan bahseder, acaba neden? İzdihamı önlemek için mi? Zira o âlemde izdi­ham olmadığını biliyoruz. Dünyada yaşamış, bütün insan­ların hesaplarının görüleceği muhakkaktır.

Bütün kulların aynı kapıdan, aynı anda Cennete gir­melerine hiç bir mani yoktur. Bu nedenle sıraya dizmek ve sırası gelenin birer birer içeri alınması düşünülemez. Bu arada bir teşrifat emri mi var yoksa? A'yân ve şahsiyet sahipleri bir kapıdan, diğerleri ayrı bir kapıdan mı girecekler? Bu mevzuun da orada derpiş edilemeyeceğini yine biliyo­ruz. Yoksa herkes iştigal ettikleri işlere göre, mesela ilim adamları başka, iş adamları daha bir başka, işçiler ayrı bir kapıdan mı girecekler Cennete? Bütün bu sayılanlar, iman, amel ve takvadan gayri şeyler olduğundan, hiçbir üstünlük taşıyamayacağından manasız olur, boş olur. Şu halde ne­den?

Orada ancak ve ancak derece aranır, toplum tabaka­ları değil. Herkes kendi iman amel ve takvasına göre derece alır ve bir mertebeye erişir. Herkes ve her bölüm, kimi iman, kimi amel, kimi takva sahibidirler. Bunlar tekâmül basa­maklarında muayyen miktarda yükselmişlerdir ve ahirette bunların yüzlerine dünyada elde ettikleri yükseliş miktar­ları nispetinde bir kapı açılacaktır. O dünya, bu âlemin melekûtî bir teccessümüdür. Mücahitlerin ve Şühedanın gire­ceği kapı, hakikatte, Evliyaullah'ın, Kurb-u İlahinin civarına(Allah'a yakın olanların) nail olmaları için hazırlanmış kapıdır.

"Cihâd takva giyimidir." Kur'an, mübarek «A'RAF» suresinde takva giyiminden bahsetmededir. Ali (A.S) böyle buyurmaktadırlar: «Takvanın giyimi Cihaddır.»Tavkvâ yani doğruların paklığı. Ne gibi paklık, neler­den arınış? Elbette ki bulaşık işlerden Peki, bu bulaşık işler nedir? Bencillik, kendini beğenmişlik, kendini ağıra satış Bu delillerle asıl mücahit, takva sahipleri içinde en üst mer­tebeye erişendir. Bunlarda bir kısmı hasetten arınmış ol­maları nedeniyle pak ve muttaki; diğeri kibirden, bir üçün­cüsü hırstan, dördüncüsü kıskançlıktan silkinmiş olmak­la... Amma gelgelelim mücahid de, bu pakların üzerinde de paktır. Benliğini ayaklarının altına alıp kendini tertemiz inancında yok etmiş insanın yüzüne açılacak kapılar, baş­kalarından farklı olacaktır. Kur'an-ı Mecid'den takvanın de­rece ve mertebeleri hakkında son derece istifade edilebil­mektedir. Şöyle ki:

Onlar ki iman ettiler ve lâyık ameller işlediler, dünya nimetlerinden istifade etsinler,(helâlleri olsun), onlar için korku yoktur. Takva, iman ve salih amelleri birlikte yürüt­tükçe veya iman, takva ve ameli veya yine takva ve imanı veyahut ta bu takva ve imandan sonra takva ile ihsanı bir ara­da yürütenlere ne korku olabilir böylelerine?

Bu ayet-i kerime, Kur'an'ın eğiticiliğinin iki yüce nok­tasını kapsamaktadır. Birincisi bahsimizi içeren iman ve takvanın basamak ve derecelerini, ikincisi de İnsanın huku­ku ve hayat felsefesi. İkincisi hakkında şöyle buyuruyor: Ni­metler insanlar içindir; İnsan ise iman, takva ve iyi ameller için. Bu durumdaki insana, bu İlahi nimetlerden istifade et­mek caiz olur. İşte o zaman bu nimetler, beğenilmiş amel, takva ve iman doğrultusunda, insanın kendi hilkatinin icap ettirdiği tekâmül gereğince sarf edilmiş olur.

İslâm uleması bu ayetten ve İslâm'ın diğer aydınlatıcı işaretlerinden ilham alarak takva mertebelerini; takvâ-ı âm, takvâ-ı hass ve takvâ-ı hass-el hass olarak üç şekilde kullanmışlardır. Mücahitlerin takvası, bütün benlik ye var­lıklarından sıyrılmaları nedeniyle kendilerini Hakk'a tes­lim etmeye kadar varan tertemiz bir takvadır. Onlar bu takvanın giyimiyle donanıp kuşanmışlardır.

"Cihad Allah'ın öyle bir zırhıdır ki, ona hiçbir şey işlemez." Eğer bir Müslüman veya Müslüman bir mil­letin ruhu cihad ruhunu taşır, bu ilahi zırhla zırhlanırsa, ar­tık hiçbir darbe bu zırha işlemez ve hiç bir şey tesir et­mez.

"Cihad Allah'ın emin bir kalkanıdır." O'nun zırhı ise, askerlerin harb esnasında bedenlerine gömlek gibi giy­diği çelikten halka halka örülmüş bir giyimdir. Kalkan ise darbenin zırha isabetini önlemek için elde tutulan bir alet. Bu halde kalkan, gelen darbe ve okların zırha değmesi, zırh ise kalkandan kurtulan darbe veya okun insanı koruması içindir. Ali(a.s) bu nedenle cihadı hem ok ve hem de zırha teşbih buyurmuşlardır. Aslı aranırsa görülür ki bazı cihad-lar kalkan gibi darbenin gelmesini önler, bazıları ise bir zırh gibi yapılan hamlelerini tesirsiz duruma sokar.

"O insan ki arzu ve rağbet göstermeyiş (hususi ahval ve şeriatları olmaksızın) sebebiyle cihaddan yüz çevirirse, Allah onun tenine zillet giyimini giydirir."

Yani, kötülük kuvvetleri ile savaşma zevkini ve mücahede ruhunu kaybeden kişiler biçarelik, bedbahtlık, alçaklık ve zillete mahkûmdurlar. Peygamber-i Ekrem (s.a.v.) buyuru­yorlar:

"Hayr kılıcın ve onun gölgesinin altındadır." ve yine şöyle buyuruyorlar:

"Allah benim ümmetimi atların ve okların altında ol­maları hasebiyle aziz etti." İslâm kuvvet, kudret ve mücahit yetiştirme dinidir. Willy Durant,« Tarih-i Temeddün»adlı eserinde şöyle demektedir: «Hiçbir din İslâm dini derecesinde, ümmetini kuvvet ve kudret yönüne da'vet et­memiştir»

Geniş anlamlı diğer bir hadis Resul-ü Ekrem'den şöy­le nakledilir:

«Cihad etmeyen veya gönlünde en azından cihad düşüncesi beslemeyen kişi, bir nev'i nifak üzere ölür»

Şu anlaşılıyor ki, cihad veya en azından cihad arzusu ile İslâm birbirinden ayrılır gibi değil, insanın Islama olan sadakati bununla ölçülebilir. Resuluîlah'tan sorulan bir so­ru başka bir hadisi şöyle anlatıyor:

"Ne için şehîd, kabrinde sual-cevap ve Berzah'a tabi tutulmaz? Cevaben buyuruyorlar:

'Şehîd başının üzerinde olan kılıcın şimşeğiyle kendi imtihanına son vermiş ve peyderpey sorulan suallerini ce­vaplandırmıştır. Yani, Şehîd ameli olarak sadakat ve haki­katim zahir kılmış, Âlem-i Berzah'ın sual ve cevabına lüzum kalmamıştır."

ŞEHİDİN ZEVK ve SEVGİSİ (AŞKI)

İslâm'ın başlangıcına ait tarihlerde, bilhassa ilk za­manlarda Müslümanların pek çoğunda görülen apayrı ve hususi bir ruh vardı. Yâ Rabb, ben bu ruha ne ad takayım bir türlü bilemiyorum. Kanatımca buna "Şehâdet sevgi-aşkı" demek en yerinde tabir olur. Bu şehîdlerin hepsinin üstünde elbette ki Hz. Ali (a. s) vardır. Kendileri şöyle buyuruyorlar:" Ankebût Sûresi nazil olduğu zaman anladım ki: Resulullah aramızda oldukça işlerimize fitne girmeyecek. Rasusullah "Yâ Ali, ümmetim Benden sonra fitneye saplanırlar,"dedi. "Siz Uhut'ta bir bölük Müslüman şehâdet şerbetini içerken beni bundan mahrum kıldınız. Bu ise bana çok ağır geldi Ba­na ilerde şehîd olacağımın müjdesini vermemiş miydiniz?"diye sordum Şöyle cevaplandırdılar; "Vermiştim, senin şehâdetin ileridedir. Yâ Ali, şimdi söyle bakalım, o zaman sabrın nasıl olacak?" Dedim ki: "Yâ Rasulallah sabır mevzuu değil, şükür ve niyaz kapısıdır." Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Bana ilerde karşımıza çıkacak olan fitne hakkında açıklamalarda bulundular." işte şehâdet aşkının manası budur. Hz. Ali (a. s) şehâdet ümidiyle yaşıyordu. Bu ümit elinden alınmış olsaydı yaşamakta bir fayda görmezdi. Manasız bir hayat onun için ancak kıymetsiz bir mefhum olurdu.

Biz insanlar dilimizle çok "Ali... Ali!" deriz. Eğer söz­lerle işler düzene girseydi, dünyada bizden üstün Şiâ olmaz­dı. Eğer teşeyyü bir hakikatsa -ki hiç şüphe yok öyledir- ve eğer şiâlık "Ali" deyip, "Ali" çağırmakla bitecekse işimiz çok müşküldür. Hz. Ali (a.s)'yi bir kenara bırakıp, daha niceleri­nin şehâdet aşkıyla yanıp yakıldıklarına bir göz atalım.

Bunların kalbinde bir ateş yanar, yakıp kavurur bun­ları. "Acaba Rabbimiz bizi şehâdetle rızıklandıracak mı?" diye... işte Sadrı İslâm'da ekseriyetle edilen dualardan biri bu idi. Ehl-i Beyt imamlarından bize erişen ve bizlerin de Mübarek Ramazan ayında okuduğumuz dualardan biri bu olmaktadır: "Allah'ım, şehâdet feyzine nail olabilmek için Senin yolunda Senin velî'in ile birlikte bize Tevfik ver." Biz bu aşkı o zamanın gencinde görüyoruz, yaşlısında görüyoruz, beyazında, kısacası hepsinde görüyoruz. Bunlar Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mübarek huzurlarına geliyor: 'Yâ Rasulallah! Gönlümüz Allah yolunda şehâdetin arzu­sunu çekiyor." Allah yolunda şehâdet kendini öldürmekle olamayacağına göre ve bir Müslüman'ın intihara hakkı olma­dığı cihetle cihad istiyorlardı, Hak yolunda cihâd istiyor­lardı ve bu mukaddes vazifeyi yerine getirip O'nun yolunda şehîd olmayı diliyorlardı. Böylece bu arzuyla geliyorlardı. Hazret'e niyaz ediyorlardı ve kendisinden "Yâ Rasulallah!



Şehâdeti bize nasip kılması için hakkımızda dua bu­yur." diye yalvarıyorlardı.

Sefinet-ül Bihâr'da "Heyseme" veya "Huseyme" adlı bir zat bu öyküyü nakleder: Bir baba ve bir oğlu şehâdet sıra­sı için bir diğeri ile münazaraya giriştiler. Harbin kapıya dayandığı günlerdi. Bu çekişme o dereceye vardı ki, oğul baba­sına, "Ben gidiyorum, sen ailenin bacında kal" diyor, baba ise "Hayır cihada ben gideceğim" diye diretiyordu. "Oğul ben gidip ölmek istiyorum." Oğul ise "Hayır ben istiyorum" diye çekişiyorlardı. Nihayet kur'a çektiler. Kur'a oğula düşünce o gidip şehâdet şerbetini içti. Bir müddet sonra baba, oğlunun âlem-i manada inanılmaz bir saadet ve erişilmez bir makam içinde hayat sürdüğünü gördü. "Babacığım" diyordu, "Allah bize ne vaat etmişse hepsi hak ve doğrudur. Allah vadine vefa gösterdi." İhtiyar baba gelip durumu Resul-i Ekrem'e (s.a.a.) arz etti, "Yâ Rasulullah! Her ne kadar ihtiyarlamış, kemiklerim zayıflamış, halsiz olmuşsam da şehâdeti çok ar­zuluyorum, Sizden bir dilekte bulunmaya geldim. Dua bu­yurun, Allah beni şehâdetle rızıklandırsın." Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) de, "Bu mü'min kulunu şehâdetle rızıklandır" diye dua buyurdular. Bir yıl geçmedi, Uhud Gazvesi oldu ve yılların şehâdet aşığı koca insan şehâdeti tattı nihayet.

Amr Bin Cemûh adlı bir şahıs vardı, birkaç oğla sahipti. Kendisinin de bir ayağı aksardı. İslâm Kanunları hü­kümlerince cihâd bu şahsa farz değildi. Uhûd Gazvesi başla­dı. Bu esnada oğullan silahlarını kuşandılar, fakat baba da: "Benim de gitmem gerek, ben de şehîd olmalıyım" diye tut­turdu. Oğulları kendisine mâni olmak istediler: "Sen evde kal, senin vazifen yok, neden ve ne diye cihada gelmek isti­yorsun?" İhtiyar baba bütün ısrarlara karşı durunca ailenin ileri gelenleri toplanıp ihtiyarı bundan vazgeçirmek istedi­ler. Nafile olan bir çabaydı bu. Yılların cihad aşığı Hz. Pey­gamber (s.a.a.)'in huzuruyla müşerref olup, 'Yâ Rasulallah! Eğer şehâdet güzel bir şey ise anlamıyorum, bunlar bana ni­ye mâni olmaya çalışıyorlar, ben de onlar gibi Allah yolunda şehîd olmak istiyorum" diye yakındı. Resul-i Ekrem (s.a.a.): 'Mâni olmayın bu adama, bu adamda şehadet arzusu, aşkı var. Her ne kadar kendine cihad farz değilse ha­ram hiç değildir. Madem bu denli arzu ediyor bırakın gitsin" buyurdular. Sevinmişti ihtiyar, hiç şüphesiz. Hemen silahlarını kuşanıp hazırlanmış, meydana gelmişti. Oğulla­rından biri babasının halsizliğini ve müdafaasızlığını gör­dükçe onu koruyor. Harp boyunca ona yardımcı oluyordu ay­nı zamanda. Neticede susamış olduğu şehadet şerbetini tat­tı. Oğullarından biri ile o kocamış genç, makamlarına erişti­ler.

Uhûd, Medine'ye yakın bir yerdir. Müslümanların va­ziyeti gönüllerin arzuladığı şekilde neticelenmedi. Müslü­manların yenilgisini duyanlar Medine'den haber için dağılıyorlardı. Bunu duyan Amr Bin Cemuh'un eşi Uhûd'a koştu. Kocasının, oğlunun ve bir kardeşinin mübarek cenazelerini buldular. Oldukça kuvvetli olan devesine üçünü de yükledi ve Medine'deki Bakî Kabristanına doğru yola koyulmak is­tedi. Her ne kadar bu hanım deveyi Medine'ye doğru çekiyor idiyse de, deve adeta direniyor ve yol almak istemiyordu. Bu arada bazı kadınlar ve Hz. Peygamber (s.a.a.)'ın bazı hanım­ları Uhûd'a doğru geliyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.a.)ın hanımlarından biri "Nere­den geliyorsun?" diye sordu. O hanım ise Uhûd'dan geldiğini jöyledi. Devesinin yükünün ne olduğunu sorduklarında ise, gayet soğukkanlı olarak" Biri kocamın, biri oğlumun, biri de kardeşimin cenazeleri, Medine'ye götürüp orada defnetmek istiyorum." dedi. Harbin neticesini sorduklarında ise, "El­hamdülillah, hayırla geçti. Peygamberi Ekrem'in (s.a.a.) mukaddes canlan sağ salim olduğuna göre de hadiselerin kıymeti yok. Allah kâfirlerin şerrini bastırdı. " dediler.



Sonradan şöyle ilave etti, "benim şu devemin hali bir tuhaf, Medine'ye her ne kadar çeksem de gelmek istemiyor. Uhûd'a çevirdiğim anda adeta koşarcasına gitmeye başlı­yor, aksine olması gerekir, aslında. Zira Uhûd bir tepe tır­manışı" Resulullah'ın eşi "Gidip Hz. Peygambere (s.a.a.) so­ralım" dedi. Huzura vardıklarında "Acayip bir durumla karşı karşıyayım. Devemi Medine'ye ne kadar çeksem de gelmek istemiyor, ancak Uhûd'a yönelirsem uçarcasına gidiyor." dedi. Hazret buyurdular, "Kocan evden çıkışında hiçbir şey söyledi mi sana? " "Evet ya Resulullah. Ellerini duaya kaldı­rıp, Ya Rab beni bir daha bu eve geri çevirme' diye yakardı­lar."

Hazret, "İşte kocanın duası kabul olmuş, kocan tekrar eve dönmek istememiş. Bırak kocanın cesedi Uhûd'da kal­sın, diğer şüheda ile birlikte defnedilsin. Bütün şehîdleri Uhûd'da defnedeceğiz, kocanıda..."

Emir-ül Mü'minin Ali (a.s.) şöyle buyuruyorlar "Eğer başıma bir kılıçla vurulsa ve bende bunun tesiri ile ölsem, hastalık nedeniyle yatağımda ölmemden yeğdir." İmam-ı Hüseyn (a.s.) Kerbela'ya geldikleri vakit, muhterem peder­lerinin bazen okuduğu söylenen aşağıdaki şiiri okuyorlar­dı.

(Dünyayı nefis sayıyorsan, Allah'ın sevap yur­du olan ahire t ondan daha yücedir ve daha değerli. Malların derlenip toplanması, terk edilmek için olun­ca, insanın terk edilecek bir şeyin üzerine bu kadar düşmesi ve bu hususta nekeslikte bulunmasının ne münasebeti olabilir? Bedenler ölüm içini meydana gelince, insanın Allah yolunda öldürülmesi elbette daha güzeldir.)

ŞEHİDİN MANTIĞI

Normal insanın mantığı ile bir şehidin mantığı ara­sında fark vardır. Şehidin mantık ve düşüncesi asla normal insanın mantık ve düşüncesi ile mukayese edilemez. Nor­mal insanın mantığı bazı ıstılahlarla yüceltilip, azaltılabi­lir. Fakat şehidin mantığı, ulu bir mantıktır, aşk mayasıyla yoğrulmuştur... Bir taraftan ilahi bir aşktır, diğer taraftan ıslah olup, ıslah etme mantığı...

Eğer bu iki mantıkla bir terkip meydana getirirsek, ıs­lah edici bir kişinin mantığı kendi toplumu için yarar. Bir arifin ki kendi Rabbin vuslatının aşkı için. Tabir caizse, Al­lah aşığı bir arifini coşkusuyla ıslah edici bir kişinin mantı­ğından bir terkip yaratırsak, şehidin mantığı ortaya çıkar. Belki benim bu ibarem bile noksandır.

Nasıl ki görüyoruz, Ebâ Abdullah (a.s.) Kufe'ye gide­ceği zaman, kavmin akıllı sayılan kişileri Hazrete mani ol­mak ister ve derler ki: "Bu yolculuğunuz mantıklı bir yolcu­luk değil." Normal bir insan mantığına göre mantıklı bir şey sayılamazdı, doğru söylüyorlardı. Böyle bir mantığa göre, kendi fikirlerinin menfaat ve maslahat mihveri etrafındaki düşünceler ancak mantıki olabilirdi. Menfaat ve siyaset mantığı... Onlarca imam-ı Hüseyn (a.s.) mantıklı bir iş gör­müyordu. Ancak Imam-ı Hüseyin (a.s.) daha yüce bir mantı­ğı vardı. Bir şehîd mantığı... Elbette ki şehîd mantığı, alelade kişilerin mantığının çok çok üstündedir.

Abdullah bin Abbâs olsun, Muhammed bin Hanefiye olsun alel ade kişiler olmayıp, büyük siyasetçi ve ileri görüş­lü kimselerdi. Onların mantık açısmca menfaat ve siyaset mantığı, yani, rakiblere karşı şahsi ilerleyiş ve ferdi menfaatlerin esası akıllıca bir mantıktı. Hatti zatında îmam-ı Hü­seyn (a.s.)'ın Kufe'ye gidişi de bir nevi mahkûmiyetti. İbni Abbas siyasi bir kurnazlık ileri sürüyordu. Öyle bir kurnazlık ki alelade kişilerin yapabileceği bir kurnazlık... Bir kı­sım şahısları öne sürüp, kendilerini de perde arkası bırakıp, netice lehlerine olursa ondan istifade, aleyhlerine olursa hiç bir türlü zarara uğramamak. "Siz " diyordu." Kufelilerin biz hazırız, sizi bekliyoruz diye yazdıklarına karşılık siz de onla­ra yazın ve buyurun ki; 'Yezid'in bütün desiselerini oradan uzaklaştırın ve orayı sakin bir duruma avdet ettirin.' (Kısa­cası, tut, yakala, ellerini bağla ve beni pehlivana teslim et, der gibi bir şey) Bu işi ya yaparlar, sizde rahatça gidersiniz veya yapmazlar o zamanda siz gitmez ve boş yere tutsaklık haline duçar olmazsınız."

Hazret aleyhisselam buna aldırmadı ve "gideceğim" dedi. "Öldürürler seni" dediler. "Ölürsem ölürüm." buyur­dular. "Ölüme giden kimse eş ve çocuklarını birlikte götür­mez" dediklerinde " Eş ve çocuklarımı da beraberimde götür­meliyim" buyurdu.

Şehidin mantığı alelade kimselerin mantığı gibi ol­mayıp, onların çok fevkindedir. Aynen şehîd kelimesinin et­rafını çeviren kutsal bir hal gibi... Bu nedenledir ki diğer ke­limelerin arasında yüce, ulu ve mukaddes, kısacası apayrı bir anlam taşır. Eğer "bir kahramanın diğer bir kahraman­dan yüksek" veya "ıslah edicinin diğer bir ıslah ediciden üs­tünlüğü" diyecek olursak, bütün bunların hepsinin üstün­deki şehîd kelimesinin yerini tutacak veya ona erişecek baş­ka bir kelime olamaz, olmamıştır ve olmayacaktır da asla.

ŞEHİDİN KANI

Şehîd nedir ve ne yapar? Şehidin vazifesi sadece düş­manın karşısında durmak değildir; düşmanı yenen veya ona yenilen de değil. Eğer şehîdler sadece bu nedenlerle canları­nı vermiş olsalardı, yenilgi halinde kanı boşa mı akmış olur­du? Hayır. Asla şehidin kanı boşa akmaz, asla heder olmaz.

O'nun kanı asla yere dökülmez, yok olmaz. O kanın her bir katresi yüzlerce binlerce katreciklere bölünüp, insanlara kan olur, can olur ve kendi toplumunun cismaniyetinin derinliklerine erişir. İşte Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyuru­yorlar: "Kanın hiç bir katresi, hakikat mikyası ve Allah'ın indinde, Allah yolunda dökülen bir kan katresinden daha iyi değildir." Şehâdet, toplumun ve bilhassa donuk-kanlı top­lumların bedenlerine zerk edilen kan gibidir. Bu şühedadır ki toplumun omuzlarına yeni bir gayret, damarlarına yep­yeni, taptaze bir kan verir.

ŞEHİD'İN DESTANI

Şehidin destanı yaradılış destanıdır. Şehidin en bü­yük hususiyyeti, O'nun yaradılışının öyküsüdür. Destan ru­hu olan milletler, bilhassa ilahi destan yaratmak için ölür­ler. Şehidin en büyük özelliği, bu ölüm destanıyla yeniden hayata kavuşmasıdır. Bunun için İslâm, şehâdeti niyaz eder ve bu özlem ise onun devamlı destanlar yaratma arzusun­dan gelir. Yeni yeni destanlar ve yeni yeni yaratışlar daima lüzumludur.

ŞEHİD'İN ÖLMEZLİĞİ

Kimisi âlimdir, topluma ilim yoluyla hizmet eder; as­lında ilmin kanalıyla ferdiyetinden arınır ve toplumdan bir parça olur. Ferdi şahsiyeti, ilim yoluyla, toplumun şahsiyeti ile birleşir. Aynen bir damla suyun denizde yok oluşu gi­bi... Âlim hakikatte kendi şahsiyetinin bir kısmını, yani, kendi düşünce ve fikirlerini bu birleştirme ve bağlantıyla, toplumda devamlı yaşar duruma getirir. Diğer bir şahsı, me­sela, bir buluş, ihtira sahibini ele alırsak, bu kimsede bu bu­luşu sayesinde toplumla birleşir ve topluma fenni bilgisi, sanatı ve kendi varlığı ile faydalı olarak kendini devamlı yaşatır. Diğer biri sanatkârdır, farz edelim, şairdir, kendisi­ni sanat ve bilgisi yoluyla yaşatır. Bir başkası ahlak hocasıdır, nasihat edicidir, kendisini hikmet dolu nasihatlerle kalplerden kalplere aktarır ve yine bu do toplumda kendini yaşatır.

Bunlardan biri de ŞEHİD' dir . Kendi kanıyla kendini toplumda yaşatır, daha doğrusu aranırsa, toplumda ebediyen yaşayan bir kan ve bir ruh olur.

Diğer bir deyimle, bazıları kendi fikirlerine kıymet, edebiyet ve ebediyet bağışlarlar ki biz bunlara âlim veya filozof deriz. Diğer bir kısmı fen, hüner ve sanatlarıyla ken­dilerine, kıymet, edebiyet ve ebediyet bağışlar; bir başkaları ise kendi ilmi hikmetleri ve yol göstericilikleri ile ebedileşir ve ölümsüzleşirler. Fakat Şehîd, kendi kanına, hakikatte bütün vücut ve varlığına kıymet, edebiyet ve ölümsüzlük sağlar. Şehidin kanı her zaman toplumun damarlarında atar durur. Daha doğrusu, her bölükten insan, topluma an­cak kendinden bir miktar kıymet ve ölümsüzlük bağışlar­ken; şehîd, kendini tamamen bu yolda, bütün varlığıyla ve­rir.

Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.a.) buyuruyorlar : "Her iyi iş gören kimsenin elinin üzerinde başka bir iyiliksever vardır Ancak Allah yolunda şehîd olunca­ya dek, Allah yolunda şehîd olduktan sonra bunun üs­tüne çıkacak el yoktur."

ŞEHİDİN ŞEFAATİ

Hadise göre halk üç kısımdır, Allah bu üçünün şefaa­tini kıyamette kabul buyururlar. Biri, Enbiya kısmı; mütea­kiben ulema' (burada evsiya adı zikredilmediğinden ve riva­yet de bizim Eimme Hazretlerimizden olduğundan, maksa­dın Ulema'-ı Rabbani oluşudur ve böylece ilkin Eimme-i Et-har'a şamil oluşu sonra ise o yolu takıp eden ulema' olduğu muhakkaktır)... Şöyle devam buyuruyorlar, "Sümme-ş Şüheda"(sonra Şüheda'dır) Yani, enbiya ile Eimme Hazretleri ve onların izinde yürüyen ulema; bu iki bölük bir kenara konduktan sonra kıyamette zuhur edip, şefaat edecek bölük ancak ve ancak Şüheda'dır.

Bu şefaat, hidayet şefaatidir. Zuhur ve tecessüm sa­dece dünyada meydana gelebilecek hakikatlerdir. Enbiya Evsiya ve şaşmadan onların yollarında yürüyen ulemadan sonra, insanları bölük bölük doğru yolu kaybetme karanlı­ğından kurtarıp, aydınlığın esas yolunda hidayet eden Şü­heda'dır.

ŞEHİD'E AĞLAMA

Sadr-ı İslâm'da, Peygamber (s.a.a.) devrinin Şühedaları arasında en fazla parlayan ve o zaman Seyyid -üş Şüheda' la­kabıyla anılan Uhûd'da şehîd düşen Resul-u Ekrem'in (s.a.a.) büyük amcaları Hazret-i Hamza îbn-i Abdul Muttalib idi.

Medine'nin ziyareti ile müşerref olan kişiler muhakkak ki Uhûd'la da müşerref olup Hazret-i Hamza (r.a)' nın mübarek kabirlerini ziyaret etmişlerdir.

Hazret-i Hamza (r.a) Mekke'den hicret ettikleri za­man kimseleri yoktu ve tek başına idi. Evinde yalnız kalıyor­du. Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) Medine'ye dönüşlerinde Hazret-i Harazanın evinden gayrı bütün şühedanın evin­den ağlama sesleri geldiğini duyunca, şu cümleyi buyurdu­lar: "Bütün şühedanın ağlayanları var da sadece Hazret-i Hamza'nın ağlayanı yok."Hazret-i Resul (s.a.a.) bu cümleyi buyurduktan sonra Sahabi evlerine dağılıp, evdekilere, "Hazret-i Peygamber (s.a.a.) buyurdular, Hazret-i Hamza'­nın ağlayanı yok." Bunu duyan kocası çocuğu ve kardeşleri için ağlaşan kadınların hepsi, Hazreti Peygember (s.a.a.) ve Hazreti Hamza ibn-i Abd-ul Muttalibin hürmetine, Hazret-i Hamza'nın evine koşup orada onun için ağlaştılar. Bundan sonra, bir şehid için ağlayacak kimsenin evvela Hazret-i Hamza'nın evine gidip ağlaması sünnet oldu. Bu hadise, ale­lade bir mevtaya ağlamayı çok hoş karşılamamakla bera­ber, şehide ağlamaya meyyal görünmektedir. Şehide ağlanmalıdır, zira şehid bir destan yaratmıştır ve ona ağlayış, onun destanına katılış, onun ruhuyla hemaheng oluş ve onun neşesine uyuştur.

"Seyyid-üş Şüheda", yani "Şehîdlerin efendisi/lideri" lakabı ilk olarak Hazreti Hamza'ya lâyık görülmüştü. Aşurâ hadisesi ve îmam-ı Huseyn (a.s.)'in şehadeti bütün şehadet-lerin fevkine ulaşınca bu lakab Hazret-i Huseyn (a.s.) e inti­kal etti. Elbette hiç şüphe yok ki, Hazreti Hamza'ya da Sey­yid-üş Şüheda' dendi ve diyoruz da. Fakat mutlak olan bir şey varsa, Seyyid-üş Şüheda, Hazret-i Huseyn'dir. Hazret-i Hamza kendi zamanının Seyyid-üş Şühedası olmuştur. Ni­tekim, Meryem-i Azra kendi tzamanının Seyyid-ül Nisa'ı oldu­ğu halde her zamanın Seyyidetül Nisa'ıdır.

îmam-ı Huseyn (a.s.)'in Şehadetinden evvel, Hazret-i Hamza'ya ağlayış, Şehide ağlama ve sembol, O'nun onun destanına katılış mazhariyeti, O'nun ruhiyyesiyle hem aheng oluş ve O'nun bu makamının neşesine katılış sayılı­yordu, îmam-ı Huseyn (a.s.)'in şehadetiyle ise bu makam da kendisine intikal etmiştir.

Bu konuşmamda değinmiş bulunduğum, "Şehide ağ­lama felsefesi" hakkında açıklama yapmayı da lüzumlu bu­luyorum.

Asrımızda pek çok kimse, hatta bu mevzulara alakası bulunan pek çok genç, îmam-ı Huseyn (a.s.)'e ağlamaya mu­arızdırlar, hatta bu itirazlar bana da defalarca yapıldı.

Bazıları açıkça bu işin anlatılışı hakkında hatalı ka­lem oynatıyor, hatalı bir düşünüşün malulü ve şehadet em­rini yine hatalı bir anlayıştan doğan bir iş olduğu iddiasında bulunuyorlar ve hatta toplumda kötü bir tesir yaratacağına ilave ederek, böylece milletlerin zayıflayıp, duraklayıp, geri­lemelerine yol açacağına inanıyorlar.

Hatırlıyorum, Kum'da tahsil ve ikametim esnasında, o zamanın meşhur yazarlarından Muhammed Mesud'un yazdığı bir kitabı okuyordum. O kitapda Şi'a'nın Imam-ı Huseyn (a.s.)'e ağlama meselesini bir münasebetle ele alıp, mevzu ederek; Hıristiyanların Hazret-i İsa (a.s.)'nın şehadetiyle (elbette ki kendi inanç ve akidesi icabı) mukayese edi­yor, onların matem tutmayıp bu şehadet dolayısıyla bayram yaptıklarından bahsediyordu.

Orada şöyle yazılıydı, "Düşünün ki bir millet şehidine ağlamakta. Zira şehadeti bir bozgun, mekruh olmaması ge­reken bir emir ve şayan-ı teessüf bir şey saymada... Diğer bir milleti de düşünün ki şehidinin şehadeti için bayram yapma­da. Zira bu millet, bunu muvaffakiyet, arzulanan, baş yücel­ten ve iftihar vesilesi olan bir şey saymadadır. Bin sene şehidine ağlayan, buna teessüfle bakan, ah çeken bir millet, elbette ki ayağı bağlı, zavallı, dövüşten kaçan bir hale gelir. Fakat şehidine bin bayram tutan bir millet, ister istemez kuvvetli, cesur ve fedakâr olacaktır. Bir milletin şehadetten elde, ettiği muvaffakiyet olursa, aks-ül ameli, bayram ve ne­şe kaynağıdır; neticesi, cesaret ve yücelik arayıştır. Kısacası bunu yazan ve benzeri eşhasın dillerine doladıkları "İslâm'da şehide ağlayış, alçaltıcı şeylerdir."

Ben, bu meseleyi ele alıp tahlil etmek ve hadisenin ak­sine olduğunu ispat etmek istiyorum. Şehidin şahadetinde neşelenmek, Hıristiyanların bencil; ağlamak ise, Müslümanların toplumsal görüşlerinden ileri gelmektedir.

Muhakkak ki ben, önceden tenkidine giriştiğim avam halkın amellerini açığa kavuşturma makamında değilim. Söylemiştim, halkımızın bazılarının gözünde imam-ı Huseyn (a.s.), sadece bir mazlumun ancak merhamet hislerini galeyana getirmek için bir hiç uğruna kendini ölümün kuca­ğına atmıştır adeta... Hazret-i Huseyn (a.s.) tarafından hiç­bir kahramanlık gösterilmemiş ve takdire şayan bir adım atılmamıştır sanki...

Ben ancak liderlerimiz tarafından şehide ağlama ha­linde, bize kadar ulaşan asıl felsefenin açıklanması için tav­siyelerde bulunabilirim.

Hz. İsâ (a.s.)'nın şehâdeti unvanıyla yapılan tören ve bayramların ne zamandan beri ve kimler tarafından başla­tıldığını bilmiyorum. Ancak şunu iyice biliyorum ki, İslâm'da şehide ağlayış, bilhassa İslamiyet'in Şia mezhebince üzerinde kuvvetle durularak, tavsiye edilmiştir.

Şimdi meselelerin aslının tahliline çalışalım, ilkin, şehâdeti ferdî bakımdan ele alalım ve muhakemesini yapa­lım.

Acaba ölüm hattı zatında herhangi bir kimseden talep edilmiş bir emir midir? Başarı mıdır? Başkalarının, o şahsın ölümünü ona bir başarı ve kahramanlık mı saymaları gere­kiyor?

Biliyoruz ki dünyada birçok ekoller vardır. Bunlar­dan bazıları, insanla dünyanın, diğer bir deyimle, bedenle ruhun rabıtasını, mahpus bir kişinin hapisle, kuyuya düş­müş bir kişinin kuyuyla, kafesteki kuşun kafesle olan bağ­lantısı şeklinde biliyor ve zannediyorlar. Bu ekoller nazarın­da ölüm, kurtuluş ve özgürlüktür, intihara dahi müsaade var­dır. Şöyle ilâve ediyorlar: "Peygamberlik iddiasında bulun­makla şöhret yapmış olan 'MANI' nin nazariyesi de böyle imiş. Bu nazariyeye uyularak, ölümün kıymeti müspet bir kıymettir. Ölüm herkesçe talep edilen bir emir olmalıdır. Hiçbir kimsenin ölümü üzülecek bir şey değildir. Hapisten ve kuyudan kurtulmanın, kafesin kırılmasının teessüf edilecek bir yanı yoktur, ancak sevinç ve neşe getirir."

Diğer bir nazariyeye göre "ölüm, tam bir yok oluş, bitiş ve sönüştür, varlığı kaybediştir. Aksi ise yaşayış, var oluş, vücut sahibi oluştur. Söylenmesi icap ederse, varlık yokluğa nazaran daha aziz, yani var oluş, yok oluşa tercih edilen bir olgudur. Yaşayış nasıl olursa olsun ve ne şekilde devam ederse etsin, ölüme tercih edilmelidir."

Mevlana, İskenderunlu Meşhur Tabib Galen'in şu sözlerinden bahseder: "Ben yaşamayı her hal ve şekliyle ölü­me tercih ederim; hatta o kadar ki, bir katırın karnında ola­yım ve nefes alabilmek için katırın kuyruğu altından başımı çıkarayım." Bu nazariyeye uyulduğunda; ölümün değeri yüzde yüz menfidir.

Diğer bir nazariye ise şöyledir: "Ölüm yokluk ve yok oluş değildir, sadece bir dünyadan diğer bir dünyaya göçüş­tür. Fakat insanın dünya ile olan bağlantısı ruhun bedenle; mahpusun hapisle, kuyudakinin kuyuyla; kuşun kafesle olan rabıtasıyla aynı değildir. Ancak belki de, talebenin mekteple, ziraatçının ekinle olan ilişkisine benzetilebilir. "Hiç şüphe yok ki talebe, evinden, yuvasından, dostlarıyla buluşmaktan ve bazen de vatanından uzak kalıp, okulunun mahdut çevresinde tahsil ve tekâmülü için uğraşır durur. Fakat toplum içinde saadetli yaşayışın tek yolu, tahsil bo­yunca başarılı bir öğrenim devresini başarıyla sona erdir­mektir. Nitekim çiftçi de yaşantı ve ailesini bırakıp, tarla­sında ekiniyle meşgul olmaktadır; amma ekin ve ekimde ça­lışma onun maişetini temin ettiği gibi yılın kalan kısmında onu, ailesinin çevresine getirir.

Dünyanın ahiretle, ruhun benle olan bağı, işte böyle bir bağdır."

Dünya ile insan arasındaki rabıta hakkında, dünya görüşleri böyle olanlar ve gördükleri işlerde başarı elde ede­meyen, ömürleri boyu kendilerini abes, kötü, basit ve cezaya müstahak olan kişilerin, ölümü hiçbir suretle arzu edilen ve istenen, sevilen bir emir olarak kabullenebilmelerinin ina­nılmaz bir şey olacağı muhakkaktır. Hatta bunlar ölümü nefret edilecek, korkulacak bir şey olarak gördüklerinden tabii ki korkarlar; bu korkunun sebebi onların kendilerin­den ve yaptıkları kötü işlerdendir.

"Ey korku içinde kaçtığın, o ölüm!

Kendi korkundur, ey akıllı can o

Kendi çirkin yüzündür, ölümün yüzü değildir asla!"



Senin canın, aynen bir ağaç ve yaprak ile onların ölü­mü gibidir. Fakat böyle dünya görüşü olan kimse amelî ola­rak başarılı olabilir. Aynen, bir talebeyi ele aldığımız za­man, üzerinde tahsil yaptığı bir konuda- mesela ziraatçılık-esaslı bilgi edinmiş ise, vatanına dönmeyi, kalbinin vatan, akraba ve dostları için çarpması tabii ki muhakkaktır. Her an, işini tamamlamış bir çiftçi gibi, elde ettiği bu mahsulü evine taşımak arzu ve endişesi içindedir. Bu talebinin, hiçbir zaman vazifesini arzusuna feda etmeyen bir çiftçi misali, içinde buram buram tüten vatan hasretiyle savaşıp tahsilini yarım bırakmama gayreti vardır.

Evliyâullah'a, bu başarıyı elde etmiş talebe gibi, adı ölüm olan öbür dünyaya göçüş bir arzudur. Öyle bir arzu ki, bu âlemde bir an dahi kalma arzusunu ortadan kaldırır. Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyorlar: "Eğer Allah (c.c) onlar için mu­ayyen bir ecel çizgisi çizmemiş olsaydı, onların ruhları, se­vapların şevkinden ve günah işleme ihtimali korkusundan bir göz açıp kapayıncaya kadar bedenlerinde kalmazdı."

Aynı halde Evliyâullah hiçbir zaman ölümü hayata tercih etmezler, Zira adına ömür dediğimiz şey sadece tekâ­mül, iyi amel ve iş yapma fırsatıdır. Her ne kadar yaşarlarsa, insanî kemâlâta o nispetle erişeceklerdir. Hatta ölüme karşı koymağa çalışır, Allah Teâlâ'dan daima uzun ömür talebin­de bulunurlar.

Bu zaviyeden bakarak pekâlâ görüyoruz ki, evliyaullahın ölümü arzu edip ona kavuşma isteği, hiçbir zaman ölü­me karşı koyma ve uzun ömür dilemeye kar şı değildir.

Kur'an-ı Kerim, "Biz evliyâullahız" iddiasına bulunan Yahudilere hitap ederken şöyle buyuruyor: "Eğer siz evliyaullah olsanız, ölüm sizler için arzu edilen ve sevilen bir şey olmalıdır." Sonra şöyle ilave buyruluyor: "Fakat bunlar hiç­bir surette ölümü arzu etmiyorlar," zira, önceden gönderdik­leri çok zalimanece, cinayetkârane amellerinin neticesi öbür dünyada nereye gideceklerini kendilerinin pekâlâ bildiklerindendir...

Bunlar bizim saydığımız üçüncü guruptandır...

Evliyaullah iki hâl ve durumda uzun ömür dilemek­ten kaçınırlar. Biri şu ki: Her ne kadar yaşasalar da, bulun­dukları vaziyet taatlarında daha fazla Tevfik edemeyeceklerini, aksine tekâmül yerine tenakuza düşeceklerini hisset­tikleri zaman.

Huseyn İbn-i Ali (a.s) buyuruyorlar: "Allah'ım, ömrüm sana itaatle geçecekse bana uzun ömür ver; yok eğer yaşayı­şım şeytana otlak olacaksa imkân nispetinde beni kendi ta­rafına çek, götür. İkincisi ise şehâdettir. Evliyaullah şehâdetle ölümü Allahtan şartsız olarak niyaz ederler. Tahmin edilebileceği gibi şehadetin her iki hasleti de vardır: Hem amel ve hem de tekâmül... Hadis-i Nebevi'den nakledeceği­miz gibi, şehâdet hariç, her iyi amelin tekâmül basamağında bir üst basamağı vardır. Diğer yönüyle ise öbür dünyaya in­tikal, arzu edilen.istenen sevilen bir şeydir Evliyaullah için.

Bu nedenle Hazret-i Ali (a.s), ölümün kendisine şehâdetle nasip olduğunu görünce neşesinden âdeta kalıbına sığmıyordu.

Hazret-i Ali'nin (a. s) kılıçla başına vurulmasıyla vefatları arasında geçen zamanda buyurdukları pek çok sözler vardır ki bunlar Nehc-ül Belağa ve diğer bir çok kitaplarda mevcuttur, saklıdır.

O cümlelerden biri şudur." Allah'a kasem olsun, ben­den ne mekruh ve ne de beklenenin hilafına bir iş meydana gelmemiştir. Ancak, arzum olan şehâdeti istemişimdir dai­ma, ona da ulaştım. Bu karanlık gecede, uçsuz bucaksız bir çölde su arayan ve birden bire bir kuyu veya bir pınar bulan kişiye benzerim. Ben arzusuna erişmeyi, arayıp bulan bir kişi gibiyim."

Hâfız-ı Şirazi aşağıdaki kıtayı söylerken hiç şüphe yok ki bu cümlelerden esinlenmiştir.

"Seher çağının rüyasında kederden bana necat verdi­ler,

O gece karanlığında bana hayat suyunu sundular,

Ne kadar mutlu bir sabahtı o ve ışıl ışıl ışıldayan bir geceydi o,

Henüz beratımı almış o Kadir gecesi misali..."



Ramazan ayının ondokuzuncu sabahı, düşmanın sal­dırısı, Hazret-i Ali (a.s.)'nin başını yaraladığı anda, Hazret'den duyulan birinci veya ikinci cümle şu oluyordu: "Ye­min olsun Kabe'nin Rabbine ki kurtuldum!"

Şu halde Şehâdet, İslâm nazarında, fertler açısından, kısacası şehîd olan kimse için bir başarıdır, başarıların en üstünü; bir arzudur, arzuların en isteneni...

İmâm-ı Huseyn (a.s.), "Ceddim bana, senin Allah in­dinde Şehâdetinin haricinde hiç bir türlü erişemeyeceğin bir derecen, bir makamın var; buyurdular."diye naklederken an­laşılıyor ki O'nun şehâdeti kendisi için bir yücelişti, tekâmülün ise en üst basamağı.

Buraya kadar, ölüm ve Şehâdet meselelerini fert ba­kımından tahlil edip ölümün şehadetle oluşunun hakikaten şehîd için bir başarı, neşe ve mutluluk olduğuna geldik. Hatta Seyyid ibn-i Tâvus,"Ezâ tutma emri bize verilmemiş olsaydı ben, İmam Hazretlerinin şehâdet günlerinde bay­ram yapardım" diyor.

Bu nokta ve bu açı dolayısıyladır ki biz Hıristiyanlığa, Hazret-i İsa (a.s)'nın şehâdeti namına bayram etmeleri meselesinde hak veriyoruz. İslâm kemâl-i serahatle şehâ­deti, şehidin başarısı saymaktadır. Asla aksi düşünüle­mez.

Ancak İslâm nazarında madalyonun öbür yüzünü de görmek gerekir. Şehâdet toplum ve topluma taalluk eden yönleri bakımından, kendine has zeminde, akabinde öyle neticeler doğurur ve hadiseler meydana getirir ki mukaye­seye değer. Toplumun şehîd mevzu'unda gösterdiği aks-ül amel, sadece şehidin kendine taalluk etmez. Şöyle ki, sade­ce şehidin tarafına veya onun muhalifine ne gözle baktıkları arasındaki rabıtadır.

Evet, şahadetin diğer bir çehresi daha vardır. Buraya kadar şehidin kendisiyle olan rabıtasını gördük ve şimdi de toplumla olan bağlantısına geldik. Şehidin toplumla iki bağı vardır. Biri, kendisi hayatta olsaydı, ondan bazı kimseler faydalanabilirdi, fakat bu durumla onun feyzinde mahrum kalınmaktadır. Diğeri, fesat ve kötülüğü körükleyen kimse­lerle olan rabıtasıdır ki, onlarla muahezeye kalkıp, onların elleriyle şehadete ermektir.

Muhakkak ki, o şehidin hayatının feyzinden faydala­nan, onun yolunda giden arkadaşları, eli boş kalmışlardır ve o şehidin şehâdetinden elbette ki müteessir olacaklardır. Bu onların aslında kendilerine ağlayıştır, kendileri için üzülüştür.

Ancak şehidin şehâdetinin vuku buluş durumunda, Şehâdeti, arzulamayan bir hadisenin meydana gelmesi do­layısıyla özlenen bir emir olur. Şöyle bir teşbihle -mevzûmuzu açıklayalım: Bir müdahaleyi gerektiren, mesela apandisit, bağırsak ve mide hastalıklarında yapılacak ameliyatlar hiç şüphe yok ki yerinde bir iş olur. Fakat ameliyatı gerektiren bir şey yoksa bu yapılan hatadır.

Toplum açısından, şehâdetten ders şudur: ilkin böyle bir durumun vukuunu önlemek gerekir. Yoksa bu facia ya­pılmaması gereken bir emir olur dillerde dolaşır ve zülüm kahramanı olan katillere bağlı bir teessür teessüf kaynağı olur. Fakat bu durumun vukuunun önlenmesi istendiği hal­de değiştirilemezse, o zaman toplumun fertleri o cinayet-kârlara dönüşmekten kendileri sakınırlar. Nitekim gördü­ğünüz gibi, Yezîd, İbn-i Ziyad ve emsalinin adlan şöyle bir şekilde anlıyorum ki herkesin İmam-ı Huseyn (a.s)ın hakiki azâdârlığında bulunması gerektiği meydana çıkıyor. Öbürle­rinin amellerine ait bir benzeyiş var mı arada? Ne gezer.

Toplumun alması gereken diğer bir ders daha var, her halde tekrar toplumda şehâdeti icap ettiren durumlar bulu­nabilir. Bu bakımdan şehidin kendisine taalluk uyarıcı ve seçilmiş bir amel nedenleriyle ve yükümlü olmadığı halde baş göstermesi halinde, insanlar hissiyatları ve o şehidin hislerinin renk ve şekline burun. İşte bu durumda da' şehide ağlayış, O'nun destanına iştiraktir, o ruhla hemâheng oluş­tur, onun neşesine bürünüştür, onun yarattığı dalga ile dalgalanmıştır. İşte buraya dikkat nazarlarımızı yöneltmemiz gerekir, Acaba bayram, neş'e, oyun - Hıristiyan mezhepleri­nin bayramlarında görüldüğü gibi- ekseriye içki içip sarhoş olma, şehadetle aynı şekle, aynı renge, aynı hislere bürünme tablosunu yaratır mı? Yoksa bu tablo gözyaşlarıyla iç hü­zünden daha mı ziyade belirir?

Aslında ağlama hususunda yanılgıya düşüp, ağlamanın daima dert ve maluliyet olduğunu hayal ile sanıyorlar: ki ağlama, istenmeyen bir emirdir.

Gülüş ve ağlayış insanoğlunun karakteristik vasıflarındandır. Diğer hayvanların da neşe ve kederleri vardır, zevkleri vardır, zahmetlere duçar oluşları vardır. Fakat ne gezer, ne ağlayabilir ve nede gülebilirler. Gülüş ve ağlayış insan hislerinin en kıymetli mazhariyetleridir. Bugünün örfünde ise hissiyat dediğimiz aslında insanın karakteristiğidir. Gülüş ve ağlayış ise insanın his âleminin en kuvvetli mazhariyeti.

Gülüşün kısmı ve nevileri vardır, fakat ben burada bu bahislere girmek istemiyorum. Ağlamanın da sırasına göre değişik yüzleri mevcuttur. Hiç şüphesiz ağlayış her za­man bir rikkat veya bir heyecan eseridir. Şevk ve aşk göz­yaşlarını hepimiz biliriz. Ağlayış sırasında ve onun kendine has rikkat ve heyecanında insan bütün hallerden ziyade, ağ­lamış olduğu sevgilisine kendini daha yakın görür; hakıyetle öyle bir halde daha ziyade kendine dönüş, bencillik ve ben­lik) ağlayışta ise, kendinden geçiş kendini unutuş ve mahbupla bir olmak vardır.

İmam-ı Huseyn (a.s.) yüce şahsiyeti, kahramanca şehadeti ile kalplerin ve yüzmilyonlarca insanın ihsâsâtının maliki olmuşutur. Bu rûhî ve hissî, paha biçilemez kıymet azametli hazineyle buluşan kişiler yani bu mezhebin hatipleri, Hazret-i Huseyn'in (a.s) azametli ruhuyla, ruhlarını ay­nı şekilde hislendirip renklendirip, şenlendirenler-bu mu­azzam defineden doğru olan hisleri yayarlarsa, muhakkak ki dünya ıslah olacaktır.

İmâm-ı Huseynin(a.s) bekasının sırrı, hareketleri­nin mantık üzere oluşundandır. Aslında öyle akıllar vardır ki an­cak akıl nahiyesinden himaye görür, diğer taraftan da iyi duygu ve hasletlerin derinliklerinden yol bulur. Hazret-i Huseyn'e (a.s.) ağlamayı fazlasıyla tavsiye buyuran Eimme-i Ethâr (a.s.) en hekîmâne düsturları vermişlerdir. Bu ağla­yışlar imam-ı Huseyn'in (a.s.) iyi duygularının insanların benliklerinin derinliklerine kadar sürmektedir. Tekrarlıyorum, bu azametli hazinede birleşenler, bu mevzudan ne yönde istifade edeceklerini iyi bilmelidirler.

« Gönül yeterince kan elde etti, fakat göz akıttı onu»

« ALLAH ALLAH, kim telef oldu, kim kazandı onu»



ŞEHİDİN TOPRAĞI

Muhterem babaları (s.a.a.) Sadıka-i Kübra Fatıma-ı Zehra Selamullah-ı Aleyhâ'ya mâruf tesîbhat örneğini (34 kere ALLAH-U EKBER, 33 kere ELHAMDÜLİLLAH, 33 kere SUBHANALLAH) öğrettikleri zaman- ki biz bunu ek­seriya, namazın takibi unvanıyla namazdan sonra veya yatacağımız zaman okuruz- büyük amcaları Hazret-i Hamza İbni-i Abdul Muttalib'in kabri başına gidip, o şehidin toprağından kendilerine bir tesbih yaptılar. Efendiler, el­bette ki bunun bir manası vardı, ne yapılmak isteniyordu? Şehidin toprağı muhterem bir toprak, kabri ise muhterem bir kabirdir. "Ben Allah'a (c.c.) zikirlerimi saymak için teşbi­himin taneleri taş, ağaç veya herhangi bir topraktan-nite-kim ki yapıyorlar- yapabilirdim, fakat ben bunu bilhassa şehîd toprağından yapıyorum" buyurdular Hazret-i Fatıma (a.s.). İşte bu şehide ve şehâdete bir hürmettir, bir nev'i şehâdetin kutsallığının tanımının resmidir. İmam-ı Hüse­yin'in (a.s.) mukaddes vücutlarının şehâdetinden sonra Seyyid-üş Şüheda lakabı Cenab-ı Hamza'dan muhterem bi­raderlerinin torunu Hazret-i Huseyn'e (a.s.) geçince, bun­dan böyle artık her hangi bir kimse şehîd toprağından teberrüken elde etmek isterse bunu Hazret-i Huseyn İbn-i Ali'nin (a.s.) toprağından alır. Biz namaz kıldığımızda, halıya yiyilecek ve giyilecek şeye secdeyi caiz bilmediğimizden, yanı­mızda bir parça toprak veya taş bulundururuz. Önderleri­mizin bize, toprağa secdeyi buyurmaları sebebiyle toprağa secde edeceğimizden, bu toprağın şehîd toprağı olmasının daha uygun olacağı kanısındayız. Eğer mümkün olur da bu­nu Kerbelâ toprağından temin edersek bundan şehîd koku­su alırız. Mademki Allah'a (c.c.) ibadet ediyorsunuz, hangi toprağa alnınızı koyarsanız koyun namazınız sahihdir. Fa­kat alnınızı şehîd kokusu taşıyan, şehîdle az da olsa komşu­luk ve yakınlığı olan bir toprağa koyarak secde ederseniz ecir ve sevabınız yüz kere daha fazla olur.

İmam Hazretleri (a. s.) buyuruyorlar: Ceddim Huseyn ibni Ali (a.s.) nin türbesine secde ediniz. Bu mukaddes top­rağa secde ettiğiniz zaman -namaz esnasında- yedi yönlü perdeler parçalanır, ortadan kalkar, yani şehîd kıymetine erişirsiniz, O'nun türbesinin toprağı namazınıza değer ka­zandırır.

ŞEHİD GECESİ

Bu gece biz neden ve ne için toplandık? Bu gece kimin gecesidir? Şehidin gecesidir bu gece. Bugünkü dünyamızda, senenin günleri, anneler, öğretmenler günü gibi bir kısım halka tazim ve onu kutlamak için tertip edilmektedir. Am­ma nedense bir günün şehide tahsis edildiğini görmedik. İslâm'da ise gün vardır, o şehîd günüdür ve o gün 'AŞURA' dır. İşte bu gece Aşura gecesidir, şehîd gecesidir.

Arz ettim, şehidin mantığı bir yönden aşk mantığıdır, diğer yönden ıslâh. Islah eden, aşık ve arifin iki şahsiyetini terkip edersek ve ondan tek bir insan meydana getirsek, o zaman bir şehîd vücud bulur. Elbette ki şehîdler hep aynı de­recede değildirler.

ŞÜHEDA LİDERİNİN GÖRÜŞÜ

İmam-ı Huseyn (a.s.) dün gecenin mislinde Aşura şehîdleri hakkında bir açıklamada bulundular. Bu açıklama onların makam ve derecelerini gösteriyordu. Şüheda bütün salih kişiler ve şüheda arasında parlarken, İmam-ı Hu-seyn'in (a.s.) ashabı şüheda arasında adeta parıldar. Biliyor musunuz Hazret ne buyurdular? Ne açıklama yaptılar? Geçmiş merhalelerde alelusul yapılmış bir elenmeden sonra liyakati olmayanların gidip, onların kaldığı o gecede, liyakat sahiplerini bir daha imtihan ettiler, sınadılar. Artık bu sınayışta bir kişi olsun ayrılıp gitmedi. Ne yaptı Aşura gecesi? İmam-ı Huseyn'ın su meşkleri olan bir haymesi vardı, fa­kat, o çadırlara ilk günlerde su meşklerini dolduruyor, ve ko­yuyorlardı, Hazret kendi ashabını burada topladı, neden bu çadırlarda? Bilmiyorum, belki de artık orada da su meşki kalmadığından o gece sadece o çadırın bulunduğu kısım düşman tarafından terk edilmişti. Bu haymede yine o akşam da su bulunduğunu yazan mu'teber şahısların, Aşura gecesi Hazreti-i Eba Abdullah'ın (a.s.) aziz oğullan Aliyy-i Ekber'i bir kısım cemaatle Fırat'ın bir koluna yollaması, oradan on­ların bir miktar su teminine muvaffak oluşlarına dayanır, îlkin herkes o sudan içtiler , sonra Hazret Şöyle buyurdu: 'Bu su ile gusledin, yıkanın, ve bilin ki bu sizin dünya sularından son nasibiniz" Her ne hal ise, bütün ashabı topladılar, ve hepsine serbesti tanıdılar ve eşi emsali görülmeyen muaz­zam bir hutbe okudular. Bu hutbe, o günün öğleden sonra­sında vukua gelecek olan hadiselere bir atıftı.

Duymuşsunuzdur, Tâsua gününün öğleden sonrasın­da teklif tamamlanmış fakat ertesi güne kadar mühlet alın­mıştı. Artık teklif kati idi. Bu kat'iyetten sonra Eba-Abdullah (a.s.) ashabını topladı. Ravi orada bulunan İmam -ı Hu­seyn (a.s.) dir, ve şöyle naklediyorlar : "İmam-ı Huseyn (a.s.) in ashabını topladığı çadır benim hasta olarak yattığım çadırın yakınındaydı. Babam ashabı topladıktan sonra, Allah'a (c.c.) sena ederek, buyurdu: Ben Allah'a (c.c) en yüce sena­lardan da yüce sena ediyorum ne gibi şartların altında olur­sa olsun her zaman şükredendim, yine de ediyorum"

Hak ve hakikat yolunda, her şerait altında atılacak adım hayırlıdır. Hak yolundaki her kimse, şartlar ne olur­sa olsun, kendisine düşen vazifeyi bilir ve tanır. Mes'uliyyet ve vazifenin bitmesiyle, karşılaşılan hiç bir şey kötü değildir. Hafız der ki:

"Sâlik'in önüne çıkan her yol bayırdır onun"

"Meyhane kapısına gitmek ayni gayede olanların işi­dir ancak,

"Kendisinden geçenlerde, mey satanların köyüne yol yoktur,

"Görünüşlerinin uygunsuzluklarında her ne varsa bi­zim endamsızlığımızdandır."

"Yoksa, senin varlığın, hiç kimsenin üstünlüğünden eksik değil..."



Ma'ruf şair Ferezdak'ın Kerbela'ya doğru yola çıktığı zaman bu hususta fevkalâde çekici bir cevabı vardır. Ferezdak Irak'ın vahim durumunu anlattıktan sonra, İmam Haz­retleri (a.s.) buyururlar:"eğer kaza ve kaderin akışı bizim ar­zumuza uygun çıkarsa ona şükrederiz ve şükretmemize yardımcı olmasını dileriz. Aksi olursa, arzu ettiğinizin hila­fına cereyan ederse, yine de kastımız ve hedefimiz hak ve hakikatten gayri bir şey olmadığından ve takvanın tama­men öz kalıbından, her türlü kin ve garazdan arınmış bu­lunduğundan ziyan etmeyiz (veya, uzak düşmeyiz) Şu halde önümüze ne çıkarsa çıksın hayırlıdır, ve tatlıdır."

Ben, O'na hem rahatlık ve kolaylıklarla ve hem de zorluklarla geçmiş günlerim için şükürler ediyorum .

Şunu belirtmek istiyorlar: "Hayatımda hoş ve rahat günler gördüm, çocukluğumda Hazret-i Peygamberin ( dizlerinde oturdum, omuzlarına çıktım, öyle günler gördüm ki, İslâm âleminin en aziz çocuğunun göremeyeceği günleri, O günler için şükrediyorum, bu günlerin zorluklarına da şükretmekteyim. Ben önüme çıkan hiçbir şeyi kötü bilmiyo­rum, hayırlı buluyorum. Ey Rabbim, biz, Sana Nübüvveti bi­zim hanedanımızdan karar kıldığın için şükretmedeyiz. Ey Allah'ım Kur'an ilmini bize verdin, Kur'an'ı olduğu ve anla­şılması gerektiği şekilde anlıyor ve destekliyoruz ve Sana bizi dinde basiretli kıldığın, dinde fakih, yani, dinin bütün derinli ve inceliklerin, ruh ve batınını, dinin iç ve dışını iste­diğin şekilde anlamamıza Tevfik verdiğin için şükretmedeyiz»

Sonra ne yaptılar? Ashâb ve Ehl-i beyt'i hakkındaki tarihi şehâdetnameyi sundular ve buyurdular: « Bende ken­di Ashabımdan daha iyi ve daha vefalı bir Ashap tanımıyo­rum.»

Şunu buyurmak istiyorlar; «Ben sizleri Peygamberin (a. s.) rikâbında şehid düşen Ashabına bile tercih ediyorum. Babam Ali (a.s.)'m rikâbında, Cemel sıffın ve Nehravânda da şehîd düşen Ashabına da tercih ediyorum ve siz Ehl-i Beyt'imden daha iyi ve sıla-ı rahmi yerine getiren ve daha faziletli bir Ehl-i Beyt tanımıyorum. « Bu vesiyle ile onların makamlarını ikrar ve itiraf ettikten sonra, onlara teşek­kürde bulundu ve şöyle buyurdu. « Eyyühennass, hepinize ilan ediyorum, hem ashabıma, hem ehl-i beytime, bu kavmin benden başkasıyla işi yok.. Mademki düşmanımın sizlerle işi yok, Ben, Bana bey'at etmiş olan sizlerin hepinize ilan ediyorum, bey'atımı üzerlerinizden kaldırdım; şimdi sizler ne düşman tarafından ve nede benim nahiyemde kalmağa mecbur değilsiniz, âzâd -ı mutlakasınız, gitmek isteyen gitsin,» Ashaba dönüp buyurdular: « Sizlerden her biri benim ailemden birinin elini tutsun, (İmâm-ı Huseyn'in Ehl-i bey­tinin büyüğü vardı, küçüğü vardı, aynı zamana o yerlerin âşinâsı, ehli değillerdi), toplu halde ehl-i beytimle gitmeyin her biriniz onlardan birini elini tutarak ayrı ayrı bu savaş­tan ve kargaşalıktan dışarı çıksın ve gitsin.»

İşte burada Eba Abdullah'ın (a.s.) ashabının maka­mı aydınlanmada ne düşman pençesine düşmüş vaziyette düşmanı tarafından ve ne de Hazrete biat taahhüdünde bulunmuş olma nahiyesinden hiçbir zorlama yoktu üzerle­rinde. Eba Abdullah (a.s.) onları tamamen serbest bırakmış­tı.

Şimdi ise Ehl-i beytinin ve Ashabının tekrar Ebâ- abdullah'a (a.s.) cevaplarda verdikleri azametli cümleleri gö­rüyoruz.

Hazret-i Huseyn'in (a.s.) Aşura gece ve günü iki sevin­ci neşesi var. Sevincinin en fazlası Ehl-i beytinin en küçük yavrusundan en büyük ferdine kadar hepsinin onun her anına ayak uydurup gelişleridir.

Diğer sevinci ise vefalı Ashabının bir nokta kadar da inançlarında zaafları olmayışıdır. Ertesi gün Aşura gelip çatın­ca bunlardan hiç biri kalmadı ve hiçbiri düşman tarafına il­tihak etmedi. Aksine düşman tarafından bazı kimseleri kendi taraflarına cezb ettiler. Hem de Aşura gecesi bazı kim­seler kendilerine meczup kıldılar. Hürr ibni Yezid-i Reyâhi onlardan biriydi. Otuz kişide Aşura gecesi gelip katılmıştı. Bunlar Ebâ - Abdullah'ın (a.s.) sevinç ve mutluluğunun vesilesiydi.

O Hazret'e (a.s.) teker teker cevap vermeğe başladı­lar, « ağamız bizi murahhas mı buyuruyorlar? Biz sizi yalnız mı bırakalım? Allah'a (c.c.) kasem olsun olmaz.»



« Bir sanki sizce makbul olmasın, bir can ki sizce kıy­met ifade etmesin, ne gerek yaşamak.»

Biri şöyle diyordu, «gönlüm isterdi ki beni öldürsün­ler, cenazemi yaksınlar, külümü savursunlar, sonra yine dirileyim, sen'in yolunda yine de ölürdüm, yetmiş defada ol­sa, bir kerecik ölmek nedir ki?

Bir başkası ise şöyle , « Ben çok sevinirdim eğer beni peyderpey bin kere öldürselerdi ve benimde bin canımı olsaydı, ayni şekilde sana kurban ederdim.»

Teker teker herkes sözünü minval üzere söylüyorlar­dı.

Bu sözleri ilkin kardeşi Ebu-l Fazl (a.s.) buyurdular sonra diğerleri kendilerine göre sözün gerisini getirdiler.

İlk konuşan ve bu ızhârâtı dile getiren reşîd kardeşi Ebu-l Fazl-ıl Abbas (a.s.) idi.

O Hazret'ten sonra, diğerleri aynı cümleleri tekrar et­tiler.

Bunlar vermeleri gereken son imtihanlarıydı ve bu imtihanı da verdiler.

Yüzde yüz kararlarını ilân ettikten sonra, Ebâ Ab­dullah (a.s.) yarınki hakıkatlerin üstünün örtüsünü kal­dırdılar ve buyurdular: « artık size söyleyebilirim, sizler hepiniz yarın şehîd olacaksınız.»

Hepsi « Elhamdulillah-i Rabb-il Âlemin, Allah'a (c.c.) şükrüler olsun, Allah'a şükürler olsun ki yarın senin yolun­da, Peygamber Hazretlerinin (s.a.a) evlâdı yolunda biz şehîd oluyoruz, Şükürler olsun Allah'a (c.c.) »dediler.

Burada bir incelik var, eğer mantığı, şehîd mantığı olmasaydı, şöyle bir düşünce belirirdi, mademki her halde sadece Huseyn İbn-i Ali'nin (a.s.) öldürülmesi isteniyordu, bu kadar insan sırf ölüm için kalmalarının ne tesiri olabilir­di? Peki, bunların kalma sebepleri ne idi?

Ebâ Abdullah (a.s.) bunların kalması için neden izin verdi, bunları dönmeğe niye mecbur etmedi? Ne için « Kim­senin sizlerle işi yok ve sizin kalmanızın bize en küçük bir faydası dahi yok, yalnız canınızı boş yere vermiş olursunuz, bunun için de gitmelisiniz, gitmeniz farzdır, kalmanız haram» demedi? Bu işi niye yapmadı? Aksine onların bunu bekler olmaları ilâmını takdis ve tekrim etti. Anlaşılıyor ki bu mantık başka bir mantık idi. Şehîd, destanlar yaratmak, topluma can vermek, kan vermek, ışık tutmak, hayat bağış­lamak için kendini feda eder. İşte böylesine bir hal idi bu...

Şehâdet, sadece düşmanın mağlup olması için değil­dir, şehâdette destanlar yaratma gücü de vardır. Eğer Onlar da o günde şehîd olmasalardı, bu koca destan ne zaman do­ğardı? Her ne kadar işin merkeziyyeti Ebâ-Abdullah'ın (a.s.) kendisinin şeh âdetindeydi, amma, Ashâb, Ebâ- Abdul­lah'ın (a.s.) şehadet-ne fevkalâde bir celâl ve azamet verdi­ler. Eğer onlar etrafını almamış olsalardı, belkide Hazret-i Huseyn ibn-i Ali'nin (a.s.) şehâdeti bu derecede bir azamet, ehemmiyet ve ululuk bulmazdı ve üzerinden onlar, yüzler, binler yıl geçtiği halde halkın buna kulak verişi, bu olaydan ders alışı, ruhlanışı, hareketlenmesi temin edilemezdi.

(Allah'ın rahmet ve esenliği üzerinize olsun.)

 

Şehid Murtaza Mutahhari/Şehid