Peygamberlerin Karşılaştıkları Tepkiler

Peygamberlerin Karşılaştıkları Tepkiler

Merhum Ebûl-Alâ el-Mevdûdi, bu eseri ömrünün son günlerinde kaleme aldı. Bu eser, başlangıcından bu yana süre gelen küfre karşı Tevhid mücadelesinin hurafelerinden arınmış olarak derinliğine anlatımıdır.

İnsanlar, peygamberlere garip muameleler yaptılar. İlk önce onlara eziyet ettiler, işkence yaptılar. Söylediklerini dinlemediler. Kimini sürgü­ne gönderdiler, kimini öldürdüler. Bazı peygamberler ömür boyunca didi­nip çalıştıktan sonra ancak beş on dindar veya taraftar toplayabildiler. Ama bu salih ve yüce İnsanlar tebliğ ve talimden vazgeçmediler. Bunlar­dan bazıları çok sayıda taraftar toplayabildiler ve bazı yerlerde devlet de kurdular. Ama bundan sonra, bazı peygamberler garip bir muameleye tabi tutuldular. Bu peygamberler öldükten sonra, getirdikleri din tanınmayacak şekilde değiştirildi, İnsanlar kitaplarda gelişigüzel değişiklikler yaptılar. Peygamberlerini bazıları Allah'ın nuru ve hatta Allah'ın ta kendisi ilân et­tiler. Bazıları da Allah'ın oğlu olarak takdim etti. Bir kısmı da onları Al­lah'a ortak koştular. Diğer bir kesim ise peygambere tapmaya başladı. İşin tuhafı, putu kıranlar birer put haline getirildiler. Peygamberlerin getirdik­leri şeriat da ortadan kayboldu; yerine batıl itikatlar, merasim, gelenek ve efsaneler geçer akçe oldu. Allah'ın kanunları, insanların kanunlarıyla ka­rıştırıldı. Kısaca, birkaç yüzyıl sonra peygamberin getirdiği şeriat ve ka­nunun gerçek muhteva ve şeklinin anlaşılması imkansızlaştı. Bizzat pey­gamberlerin hayalı ve sözleri içinden çıkılmaz hale geldi.

Ancak peygamberlerin bütün çabalan boşa gitmeyip, bütün tahrif ve değişikliklere rağmen, bazı değişmez gerçekler her ümmet ve millette az da olsa kalmıştır. Allah ve âhiret mefhumları, değişik şekillerde olsa da, hemen hemen bütün milletlere yayılmıştır. İyilik, doğruluk ve güzel ahlâk ile ilgili bazı kurallar bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Bütün üm­metlerin peygamberleri her kavmi ayrı ayrı öyle eğitmişlerdir ki bütün dünyada insanlığın istisnasız aynı dini benimseyebilmesi için ortak bir ze­min oluşmuştur.

Kur'an-ı Kerim'de görüyoruz ki peygamberler belirli aralıklarla dün­yaya geliyor ve ümmetlerini hep aynı şeylere davet ediyorlar.

"Ey milletim, Allah'a itaat ediniz. O'ndan başka ilâhınız yoktur."

İster Babil toprakları olsun, ister Sodom, Medyen, Hicr veya Nil va­disi. İster Hazreti Îsa (a.s.) dan 40 yüzyıl önce, ister 20 yüzyıl, 10 yüzyıl önce olsun. İster bağımsız ve özgür bir millet olsun, ister köle ve perişan bir ümmet olsun. İster gelişmenin en alt seviyesinde olsun, ister medeni ve siyasi kalkınma ve refahın en üstü düzeyinde bulunsun, her yerde, her devirde ve her ulusta Allah'ın elçileri hep aynı tavsiye ve telkinlerde bu­lunmuşlardır. Öğütledikleri hep aynıdır. "Allah'a dönün, O'na bağlanın, O'ndan başka bir ilâh yoktur." Hazreti İbrahim (a.s.) ümmetine açık açık şöyle demişti: "Her şeyin özü olan Hak Teâlâ'yı kabul etmedikçe sizin ara­nızda müşterek herhangi bir bağ, gerçek herhangi bir işbirliği olmayacak­tır." Hazreti Musa (a.s.) Firavun'a gitmeden önce kendisinin Allah'ın Rasûlü olduğunu ilân etti ve herkesi kurtuluşa ve doğruya çağırdı. Fira­vun'a da dedi ki, "sen Rab olamazsın, çünkü Rab olan her şeyi yaratan ve herkese yaşama imkânı veren Allah'dır." Hazreti Îsa (a.s.), Romalıların kölesi haline gelen Beni İsrail'i ve diğer kavimleri, Roma imparatorluğu ve sömürgeciliğine karşı isyan bayrağını çekmeğe değil, tek Allah'a inan­maya ve doğru yolu takip etmeye davet etti. Görüldüğü gibi, Kur'an-ı Ha­kim'de anlatılan bu olaylar başka bir dünyaya değil, bugün içinde yaşadı­ğımız dünyaya aittir. Ayrıca Kur'an'da sözü geçen İnsanlar da bizim gibi insandılar. Şimdi, Nebilerin geldiği ülke ve milletlerin çözüm bekleyen diğer herhangi bir siyasi, ekonomik, toplumsal sorununun bulunmadığı id­dia edilemez. Bu gibi sorunlar vardı ve her zaman süregelmiştir. Ancak İslâm hareketinin her önderi -yani peygamberler- değişik yörelerdeki in­sanları Tevhid'e davet etmeyi her şeyden üstün tutmuştur. Her türlü ulu­sal, bölgesel, siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunları bir yana bırakarak Hakk'a davete öncelik tanımışlardır.

Hazreti Îsa (a.s.) Beni İsrail'i Hakk'a çağırırken, dünyaya gelişinin se­bebini anlattı:

"(Ben), benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak size haram kı­lınan bazı şeyleri helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabb'inizden bir ayetle geldim; o halde Allah'tan korkun, bana itâat edin! 'Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O'na kulluk edin, doğru yol budur". (Al-i İmran; 50-51)

Demek oluyor ki, bütün Nebi’ler gibi Hazreti Îsa (a.s.)'nın daveti de şu üç önemli noktaya dayanıyordu:

Birincisi, bütün insanların itaat etmesi gereken bir üstün otorite var­dır. Bu otorite Allah'a aittir. Hayatın ve uygarlığın esası bu temel üzerine kurulmalıdır.

İkincisi, bu üstün otoritenin temsilcisi olan, peygambere itaat şarttır.

Üçüncüsü, insanın hayatını düzenleyen ve yönlendiren kanun ve ni­zam ancak Allah'ın koyduğu kurallardan müteşekkildir. İnsan'ın hem var­lık sebebi, hem de yok olma sebebi, O'nun bahşettiği kanun ve düzendir. Bunun dışındaki bütün kanun ve kurallar geçersiz sayılmalıdır.

Demek ki, Hz. Îsa, Musa, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve diğer peygamberlerin davet ve görevlerinde hiçbir fark yoktur. Çeşitli peygam­berlerin, çeşitli görevlerle dünyaya geldiğini iddia eden ve davetlerinin maksadı ve şekli arasında ayırım yapanlar büyük bir hataya düşmüşlerdir. Allah tarafından kavmine gelen elçi'nin görevi, kavmini itaatsizlik ve is-yan'dan alıkoymaktan başka bir şey değildir. Bütün peygamberler insanla­rı tek Allah'a itaat etmeye ve O'na bağlı kalmaya çağırmışlardır.

Kur'an-ı Kerim'de Nebilerin dünyaya gelişinin maksadı bir başka tür­lü de anlatılmıştır:

"Bütün bu Rasûl'ler, müjde vermek ve korkutmak için dünyaya gön­derilmiştir ki bundan sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalma­sın". (Nisa; 165)

Yani, bütün peygamberler aynı amaç için gönderilmişti. Allahu Teâlâ insanlara son hüccetini göstermek istiyordu. Böylece, son mahkemede yo­lundan sapmış olan bir suçlu, karşısına çıkıp, "Ya Rab, ne yapalım, hiç haberimiz yoktu, Sen bize gerçeği anlatmak için de herhangi bir tedbir de almamıştın" diye özür beyan edemeyecekti. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah (cc.) dünyanın çeşitli kesimlerine peygamberlerini gönderdi ve ki­taplarını indirdi. Bu peygamberler bazen çok sayıda insanlara Allah'ın ta­limatını ilettiler, ayrıca aralarında insanlara yol gösterecek kitaplar bırak­tılar. Bu kitaplar her zaman varolmuştur. Şimdi biri doğru yolu bırakıp yanlış yola sapıyorsa, bunun sorumluluğu elbette ki Allah ve Rasullerine ait değildir. Sorumluluk, Allah'ın davetinin kendisine ulaştığı, ama onu değerlendiremeyen o kişiye ya da doğru yoldan haberdar olmalarına rağ­men, yanlış yolu takip edenleri uyarmayanlara aittir.

Nebi’ler ve Rasûl'ler, Hakk'a davet etmelerinin yanı sıra, itaate lâyık kişilerdir de. Kur'an-ı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor:

"Biz Rasûl'leri de gönderdik ki Allah'ın izniyle onlara itaat edilsin". (Nisa; 64)

Demek oluyor ki, Rasuller sadece Allah'a iman edilmesini bildirmek için gönderilmedi. Peygamberler yanlarında uyulması ve yaşanması gere­ken bir nizamı da getirmişlerdi. Bu şartlarda, onlara inanıp başkalarına tâbi olmak düpedüz tutarsızlıktır. Peygamber'e geldiklerine inanıldıktan sonra başka kanunlar bir yana bırakılmalıdır. Peygamberin getirdiğine uyularak yaşanmalıdır. Eğer yaşanmıyorsa, inanmanın anlamı kalmaz.

Din'i galip ve üstün getirme görevi de peygamberlere aittir. Meselâ, şu ayet-i kerimeye bakın:

"Kendi peygamberini hidayetle ve Hak diniyle, dinlerin her türlüsüne galip gelmek için (dünyaya) gönderen elbetteki Allah'tır." (Tevbe; 33)

Metinde "ed-din" kelimesi kullanılmıştır. Bunu "dinlerin her türlüsü"ne çevirdik. Din kelimesi Arapçada delil, burhan ve belgelerle kabul edilen ve emrine uyulan bir kişinin kurduğu hayat tarzı ve hayat nizamı anlamına gelir. Burada görüldüğü gibi, peygamberlerin dünyaya gelişinin maksadı, yanında getirdiği hidayet ve Hak dinini, din nevinden her şeye galip getirmekti. Başka bir deyimle, peygamber'in getirdiği din ve hayal tarzının, başka bir dine veya hayat tarzına bağlı kalması düşünülemez. Peygamber, yeryüzünün ve göklerin Hakiminin temsilcisi olarak dünyaya gelir ve amacı da getirdiği din ve sistemi başka sistemlere galip kılmaktır. Şayet peygamberin gelişinden önce dünyada örneğin zımmiler (gayri müslim)inki gibi, başka bir düzen varsa, cizye ödeyerek ve peygamberle­rin getirdiği nizama tabi olarak kendi düzenlerini sürdürebilirler.

İnsanın Allah'a kul olmayıp, kendi nefsine uyması ve Allah'ın emirle­rini bir kenara iterek ahlâk, cemiyet ve medeniyetleri için başka başka te­mel ve ilkeler aramaları bütün kötülüklerin kaynağı olup başlı başına bir fesattır. Bu temel fesat, dünyada türlü türlü kötülüklere yol açar. İşte bu fesâdı durdurmak ve yok etmek için dünyaya Kur'an-ı Kerim indirilmiştir. Bu fesat da sırf insanın cehaleti ve nankörlüğünden doğar. Dünya iyilik ve güzellik üzerine kurulmuşken insanların bilgisizliği ve ayaklanması onun uyumunu bozmuştur. Bu bakımdan insan hayatının cehalet, vahşet, şirk, isyan ve ahlakî bozuklukla değil, iyilik ve dürüstlükle başladığını söyle­mek daha doğru olur. Kötülük sonradan gelmiştir. Bu kötülüğe son ver­mek ve hayata yepyeni bir düzen getirmek gayesiyle, Allah dünyaya, za­man zaman peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler de gelip aynı telkinde bulunmuşlardır. "İyiliğe, doğruluğa dönün, fesat'tan sakının." Nübüvvet iddiası, hayat düzeninin tümünü değiştirme iddiasından ibaret­tir. Bu düzen değişikliğinin içine tabi ki siyasi nizam da girer. Bir kişinin kendisini Alemlerin Rabbi'nin temsilcisi olarak insanlara tanıtması, onla­rın kendisine kayıtsız şartsız ve tam olarak itaat etmelerini istemesi de­mektir. Çünkü Allah'ın temsilcisi ve naibi başkalarına tabi olamaz. Bir kâ­firin hükümranlık hakkını tanımak risalet geleneğine tamamen aykırıdır.