Sabır ve Namaz İle Yardım Dilemek

Sabır ve Namaz İle Yardım Dilemek

ALLAH YOLUNDAKİ İMTİHAN DURUMLARINDA SABIR VE NAMAZ İLE ALLAH'TAN YARDIM DİLEMEK...

MİN VAHYİ'L KUR'AN



Muhammed Hüseyin FADLULLAH


BAKARA SURESİ 153-157. AYETLER

ALLAH YOLUNDAKİ İMTİHAN DURUMLARINDA SABIR VE NAMAZ İLE ALLAH'TAN YARDIM DİLEMEK



Bismillahirrahmanirrahim



«Ey iman edenler... Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin; muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir. Allah yo­lunda öldürülenlere «ölüler» demeyin: Aksine onlar diridirler ama siz (bunun) farkında değilsiniz. Andolsun sizi korku, aç­lık, (mallar(ınız)dan, canlar(ınız)dan ve ürünler(iniz)den eksilt­mek gibi şeylerle imtihan edeceğiz; kendilerine bir bela erişti­ğinde: «Inna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun - Biz Allah'a aitiz ve (sonunda) muhakkak O'na döneceğiz» diyerek sabredenleri müjdele. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlara­dır ve (doğru yolu bulup) hidayete erenler de onlardır. »(Bakara: 153-157)

Sabır ve Namaz ile Allah'tan Yardım İstemek

Bu ayetlerin genel içeriği ve üslubu, Müslüman in­sanın, hayatını etkisi altına alarak onu bir kuşku ve sar­sıntı dairesinde sarsıp sallayan çeşitli engeller, sorunlar ve facialara karşı koyan gerçeğe ilişkin derin manaların hareketi içersindeki derinliklerinde gizli olan imani birikimine yönelten, Kur'ani bir yaklaşıma işaret etmektedir. Bu gerçeğe sahip olan Müslüman insan, bütün bunların karşısında, Allah'ın koymuş olduğu ilahi sünnetler (ka­nunlar) temeli üzerine kurulu olan hayatın hikâyesini, bilen kapsamlı ve kapasiteli bir iman duruşuyla durur. Bu hikâyenin başından sonuna tamamı zorluk ya da tama­mı kolaylık değildir. Aksine bu hikâye kolaylık yolunda zorluklar, zorlukların sonunda ve sonucunda kolaylıklar­dan ibarettir. İşte insan Allah'a giden bu yolda bazı zor­luklarla karşılaştığında veya hedeflere ulaşmak yolunda­ki yükümlülükler ve bunların getirdiği sıkıntılar kendisi­ne ağır geldiğinde, bu yoldaki iradesini destekleyip güçlendirmesi ve ona bağlılık ve sarsılmazlık ruhunu vere­bilmesi için, sarsılmaz bir konuma ve bağlı bir şahsiyete ulaşabilmesi için sabırla Allah'tan yardım istemesi ka­çınılmaz bir zorunluluktur. Yine aynı bağlamda, namaz ile Allah'tan yardım istemesi de aynı kaçınılmazlıkla zo­runludur. Çünkü namaz, kalbe hikmeti insanın hayatını yine kendisi için maslahat (fayda-yarar) ve hikmet te­meli üzerinde yükselten ve rahmeti insanın ruhunu hoş­nutluk, lütuf ve sıcak bir ilişki ile sarıp sarmalayan, (her şeye gücü yeten) Kadir, Hâkim ve Rahim olan Allah'a yönelik pencereleri açar. Böylece insanın başına gelecek imtihanlar, insanın kaldırmaya gücü yetmeyeceği bir dü­zeyde ağır gelmez. Aksine insan başındaki imtihanla be­raber namaz ile alabildiğine bir uzay genişliği içersinde tecrübeleri ve ümit ufukları ile yaşar. Sahip olduğu güç, bütün güçlükleri sarsacak ve bütün karşı güçleri kahre­decek bir düzeye gelir ve hayatı, bütün içersindekilerle kavrar. İnsan, bütün bu güçlüklerin içinden, ruhunun so­runlar ve güçlükler ile daralmadığı, engeller ve karşı sal­dırılar karşısında yenilmediği ve güçlükler karşısında za­yıf düşmediği bir uzay genişliğine çıkar. İradeyi hayat ile hareketi kuvvet ve iman ile dolduran patlama dere­cesinde canlı bir ümit içersinde olur.

Böylece sabır gibi ruhi değerler, namaz gibi ibadet amelleri faal güçlere dönüşür. İnsan üzerine, düşman kuvvetleri saldırdığında, kendi dışındaki güçlerden yar­dım aldığı gibi, zayıf noktalarını güçlendirmede bu faal güçlerden yardım alır. Sabır ve namaz, bazı kimselerin zannettiği gibi bir zayıflık ve gerilik unsuru değildir. İn­sanı dondurup geriletmez. Yine bazılarının düşündüğü gi­bi, sabır insanı hareketten alıkoyan, onu yaşanan gerçek­lerin gereğini yapmak noktasında donduran bir şey değil­dir. Yine bazılarının düşündüğü gibi namaz yumuşak başlı sofuca bir yokluğun içersine gömmez. İnsana yaşanan gerçekler içersindeki hareketi noktasındaki rolünü ve so­rumluluğunu unutturmaz. Duyarlığını köreltip hayat yo­lundaki atılımlarını zayıflatmaz.

Bütün bu anlamları ayetteki hitaptan, bütün kapasi­teleri insanın emrine veren imanın canlı içeriğinden, in­san hayatı için güç oluşturmak yolunda ahlaki değerlerin ve pratik ilahi ilkelerin canlı tabiatına dikkat çekmek üze­re Allah'tan sabır ve namaz ile yardım istenmesine yö­nelik açık ilahi çağrıdan ilham alıyoruz. Fakat insanlar­dan birçoğu, inandıkları değerlerde ve yapıp ettikleri amellerde bulunan gizli, ruhi güçlerden gafil olabilmekte­dirler. Böylece de hayat, çevrelerinden güçle dağılıp yit­tiğinde onu bir zekâ kıvraklığı ile toparlayabilecekleri halde, zayıflık hallerine teslim olabilmektedirler.

Allah'u Teâlâ'nın Ayeti Kerimeyi «Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir» sözü ile bitirmesi, Allah'ın sabredenleri engeller, karşı saldırılar, kötü haller ve zor­lu durumlarda tek başlarına bırakmayacağını, aksine on­lara kendi ruhundan «iyi ruhu» kendi gücünden «büyük kuvveti» rahmetinden de lütuf, hoşnutluk, sevgi ve sela­meti (esenliği) bağışlamak üzere hep onlarla beraber ola­cağını tekid etmek içindir.



Şehitlik Hayatın Bir Uzantısıdır

«Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin: Aksine onlar diridirler ama siz (bunun) farkında değilsiniz.»

Bu Ayeti Kerim'e, nefsi; insanoğluna hayatı yitirmek­le ifade olunan, ölüm karşısında katı bir vahşet hissetti­ren, beşeri hislerden arındırmak noktasında varit olmuş­tur. Çünkü bu hisler, Allah yolunda küfür, azgınlık ve sapmalara karşı, savaş alanlarında cihad çağrısı karşısın­da insanı olumsuz bir konuma sürüklerler. Çünkü nefis hayatı sever, onun içersinde boylu boyunca uzanıp yayıl­mak, hayatla bitişen bütün varlık imkânlarını yaşamak ve onu kaybetmesine sebep olacak her şeyden uzaklaş­mak eğilimindedir. İşte bu Ayeti Kerime, Allah yolunda, öldürülen şehitler için hayatın bitip kaybolmadığına, bü­tün gerçekliği ile devam edip uzandığına, fakat o hayatın insanların bu dünya hayatında yaşadıkları ortam ve şart­lardan tamamen başka ortam ve şartlarda sürdüğüne, bu­nun için de bu dünya hayatını yaşayan insanların o ha­yatı his ve idrak edemediklerine işaret etmektedir. Çün­kü insan, öbür hayatın tabiatını kavrayıp idrak edebilece­ği duyulara sahip değildir. Bu ayet, bu konudaki diğer ayetlerin siyakındandır. Bu ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

«Allah yolunda öldürülenleri «ölüler» sayma: Aksine (on­lar) Rableri katında rızıklandırılan dirilerdir. Allah'ın kendile­rine fazlından (bol nimetlerinden ikram olarak) verdiklerinden sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine henüz ulaşmamış olan­lar için herhangi bir korku olmadığının ve üzülecek olmadıklarının müjdesi ve Allah'ın nimetinin, bolluğunun ve Allah'ın inananların ecrini zayi etmediğinin müjdesi ile sevinç içersin­dedirler»(Al-i İmran: 169-171)

Bu ayetlerdeki yaklaşım; hayatın bu yol ile dünya hayatında olduğundan daha üstün ve daha geniş bir şe­kilde devam edeceği şuurunu hissettirerek, Allah yolun­da cihadı teşvik etmek yönündedir. Bakara Suresindeki ayet ile Al-i İmran Suresindeki ayet arasında bazı deği­şiklikler olduğu düşünülebilir. Bakara Suresindeki Ayeti Kerime, doğrudan hayatın kendisini ele almış ve hayatın tabiatını idrak edememiş olanların çizdiği karanlık ölüm tablosunu aydınlık hayat tablosuyla değiştirmiştir. Bu ayetin ele aldığı ayırım temelde ölüm ile hayat ayırımıdır. Ayette, sanılan ölümün karşısına konulan hayatın ayrın­tısına gidilmemiştir. Çünkü bu noktada sorun karanlık ve aydınlık gibi doğrudan ve temelden ölüm ve hayat soru­nudur. Al-i İmran Suresindeki ayete gelince bu Ayeti Ke­rime, münafıkların Allah yolunda cihada atılan Müslü­manların, içlerine sokmaya çalıştıkları korku ve tered­düt unsurlarına, savaşa katılmayanların dünya hayatının nimet ve lezzetlerinden istifade edecekleri, buna kar­şılık savaşa atılanların ölümün katı vahşetine sürüklen­dikleri ve bu nimetleri kaybedecekleri yolundaki caydırıcı iddialarına karşı indirilmiştir. Bu nedenle Kur'an-ı Ke­rim, bu Ayeti Kerime'de Allah'ın yanında mücahitleri bek­leyen hayatın ayrıntılarına girmiş ve dünya hayatının ni­met ve zevklerine karşılık, Allah'ın mücahitlere vaad etti­ği hayatın bazı nimet ve zevklerine değinmiştir.



Ayetteki Hayattan Maksat Nedir? Bu Ölümden Sonra Bir Hatıra Hayatı mıdır?

Bazı müfessir1er, bu hayatın ayrıntılarına girmeye çalışmışlardır. Bu müfessirlerden bir kısmı ayette geçen ibareden maksadın bahsi geçen hayatın, dünyadaki uzan­tısı olduğu itibariyle Allah yolunda öldürülen insanın ar­dından (dünyada) güzel bir hatıra, bir anı, bir iz bırakmasına işaret olduğu yolunda yorumlar yapmaya çalış­mışlardır. Böylelikle bazı şairlerin düşünüş tarzları üzere insanların kafa ve düşüncelerinde insanın öldükten sonra ardından bıraktığı güzel bir anının, bir izin, ölen insanın hayatının dünyada baki kalan bir uzantısını temsil ettiği şeklindeki mevcut düşünce tarzına paralel bir yaklaşım yolu tuttukları düşüncesiyle hareket etmişlerdir. Nitekim bu tip bir yoruma temel olan duygu ve düşünceleri orta­ya atan şairlerden biri şöyle diyor:

İnsanın kalbinin atışları sayılır söylercesine

Hayatın kısa bir misafirlik olduğunu kendisine

Öyle ise kendine ölümden sonra bir hatıra bırak;

Çünkü ikinci bir hayattır bu hatıralarda yaşamak...



Bu görüşün felsefesini yaparken de bu ayetteki hi­tabın ahirete iman eden Mü'minlere yönelik olduğu, hal böyle olunca da hayatın ölüm ile sona ereceği yolundaki bir düşünceyi red üslubuyla gelecek bir haberin bir an­lamı olmadığı, çünkü böyle bir şeyin imanın gerçek ma­hiyeti ile bağdaşmayacağı dayanağından hareket etmiş­lerdir. Bunun yanında söz konusu ayetin şehitlere özgü olduğunu hâlbuki ahiretteki hayatın herkesi kapsayan bir mutlak gerçek olduğunu, hayatın imanın gerçek ma­hiyetiyle bir uygunluk içersinde olmasının zorunlu oldu­ğunu da ekleyerek ayetteki hayattan maksadın, asırlar ve uzun zamanlar boyunca insanın ardından baki kalacak bir güzel hatıradan, bir anıdan, bir izden başka bir şey olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Berzah Hayatı

Diğer bir kısım müfessirler ise bu ayetteki maksa­dın, ölüm anı ile mahşer arasındaki «berzah hayatı» na bir işaret olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu ber­zah hayatının, öldükten sonra ahiret hayatında yeniden dirilmek inancı gibi «zaruriyat-ı din'den dinin kaçınılmaz zorunluluklarından» olmamasından dolayı Müslümanla­rın bu hususta gafil davranmaları mümkündür. Gerçek­ten bugün bile Müslümanlardan bu berzah hayatına inan­mayanlar mevcuttur. Bu kimseler, ruhun bedenden mücerret (soyutlanmış) olmadığına, buna binaen insanın varlığının ölüm ve terkibin çözülmesi ile tamamen orta­dan kalktığına, sonra Allah'ın onu kıyamet gününde yar­gı için yeniden dirilttiğine inananlardandırlar.







Bu Fikrin Münakaşası

Bu yaklaşımlar ve açıklamalar karşısında biz, bu Aye­t-i Kerimenin hayatın tabiatı üzerinde yoğunlaşmak bağ­lamında olmadığı, bu müfessirlerin tuttuğu yolda hare­ket edemeyeceğimiz görüşündeyiz. Aksine bu Ayeti Keri­me, ruhu ölümün karanlığı karşısında hissettiği öldürü­cü (ezici) vahşet hislerinden arındırmak anlamında oldu­ğu görüşündeyiz. Ayeti Kerime, insanın ruhunu bu caydırıcı hislerden temizledikten sonra onu insanın içine se­vinç, hoşnutluk ve güven yerleştiren hayat şuurunu dol­duracaktır. Bu yolda bir tutum izleyen Kur'ani üslup, kendine özgü işleyişle, insanın sabır ve devam gücünü ye­nileyecektir.

Burada Ayet-i Kerimede geçen hayat hakkında yapıl­mış olan birinci yoruma, eleştirel bir yaklaşım getirmeyi yerinde buluyoruz. Şöyle ki; insanın ardından bıraktığı, kendisinden sonra baki kalacak bir güzel hatıranın, bir izin hayat olarak kabul edilmesi, insan ruhunun hisset­tiği ölüm duygusunu kahredecek olan hayatın, gerçek an­lamının tabiatı ile uygun düşmemektedir. Aksine bu tarz bir hayat düşüncesi psikolojik temelli hayallerden bir ha­yal türüdür. Ardından güzel bir anı, bir iz bırakmak ve isminin kendisinin ölümünden sonra insanların dilinde dolaşacağı yolundaki motiveler, insana dünya hayatında bazı şeyleri yaptırabilir. Kendisini bazı şeylerden feragat etmeye veya bazı güçlüklere katlanmaya kadar sürükle­yebilir. Fakat bu hayali motive, insan ruhundan ölümün acısını ve yok olma hislerinin vahşetini silip süpürmeye güç yetiremez. Aksine burada bütün olan bu gerçeğin Al­lah'a ve ahiret gününe imandan gafil olanlar nezdindeki katılığını kovma üsluplarından bir üsluptur. Bizi İslam'ın şer'i mirası içersinde insanın ölümünden sonra geriye bı­raktığı güzel bir hatıra ile anılmasının üzerine düşüldü­ğünü, böyle bir duyguya önem verildiğini göremiyoruz. Ancak insanlara faydalı bir şeyler bırakan insanın ameli hayatının devam edeceği, bunun da sadece sevabının de­vamına esas olduğu noktasında haberler varit olmuştur. Şu hadisi şerifte olduğu gibi:

(Âdemoğlu ölünce ameli kesilir; ancak şu üç amel hariç: Kendisi için dua eden salih bir çocuk, faydalanılacak bir ilim sayfası ve -sadakayı cariye - bir defada tüketilemeyip yapanın veya yaptıranın ölümünden sonra da kullanılmaya ve faydala­nılmaya devam edilen sadaka»

O halde, buradaki mesele de, baki kalacak güzel bir hatıra meselesi değildir. Aksine insanın hayatında haya­tının ameli bir uzantısı olarak uzanan ve hatıraya değil sevaba esas olan salih amel meselesidir. Yine bu yorum ayeti kerimenin bitimindeki

«Fakat siz bunu idrak edemezsiniz...»

sözüne de uygun düşmemektedir. Çünkü güzel hatıra me­selesi, arz ettiğimiz gibi bilmedikleri ya da hesabını kita­bını yapmadıkları bir mesele değildir. Bu yorum aynı za­manda ölümden sonra tamamen hakiki bir hayattan hem de ayrıntılarıyla haber veren Al-i İmran Suresindeki ayetle de uyuşmamaktadır.



Ayeti Kerimede geçen ölümden sonraki hayatı «ber­zah hayatı» ile açıklayan diğer yoruma gelince böyle bir yorumu da Al-i İmran Suresindeki ayetin siyakı ile uy­gunluk içersinde göremiyoruz. Çünkü bu Ayeti Kerime, Allah'ın Mü'min kullarına, bugün yaşadıkları dünya ha­yatı karşılığında, ahiret yurdunda cennette vaad ettiği bir hayat türünden haber vermektedir. Meselenin böyle ol­madığını farz ettiğimiz takdirde Al-i İmran suresindeki ayetin haber verdiği gerçeklerin zuhurunu tasavvur ede­meyiz. İlaveten ahiret hayatından bahisle «hayat» ibare­sinin geçtiği hitap bu hayatın gerçekliğine inanan Mü'minleredir. Onların da bundan gafi1 oldukları tasavvur edilemez. Bu bağlamda meselenin bir karşı inanç mese­lesi olmadığını, aksine bunun başka açık bir şuura dö­nüştürülmesi istenen, bir karşı iç şuur meselesi olduğunu belirtmiştik. Doğrusunu da Allah bilir...



Ayet ve Ruhun Soyutlanması

EI-Mizan tefsirinin sahibi Ayeti Kerimenin ruhun be­denden soyutlanmasına delalet ettiğini, bunun beden ar­kası bir iş olduğunu, bunun hükmünün de bedenin ve diğer cismi bileşimlerinkinden ayrı olduğunu, bu ruhun ile birleşip ona şuur, irade ve diğer idrak sıfatlarını kazandırdığını zikretmektedir. Fakat biz bu istidlalde kendisiyle ittifak etmiyoruz. Çünkü Ayeti Kerime şehitlerin ölümden sonraki hayatlarının temel ilkelerinden fazla haber vermemektedir. Yine ayette ruhun ha­yatının baki kalıp bedenin ölümü ile birlikte ölmediği ya da önceki bedeni benzer veya ayrı yeni bir beden içerisinde yeniden diriltileceğine dair bir delil yoktur. Ancak bir inancı ispata esas olamayacak denli zayıf ve uzak bir işaret vardır.

Bu konuda bir yargıya varmak veya irdeleme yapa­bilmek için, bu konunun başka ayetler ya da akli deliller yoluyla başlı başına bir inceleme yapmamız gerekir. Bu incelemenin de şimdi yeri değildir. Ancak Kur'an'ın ko­nuya ilişkin diğer ayetlerinin incelenmesi sırasında ya da kelam ve felsefe kitaplarında bu noktada kapsamlı ce­vaplar aranabilir.

Bela, Bir Ders ve İmtihandır­

«Andolsun sizi korku, açlık, mallar(ınız)dan, canlar(ınız)­dan ve ürünler(iniz)den eksiltmek gibi şeylerle imtihan edece­ğiz; kendilerine bir bela eriştiğinde: «innalillahi ve inna jleyhi Raciun -Biz Allah'a aitiz ve (sonunda) muhakkak O'na döne­ceğiz...» diyerek sabredenleri müjdele. İşte Rablerinden bağış­lamalar ve rahmet hep onlaradır ve (doğru yolu bulup) hida­yete erenler de onlardır»

Zor durumlar ve çetin engeller karşısında Allah'ı unutturmayan imani ruh, her şeyiyle bütün hayatını her şeyi görüp gözeten Allah'ın huzurunda yaşar. Allah'u Teâlâ, insanın üzerinden geçen zararlar, musibetler, zorluk ve darlıklar içersinde insanı yoklayıp imtihan eder. Kulunun bütün bu başına gelenleri nasıl karşıladığını, sa­bır ile mi, telaş ve ümitsizlik ile mi, hoşnutluk ile mi, gö­ğüs darlığı ile mi karşıladığını, değişik şekilleriyle ve çe­şitli yönlerden üzerine inen imtihan sırrı mesabesindeki her bir belayı nasıl anlayıp değerlendirdiğini, azap ve in­tikam olarak mı, yoksa Allah'ın doğru yolu üzerinde yürüyüp çalışan birçok kimsenin de başına gelen evrensel nizamın cilvesi olan ilahi bir rahmet olarak mı algıladı­ğını görmek, kontrol edip sınamak ister. Allah'ın doğru yolu hayatın çeşitli alanlarında ortaya çıkan güçlüklerle doludur. İşte burada insana engellere karşı sebep, bağlı­lık ve kararlılık gücü veren sabrın rolü hâkimdir. Sabra bu rolü oynama imkânını veren insan, engeller karşısın­da sarsmaz sallanmaz, imani risaletçi ruhu ile yolun güllerle serili olmadığını bilerek yaşayan gerçeklere açılır ve direnir. Bunun için dikenlerle çalışmanın yolunu, de­rin yaraların ve şiddetli acıların dilini öğrenir. Açılan ya­raların kendisini ağlatmasına, şiddetli acıların bağırtma­sına izin vermez. Aksine dikenlere ve acılara rağmen İs­lam risaletinin sevinci ile tebessüm etmeyi öğretir ken­dine.

İşte Allah'u Teâlâ, Muhammedi risalet noktasından hareket edip bütün dünyadaki küfür, kötülük ve azgın­lık güçlerine karşı duran, bütün dünyayı Allah'ın şeriatı üzere değiştirmeye çalışan Mü'minlerden bunu istemiştir. Allah'u Teâlâ, onları kendilerine erişen, mallarından, canlarından ve ürünlerinden bazı eksilmeler gibi belaları köklerinden kopmuş olarak değil, köklü ve esaslı bir şekilde, birer imtihan olarak karşılamaya çağırmaktadır. Kötü olan her şeyi değiştirme yolunda kendi iç kuvvetlerini; dayandıkları stratejilerini ve pratik konumlarını ortaya koymalarını istemektedir. Bir grup insan bir engeli aşmaya çalışırken, diğerleri onları bastırmaya, öldürmeye, yerle bir etmeye, yaş-kuru ayırmadan yakıp yıkmaya kalkacaklardır; Bu tabiidir. Fakat gerçek şudur ki, bu süreç çok kısadır. Bir fiili tepkiden ibarettir. Yeter ki engelleri aşmak isteyenler sabredebilsin... İşte bu noktada insanı direnmeye tahammüle ve kararlılığa sürükleyen sabır kaçınılmazdır. Bu noktada batılın davasını havaya savurmak ve zirveye ulaşıp nihai sonucu yakalamak için sabretmeli, dayanmalıdır...

Bela, Hayatta Doğal Olmayan Bir Durum mudur?

Bazıları soruyor: Allah'u Teâlâ'nın bu Ayeti Kerimede ve diğer ayetlerde haber verdiği, kendi zatına bağladığı insanların imanlarını ve O'nun doğru yolu üzerindeki ka­rarlılıklarını sınamak için bir test ve imtihan olarak tabir ettiği «bela», doğrudan doğruya Allah'ın dolaysız bir vergisi midir? Allah belayı onu gerektirecek özel şartlar olmaksızın mı verir? Yani bu, Allah'ın insanlara yükle­diği diğer çeşitli işlerde, verdikleri imtihanda olduğu gibi, tamamen bir imtihan mıdır?

Bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz: Bütün karları ve zararları, sevinçleri ve acıları doğuran bütün olayları ile hayat, Allah'ın kâinata koymuş olduğu tabii kanunlar ve sebepler yoluyla Allah'ın irade, kaza ve kaderine bağlı­dır. İnsanın bu dünya hayatı içersinde yapıp ettiği bütün işlerden her birinin, insanın kişisel ve toplumsal hayatı düzeyinde olumlu ya da olumsuz sonuçları vardır. İnsanın kendi kişisel faaliyetlerinden özel-genel ilişkilerine varıncaya kadar bütün eylemleri bu kapsam dâhilindedir.

Böyle olunca da, insanın acı yayan şartlarda yaşaması halinde acı çekmesi kaçınılmazdır. Yine açlık şartlarında acıkması, hayatı korku dalgalarının sardığı hallerde korkuya kapılması kaçınılmazdır. Çünkü sonuçlar başlangıçlardan ayrı ve uzak değildir. Aksine belli sonuçlar belli başlangıçların meyveleridir...

Tabii Şartlarda Belanın Anlamı

Burada, da şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: Öyle ise imtihanın anlamı nedir? İnsanın belli durumları yaşama­sı, belli öncüllerin tabii sonuçları, insanın hayatta bulun­masının ve yaşamasının tabii olayları ise, bu nasıl im­tihandır?

El-Cevap: Bütün mesele insanın, hayattaki ilkeler ve risaletlerin hareketinin ifraz ettiği bu zorlu tabii şartlar karşısındaki konumundadır. İşte bu insanın hayatındaki imtihan sırrıdır. Acaba bu zorlu şartlar karşısındaki in­sanın konumu acıların, zararların ve korkuların onun dur­gun sinirlerini harekete geçireceği aşamaya geçecek mi­dir? Sarsılmaz konumu bütün kararlılığı ile sarsıntı, sal­lantı ve sapmalardan uzak mı kalacak? Yoksa... Sapık güçlere ve karşı engellere bağımlı zaaf noktalarının sar­sıntısı sonucu, risaletini ve ilkelerini kendisiyle birlikte yerlere düşürecek kadar, bütün bunlar karşısında düşüp yitecek midir? Yaşanan hayat gerçeği bütün tabii sebep­leri ile insan için canlı bir imtihandır. Bununla insanın irade ve risaleti imtihana tabi tutulmaktadır;

«Sizi elbette... İmtihan edeceğiz...»

kelamından bela ve imtihan anlamında şunu algılayabiliriz: İnsanın, hayat içersinde sahip olduğu konum, kendisi için kişiliğini yoğunlaştırmak ve iradesini güçlendirmek noktasında, bir deneyim değeri taşımaktadır. İmtihanın taşıdığı dünya ve ahiret düzeyindeki sonuçların, işareti yoluyla insanın içinde bulunan güç unsurlarını yakalamak söz konusudur insan için. Özellikle de bu imtihanın tabiatının, insana düşüncesiz ve ruhsuz olarak taklidi bir rol oynama imkânını veren, şekli bir imtihan değildir. Aksine bunun temelli gerçekçi bir tabiata sahip bir ger­çek imtihan olduğunu düşündüğümüzde, bunu daha net tasavvur edebiliriz. İşte böylece bu imtihan sürecindeki deneyimlerin sonuçları, insanın sahip olduğu insani güç unsurlarının yakalanmasından bu güç unsurlarını, insa­nın çalışma stratejisi içersinde geliştirip, daha da güçlen­dirmeye dönüşecektir.

Sonra Ayeti Kerime, engeller karşısında konumları sarsılmayan, sabırlı kimselere yöneliyor ve fazlaca ayrın­tıya girmeden sabredenleri müjdeliyor. Arkasından sab­redenlerin konumlarına değiniyor ve durumlarını belir­tiyor. Allah'a iman ile sabrı birbirine bağlıyor. Bunu da bütün mahlûkatın Allah'ın mahlûkatı, O'nun mülkü ol­duğuna imanın evrensel gerçeğine bağlıyor aynı zaman­da. Bütün mahlûkat Allah'ın mülküdür. İnsan da Allah'ın sahip olduğu bu mahlûkatın bir bölümünü oluşturmak­tadır. Bunu da bize Allah'ın işinden hiçbir şeye sahip ol­madığımızı hissettirircesine vurguluyor. Çünkü mülk bü­tünüyle Allah'ındır. Yarattıklarını dilediği şekilde imti­han etmek tamamıyla O'nun hakkıdır. Mahlûkata düşen ise bütün bunlarda tamamen yarar ve iyilik olduğunu dü­şünüp bunun şuurunda olmalarıdır. Çünkü O, kullarına ilişkin işleri hikmet ve rahmetiyle tedarik eden, yönetip yönlendiren Hâkim ve Rahim olan Allah'tır.

Ayeti Kerime bundan sonra insanın ruhuna şu ev­rensel imani gerçeği işliyor: Kullar, sonunda Allah'a döneceklerdir. Hayat bütünüyle son bulacak ve mülk tamamıyla Allah'a dönecektir. İnsan bu ilahi gidiş karşısında herhangi bir güç türüne sahip değildir. Evet... İnsan tamamen Allah'ın mülkü olunca, artık bu yolda herhangi bir itirazın hiçbir anlamı yoktur. Hayat bütün acılarıyla bitip Allah'a dönecek olduktan sonra, insan da O'nun hoşnutluk ve sevabını almak üzere yine Allah'a dönecek ol­duktan sonra, alçalıp yerlere düşmesin, tedirginlik ve ümitsizliğe kapılmanın ne anlamı vardır?

O halde Allah'ın iradesine karşı sabır, rıza ve ka­naat kaçınılmaz, bir zorunluluktur. Özellikle de insanın Allah'ın huzuruna çıktığında orada kendisi için rahmet, bağışlarına ve bol sevap bulabilmesi için... .

İşte böyle... İnsani bir gerçek olan şehitlik yolu ri­salet ve imanın değerinin kapsamlı idraki üzerine kurulu bir sabır yoludur. Kurbanlık ve acılar ister. Fakat sonuç­ta dünya ve ahirette hayır ve bereket verir. O hidayetin canlı yoludur. Yolcuların sırtına şu güzel damgayı vu­rur:

«İşte bunlar hidayete erenlerdir...»

Kendilerine yüklenen risalet aracılığıyla yolu bulan­lar bunlardır. Gözleri ışıl-ışıl, canlı-canlı yürürler bu yol­da...

Bu Ayetlerin Bize Vahyettikleri Ahlaki Değerler Ruhi Bir Güçtür

1- Kur'an-ı Kerim, insanın inandığı değerleri ru­hi gücün renklerinden birer renk olarak kabul etmekte­dir. İnsan, önüne zaaf engelleri yığıldığında engellerin karşısına birer karşı engel edasıyla bunları yığarak bunlardan yardım alabilir. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim insanı bütün ruhi ve fikri özelliklerini inceden inceye bir irdeleme faaliyeti ile incelemeye yöneltmektedir. Böylece diğer şer kuvvetlere karşı savaşında sahip olduğu gücün anlamını bilecektir. Malum olduğu üzere bu şer kuvvetler, şehvetler ve tamahlar gibi kendi nefsi içinde gizli olan karşı güçler ile hayat içersinde mücadele alanında karşılaştığı açık dış güçlerdir. Bundan sonra insan, güç gerçeğinin sadece insanların sahip olduğu silahlar, adam­lar, mallar, mülkler, merkezler, üsler ve diğerleri gibi maddi güçlerden oluşmadığını anlar. Aksine insanın ken­di içinde hissedip inandığı büyük ilkeler ve yüksek de­ğerlerin temsil ettiği ruhi bir gücün bulunduğunu, kendi içindeki zaaf noktalarından kendisini bu gücün koruya­cağını idrak eder. Bu gücün de, en azından saldırganların kendisine karşı kullandığı güçler gibi etkin olduğunu, bundan dolayı olumsuzluklar ve zararlar ne kadar zorlu olursa olsun sahip olduğu bu gizli kuvvetin kendisini doğru yolda kararlılığa sürüklediğini hisseder ve bu idrakle yoluna devam eder.

Ruh Terbiyesinde Ahiret Şuurunun Rolü

2- İslami akide temeli üzerine kurulu, Kur'ani üs­lup, ölümden sonraki ahiret hayatını Mü'minin kalbinde canlandırarak onun fikrini ve vicdanını, insanın hayatı­nı tehlikeye sokacak hareketlerden (meneden ölüm karan­lığının yaydığı vahşet ve korku hislerinden) arındırmak istemektedir. Böylece Mü'min Allah yolunda cihad halle­rinde herhangi bir korku ya da, tedirginlik duymayacak­tır. Bu üslup üzerinde iki hedefi gerçekleştirmek yolunda önemle durmalıyız:

Birincisi; hislerin ayrıntılarıyla de­rinleştirilmesi yoluyla Mü'minin içindeki inancın geliştirilip güçlendirilmesi;

İkincisi ise dünya sevgisi ve diğer dış güçlerin insanın önüne yığdığı korku ve kuşku hal­leri marifetiyle insanın içinde toplanan zaaf noktalarına gelip bu noktaları bastırıp kahretmektir. İşte bu yakla­şım ışığında Kur'ani üslup, ölümden sonraki ahiret ha­yatını, ayrıntılı lezzet ve nimetleri ile canlı bir şekilde inanan vicdanlara sunmakta ve bununla dünya hayatı hislerine karşı koymaktadır. Böylece ölümden kaçma eği­limini kırarak insana daha iyi ve daha güzel bir hayatın şevkini yerleştirmektedir.

Bela, Mü'min İçin Bir Gelişim Etkeni ve Sınamadır

3- Bela ve musibetlere karşı meydan okuma ru­hu, çeşitli güçlük ve zorlukları, acı ve azap duyguları gibi her türlü olumsuz duygulardan uzak tabii hayatın canlı deneyimlerindendir. Dolayısıyla bu ruha sahip olan insan bu güçlük ve zorluklar karşısında yıpranıp helak olmak hissinden uzak olur. Bunlara karşı direnip mücadele et­meyi, sahip olduğu güçleri geliştirici ve gücünün ne düzeyde olduğunu sınayıcı bir faaliyet olarak görür. İslami şahsiyetinin eğitilip yetişmesi ve Allah Subhanehuya ya­kın mertebelere yükselmesi yolunda, büyük sonuçlar al­mak uğrunda bir imtihan verdiğinin şuurunda olur. İşte bütün alanlarda, küfür ve sapıklık güçlerine karşı Allah yolunda çalışanların giriştiği savaşlarda, bizim buna ih­tiyacımız vardır. Çünkü bugünün Müslümanları olarak bizler de İslami davetin başlarında ilk Müslümanların karşılaştığı güçlüklerle karşılaşmak ve bütün bunlara kar­şı imtihan vermek durumundayız. Önceki Müslümanların sabrettiği gibi biz de sabredeceğiz ki, önceki Müslüman­ların ve bütün semavi risaletlerin sahiplerinin aldığı yük­sek sonuçları alalım ve ulaştığı büyük hedeflere ulaşalım.

Sabrın, Akidenin Ruhi Boyutuyla İlişkisi

4- Zorluklar ve darlıklar karşısında sabra çağrı, diğer çevrelerin değişik üsluplarıyla yönelttikleri çağrılara benzemez. Çünkü bu sabır çağrısı olumlu ve olumsuz sonuçlar karşısında zati insani değerler üzerine ku­ruludur ve bu çağrıyı yapan Kur'an-ı Kerim konuyu inanca, Allah'ın rızasına, sevgisine ve rahmetine bağla­maktadır. Böylece insan, bulunduğu her durumda ken­disini dünyaya bağlayacak, kendini alçaltarak onun mad­di ilişkilerine boyun eğdirecek, kendisini İslam'ın hayat ve Allah ile bitişik İslami eğitim ve gelişim üslubu üze­rinde yoğunlaşmış ahlakiliğinden uzaklaştıracak bir maddileşmeden uzak kalacaktır. İnsan, ahiret hayatı düze­yinde Allah'ın rızasına, affına ve mağfiretine ulaştıracak olumlu sonuçlar elde ettikten sonra, dünya hayatı düze­yinde karşılaşacağı bütün olumsuz sonuçları alt edebile­cek güce ulaşmış olacaktır. Böylece de bütün durum ve şartlarda insani zaaf noktalarından hiçbirine yakalanma­dan, kendisini Allah'ın doğru yoluna bağlanmaya ve ge­reklerine uymaya iten, canlı ve güçlü etkenleri yakalamış olacaktır.

Min Vahyi'l Kur'an/Muhammed Hüseyin FADLULLAH