ÖRTÜNME

ÖRTÜNME

Örtünme, kitab, sünnet ve icmâ-i ümmetle sabit kati bir emirdir. Bu katiyyeti anladıktan sonra müslüman kadının Allah'ın emrettiği sınırlar dahilinde örtünmekten başka yapacağı bir şey yoktur.

Örtünme, kitab, sünnet ve icmâ-i ümmetle sabit kati bir emirdir. Bu katiyyeti anladıktan sonra müslüman kadının Allah'ın emrettiği sınırlar dahilinde örtünmekten başka yapacağı bir şey yoktur. Ne cahiliyye liderlerinin horlamaları ne de müslüman görünen münafıkların islâm'da örtünme yoktur diye bağırıp çağırmaları onu ilgilendirir.

Bu emir Allah'ın emridir. Onu beğenmeyen, islâm'ı beğenmiyor, onun şâr-i olan Allah'ı reddedip ona savaş açıyor demektir.

Örtü hakkında Kur'ân'daki nas, iddiaların aksine oldukça açıktır. Şimdi biz bu naslardan örtünmenin farziyetini ve mahiyetini en açık bir biçimde izah eden iki tanesini bazı meal ve tefsirlere istinaden açıklayacağız. Bu açıklamamızı da herkesin tahkikine açık olması için mümkün olduğu kadar yüzeysel tutmaya çalışacağız.

Bu satırları okuduktan sonra tesettür hakkında hala bir tereddüde kalan olursa, derhal kaynaklara müracaatla hakikati öğrenebilir. Ondan sonra da tatmin olamazsa, ona düşen tek şey kendisini sorguya çekerek imanını kontrol etmesidir.

İlk zikredeceğimiz delil Ahzab sûresinin 59. âyetidir.

Diyanet işleri eski başkanlarından Ömer Nasuhi Bilmen hocaefendi bu âyet-i kerimenin mealini şöyle yapmaktadır. "— Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına de ki: Üzerlerine feracelerini sıkı sıkı örtsünler. Bu onların tanınmamaları ve eza edilmemelerine en yakın -en muvafık bir sebepdir. Ve Allah çok mağfiret edendir, çok merhametli olandır."

Burada, Ömer Nasuhi hoca metinde geçen "cilbab" kelimesini "ferace" olarak terceme etmiştir. Bilindiği gibi ferace çarşafın tam karşılığıdır.

Yine istanbul eski müftü vekillerinden, -umumen itibar gören bir meal sahibi- A. Fikri Yavuz hocaefendi de bu ayetin mealini şöyle yapmıştır:

"—Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, (kendilerini baştan aşağı örten) elbiselerini giyinip örtünsünler, işte böyle giyinmeleri (iffetli) tanınıp da ahlaksızlar tarafından) eziyet edilmemelerine daha elverişlidir. Allah gafurdur, rahimdir."

Bu meale göre de "cilbab", kadının vücudunu baştan aşağı örten, onları kim oldukları tanınmayacak kadar kapatan elbiseler olarak tarif edilmiştir.

.Meşhur Celaleyn Tefsirinde ise "cilbab" kelimesi şöyle açıklanmıştır:

"Cilbab, kadının vücudunu kaplayan bir çeşit çarşaftır. Kadınlar bir ihtiyaçları için dışarıya çıktıklarında, onun (çarşafın) bir kısmını da yüzlerine çekerler. Böylece gözlerinden başka hiçbir uzuvları gözükmez."

Tefsir ve meâllerdeki: cilbab, mülâa, ferace, ve bürük malum çarşafın karşılığıdır. Peçe ve yaşmak ise yaklaşık manada yüzü örtmeye yarayan örtü anlamında kullanılır.

İşte, müslümanları dinlerinden ayırmak isteyen sahte din adamları bu ayeti saptırarak örtünün farziyetini gizlemek istemişlerdir. Fakat ayet hakikati arayan bir kişi için hiç bir yorum kabul etmeyecek kadar açıktır. Kafirler istese de istemese de Allah emirlerini insanlara iletecek, dinini ebedi kılacaktır.

Meseleye mükemmel bir şekilde açıklık getiren ikinci delil de Nur Suresi, 31. âyet-i kerimesidir.

Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi bu âyet-i kerimenin mealini şöyle yapmıştır:

"— Ve mü'min kadınlara da söyle: —Gözlerini sakınsınlar ve avretlerini muhafaza etsinler ve zinetlerini açmasınlar, onlardan her zahir (açık) olan müstesna. Ve baş örtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar ve zinetlerini açmasınlar. Ancak (mahrem olanlar) müstesna. Ve zinetlerinden gizledikleri bilinsin diye ayaklarını da birbirine vurmasınlar ve cümleten Allah'a tövbe ediniz, ey müminler?... Ta ki felah eresiniz."

Burada örtünmenin sınırları "zinetleri kendiliğinden gözükenler müstesna örtünün yakalar üzerinden sarkıtılması" ibaresiyle çizilmiştir.

Bu sınırları daha iyi kavrayabilmek için gözlerimizi tekrar Celaleyn ibarelerine çevirelim:

"— Gözlerini, (bakmaları helal olmayan şeylerden) sakınsınlar, avret mahallerini (yapmaları haram olan şeylerden) muhafaza etsinler.

Zinetlerini de kendiliğinden gözüken azalar, (eller ve yüz) hariç göstermesinler (açığa vurmasınlar). (Çünkü her hangi bir fitne korkusu olmadığında yabancı erkeklerin bu iki uzva bakması haram değildir. Fakat, fitne kapısını tamamen kapama açısından bakılmaması gerekir.)

Baş örtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar (yani başlarını, boyunlarını ve göğüslerini peçe veya bürük denilen örtüyle kapasınlar.

(Ellerle yüzün haricindeki gizli) zinetlerini de açığa vurmasınlar."

Celaleyn tefsirinden anlaşıldığına göre, mahrem olan uzuvlar eller ve yüz hariç bütün vücuttur. Fitne korkusu olduğunda -ki sokakta behemahal vardır- bu iki uzvun da açık kalması caiz olmaz.

Fakat Fikri Yavuz hoca da mealinde, örtülmesi gereken zinet kelimesini: "Süslerin takılı olduğu boğaz, baş, gerdan, kol, bacak ve kulaklar gibi yerler" olarak tefsir etmiştir.

Ayrıca ilk türkçe tefsir sahibi meşhur Elmalın Hamdi Yazır da tefsirinde "cilbab" kelimesini "Baştan aşağı örten çarşaf, ferace veya çar" olarak tefsir etmiştir.

Bu iki ayetin terceme ve tefsirlerinden anlaşılacağı üzere örtünme kesin olarak farzdır, islâm'ı kabul ettiğini iddia eden bir kişinin bu kati farzı inkar etmesi asla mümkün değildir.

Diğer birçok ayeti kerime de doğrudan veya dolaylı olarak tesettüre işaret edilmiştir.

Onlardan, tesettürün ana mesnedine, bir nevi tarihçesine ve tesettüre riayet etmemenin tehlikelerine işaret eden Araf suresi 27. âyeti de oldukça mühimdir:

" Ey Adem oğulları!... Size, çirkin (avret) yerlerinizi örtecek bir elbise ve bir de süs elbisesi indirdik. Fakat takva elbisesi, işte o, hepsinden daha hayırlıdır. Bu giyim eşyasını göndermek Allah'ın ihsanına delalet eden alametlerdendir. Gerektir ki düşüne ve anlayalar.

-Ey Adem oğulları!... Çirkin yerlerini kendilerine göstermek için ana ve babalarınızın elbiselerini soyarak şeytan onları nasıl cennetten çıkardıysa sakın size de bir bela yapmasın. Çünkü şeytan ve onun dostları sizi, kendilerini göremiyeceğiniz yerlerden görürler. Biz şeytanları iman etmeyeceklere dost yaptık."

İslâm hukukunun ikinci kaynağı olan sünnete baktığımızda bu meselenin hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde açıklandığını ve bizzat yaşandığını görürüz.

Bu hususu isbat etmek için sadece şu, Hadis-i şerif bile hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmaksızın kafidir:

"Hz. Aişe rivayet ediyor: Ebubekir'in kızı Esma birgün uzun ve ince bir elbise üzerinde olduğu halde Rasûlullah'ın huzuruna girdi. Bu hali gören Resûlullah mübarek yüzlerini başka tarafa çevirdiler ve -Ey Esma, bir kadın buluğa erince şundan ve bundan (yüzüne ve ellerine işaret ederek) başka yerlerinin görünmesi caiz değildir diye buyurdular."

İşte İslâm'ın örtü hakkındaki nihai hükmü budur, İslâm peygamberinin baldızına hitaben söylediği bu sözler bütün İslâm ümmeti için örtü hakkındaki hükmü koymuştur.

Medine'ye hicret edilip tesettür ayetleri indikten sonra islâm'a inanan bütün kadınlar tereddütsüz tesettüre uymuş, eski sakat adetlerini hiç duraksamadan bir kenara bırakmışlardır Onlar örtülerine büründüklerinde ne toplumda aşağılanmış ne de hürriyetlerinden bir şey kaybetmişlerdir. Üstelik örtünürken en ufak bir sıkılganlık duymamışlar, çölün o cehennemi sıcağında asla, terlediklerinden rahatsız olduklarından söz etmemişlerdir.

İşte şu aşağıdaki hadisi şerif bu hali tasvir etmektedir: "Hz. Aişe validemiz örtünme âyetinin nazil olduğu andaki genel havayı şöyle anlatıyor:

— Vallahi ben Allah'ın kitabını tasdik, onun indirdiğine iman bakımından Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nur Süresindeki örtünme âyeti nazil olunca erkekleri kendilerine varıp Allah'ın indirdiği âyetleri okumaya başladılar. Herkes bu emirleri zevcesine, kızına, hemşiresine ve bütün yakınlarına okuyordu. Kadınlardan hiçbiri istisna edilmemek kaydıyla yünden ve pamuktan yapılmış örtülerine büründüler ve sabah namazında Resûlullah'ın arkasında örtülerine bürünmüş olarak bulundular, sanki başlarında kargalar vardı."

Sonuç olarak, İslamiyet kadına örtünmesini emretmiş, ona ve yalnızca kocası için açılma izni vermiştir. Onu güzel görünmesini ve yalnız onun için süslenmesini emretmiştir.

"Hz. Aişe Resululah (s.a.v)"den rivayet ediyor:

— Bir kadın, kocasının evinden başa bir yerde elbisesini üzerinden çıkarırsa, o kadın Rabbi ile kendi arasını helak etmiştir."

Yine giyimde hile yaparak, hem hevalarına uyup hem de kendilerini Allah'ın emrine uyuyor gösterenler de müthiş bir şekilde tehdit edilmişlerdir, islâm'ın örtünme sınırları taviz kabul etmez. Bundan basit bir kaçamak yapmaya kalkan bir kimse onun tümüne birden isyan etmiş islâm'ın sınırları dışına çıkmış, Allah'ın lanetine uğramış olur.

"Ebû Hüreyre (r.a)'dan rivayetle Resulü Ekrem şöyle buyurmuştur:

— Ümmetimden henüz görmediğim cehennemlik olan iki sınıf vardır. Bunlardan bir sınıfı kadınlardır ki, giyinik oldukları halde elbisleri örtülmesi gereken yerlerini örtecek derecede kalın sık ve geniş olmadığı için onlar çıplak gibidirler. Başları da deve hörgüçleri gibidir. Onlar iffet sınırının dışına çıkıcı ve çıkarıcılardır. Onlar cezalarını çekmeden cennete giremezler."

İşte bunlar, müslüman kadının el ve ayakları müstesna bütün vücutlarını örtmesini gerektiren ayet ve hadislerdir. Müslüman olan bir kişinin örtünmekten başka seçeneği yoktur. Buna rağmen tesettürü reddedenin ise islâm'la herhangi bir ilişiği yoktur.

Emrin katiyyeti ve tesettürün farziyeti böylece anlaşıldıktan sonra, hala-İslâm'da tesettürün olmadığını, çarşafın kadınlarının güzelliklerini saklamak isteyen eski bir toplumdan kaldığını iddia edenlere sorarız.

Onlar bu iddialarını acaba hangi delile ve hangi yetkiye dayanarak ileri sürüyorlar. Yoksa oların islâm'ın hükümlerini öğrendikleri Kur'ân'dan ve sünnetten başka bir delil kaynakları mı var? Veya peygamberin vefatından sonra Allah bu dinin kanun koyucusu olma hakkını onlara mı verdi de bizim haberimiz olmadı?

Hayır, islâm dininin Kur'ân'dan ve Sünnetten başka hiç bir kaynağı yoktur. Müslümanlar hangi toplum ve hangi çağda olurlarsa olsunlar onlara bakarak yollarını bulur takip etmeleri gereken istikameti çizerler.

Güçleri ve yetkileri ne olursa olsun insanlardan hiçbirisinin kendi aklına ve arzularına dayanarak islâm'ın hükümleri hakkında söz söyleme, Allah'ın sınırlarıyla uğraşma hakkı yoktur.

İslâm dininin kanun koyucusu yalnızca Allah'tır. Onu yorumlama hakkı sadece ve sadece Hz. Resule aittir.

Kur'ân'da varid olan bir emri yok iddia eden bir şahıs ve o emri kaâle almayarak kendi bildiğince amel eden veya onu hafife alan küçümseyen bir şahsın islâm'la bütün bağları kopmuş, artık o kendi arzusu doğrultusunda kurduğu yeni dine inanmış sayılır.

Kur'ân âyetleri hakkında, toplum vicdanında kurduğu korku ağlarına güvenerek sorumsuzca tasarrufta bulunmaya kalkışan kişi müslümanlar nazarında suçludur. Cezasının verilmesine kudreti mani oluyorsa, o bütün kuvvetlerin yok olup yalnızca Allah'ın sınırsız kuvvetinin baki kaldığı bir güne havale edilir. Allahın hesaba çekmesi şüphesiz çok çetin ve tavizsizdir.

Tekrarlıyoruz; Kur'ân'da örtünme kati olarak zikredilmiştir. Zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz âyetler örtüyü tüm boyutlarıyla anlatmışlardır. Yine Hz. Peygamber efendimizin sünneti bu olguyu anlaşılmayan hiç bir noktası kalmayacak bir şekilde geniş geniş açıklamıştır. Peygamberimizin hayatında hiç bir müslüman kadını açılmaya tevessül etmemiştir. Peygamberimizden sonra da gerek ashabında gerekse diğer İsâlam ümmetinde bu emirden sapma katiyetle görünmemiştir. Tüm bunlar artık tesettür mevzûunun üzerindeki bütün şüpheleri silip atmaktadır.

Müslüman kadını örtünmek zorundadır. Allah'a inandığı ve emirlerine teslim olduğu için... 

Fitne toplumlarında, eninde sonunda tesettüre sığınmak zorundadırlar. Toplumsal mutluluğu ve huzuru sağlamak için...

Tesettür, İslâm'a inanışın ve müslümanca düşünüşün simgesidir. Müslüman kadının ilk başlıkta anlaşılabilen tek ayırıcı vasfıdır. Ehemmiyetine binaen bu konuda müslümanların hassasiyeti, kafirlerime telaşesi oldukça büyüktür.

Onlar, vargüçleriyle örtüyü ve hicabı müslüman kadının elinden çekip almanın yollarım araştırırlar. Çünkü, müslüman kadınını örtüsünden uzaklaştırmak, Onu dininden uzaklaştırmanın ilk ve en mühim adımıdır. Bu noktada başarılı olunduğunda, yani her ne sebeple olursa olsun bir kadın tesettürü ihmal edecek kadar bilinçsizleştirildiğinde artık onun islimi bir kişiliğinden söz etmek mümkün değildir. Artık onun iplerini ellerine geçirmiş sayılabilirler. Hürriyet, ilericilik, moda ve benzeri isimler altında dilenilen yöne sürülebilir, dilenilen şekilde sömürülebilir.

19. yüzyıldan itibaren yeryüzündeki maddi hakimiyet, mekanik buluşları ve ortaçağ saplantılarından sıyrılıp kısmi de olsa uyanışa geçmeleri sebebiyle Avrupalıların eline geçmişti. 20. asra girerken Avrupalılar, müslümanları değerlerinden uzaklaştırırken bu avantajlarından bol bol yararlandılar. Kendi teknolojik üstünlükleri karşısında müslümanların geri kalmışlığını fikri tahakkümleri esnasında bol bol sömürdüler. Bir müslüman kalkıp da kalbindeki imanla ve kafasındaki mantığıyla İslâmi esastan müdâfaaya kalkıştığında hemen onu gericilik ve yobazlıkla itham ettiler, islâm'ı İslâm toplumunun şu anki geri kalmışlığının tek sebebi olarak gösterdiler. Gerilemenin asıl sebebinin islâm'ın icraat sahasından uzaklaştırılması ve müslümanların İslâmi esasları yaşamaması olduğunu tüm güçleriyle gözlerden uzak tuttular.

Tabi bu taarruzdan tesettür de nasibini aldı. Batılıların telkinleriyle, başörtüsü gericiliğin alameti olarak görülmeye daha doğrusu itham edilmeye başlandı. Başörtülü bacılarımız, zekaları, çalışma kapasiteleri ve ahlâkları ne olursa olsun eğitim müesseselerinden uzaklaştırıldılar. Onları, çağdışılıkla ve çöl kanunlarına uymakla itham etti'er. Bu yol anlaşıldığı üzere, örtünü kötülenmesi için hiç de mantıkla bir yol degildi. Fakat, Avrupa'nın teknolojisi önünde aklını uçurarak sosyal olaylara bakış açısı daralan insan, ideal olarak yaşanmış da olsa mazideki bir vakıaya bakmaktansa hazır önündeki göz kamaştıncı kâğıt kalelere bakmayı daha gerçekçi buluyordu. Avrupalıları doğrulamanın hakikate daha yakın olduğunu zannediyordu.

20. yüzyıla geçerken göz kamaştırıcı medeniyetleri saysinde Avrupalıların İslâm alemi üzerindeki fikri, siyasi ve ekonomik hakimiyetleri tamamlanmış oldu. Batılılar islâm topraklan üzerinde bu derece söz sahibi olunca artık maskelerini gizlemeye gerek kalmadığını gördüler. Çünkü bu topraklarda idareyi ele alan kuklaları aldıkları emirlerin toplum yapısıyla uyuşup uyuşmadığını kontrole hiç gerek duymadan tam bir teslimiyetle tatbik ediyorlardı. Böylece halkının büyük çoğunluğunun müslüman olmasına rağmen bu topraklarda İslâm'ın yaşanması resmen yasaklanmış oluyordu.

Batılılar islâm topraklarına girerlerken hürriyet, eşitlik, cumhuriyet ve laiklik gibi parlak sloganlarla gelmişlerdi. Fakat son polisiye tedbirleri bu sloganların ruhuna kökten tezat teşkil ediyordu. Hakkı alınan hak sahibleri bu sefer müslümanlar olduğu için bu sloganlar kolaylıkla saptırıldı. Adalet tereddütsüz hasır altı edildi. Laikliğin var olduğu bir devlette dini inanç ve yaşayışların anayasa garantisinde olması gerekirken dini inanışlarını devam ettirmek isteyen müslümanlar doğrudan kanunların takibatına maruz kaldılar.

Fakat bu oyun da hayatiyetini fazla devam ettirmedi. İslâmi uyanış kâfirlerin tahmin edemiyeceğinden çok daha büyük adımlarla yol alıyordu.

Bu sefer İslâmı yorumlamak suretiyle onun hükümlerini zevale uğratmak, müslümanların onun sınırlarına olan hürmetlerini ortadan kaldırmak istediler, önce sahte din adamlarını sonra da devlet mekanizmasında yetki ve otorite sahibi olanları konuşturarak islâm'ın yasakladığı şeyleri serbest ilan etmeye, teşvik ettiği şeyleri ise horlamaya başladılar. Bu serbest bırakma ve horlama olayını da hiç bir kural gözetmeksizin arzularına göre tevil ettikleri İslâmi naslara dayandırmayı ihmal etmediler.

Fakat unuttukları mühim bir şey vardı, islâm, esasları kutsal konsüllerde kararlaştırılan, beşeri karaktere göre şekillenen bir din değildi. Onun hükümlerini koyma yetkisi yalnızca Allah'a aitti. Allah ise hiç bir zaman zail olmayan beşer üstü bir kuvvetti. Müslümanlar O'nun emirlerini her an hevalarına uymaları mümkün olan insanlardan değil, tebliğ edildiği günden beri tek kelimesi değiştirilemeyen ve Allah kelamı oluşunda katiyyetle şüphe bulunmayan Kur'ân'dan alıyorlardı.