Müftüoğlu ile Röportaj

Müftüoğlu ile Röportaj

Aynur Erdoğan'ın yaptığı bu röportajı sizlerle paylaşıyoruz...

Modern dönemde İslam dünyasına ilişkin genel bir soruyla başlayıp sizin deneyimlerinizden faydalanmak adına özel sorulara gitmek istiyorum.

Atasoy Müftüoğlu: Tabi, sağolun.

Malumunuz, son bir buçuk asırdır İslam Dünyası batılı bir meydan okumayla karşı karşıya. Bu sırada İslam Dünyasında Sudan'dan Hindistan'a, Mısır'dan Fas'a bu taarruzlara karşı belli cevaplar üretilmiş ve direniş hareketleri ortaya çıkmış. Ama günümüzde, gerek Türkiye'de gerek batı dünyasında, hem düşünce hem eylem olarak üretilen bu birikimi bir perdenin arkasından sisli bir şekilde, biraz da çarpıtılmış bir imaj olarak görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Tabii öncelikle tasrih edilmesi gereken bir husus var; konuşmadığımız, tartışmadığımız, gündemimize girmeyen bir konu. Biz bütün dünyada ve İslam coğrafyasında halen, son birkaç yüzyıldan beri yoğun bir şekilde tahakküm üreten bir dilin, bir algının, bir mantığın, bir dünya görüşünün ve hayat tarzının baskısı altındayız. Bu tahakküm üreten dil bizi zihnen baskılıyor ve zihnen hasarlı hale getiriyor. Yani biz şu anda hasarlı bir zihinle dünyadayız. Çünkü bu tahakküm üreten dille henüz hesaplaşmadık.

Bu yönde bir bilinç oluşmaya başladı sanki...

Bu dile yönelik eleştirilerimiz var. Fakat bunlar daha çok duygusal eleştiriler, tepkiler. Yani bir gerçeklik haline dönüşmüyor. Zaten bu bizim tepkilerimiz bir gerçekliğe dönüşmüş olsaydı bu tahakkümden bağımsızlaşmış olacaktık. O açıdan biz şu anda bu tahakküm üreten dilin sınırları içerisinde kendimize bir gelecek arıyoruz. Bu bağlam bize ait bir bağlam değil. Yani bu bağlam, bu tahakküm üreten dilin, söylemin, dünya görüşünün, hayat tarzının bağlamı; Hıristiyan-Yahudi geleneğinin bir ürünü.

İslam Dünyası batıda üretilen her şeye karşı mı olmalıdır?                      

Tabi bu batıda olan her şeyin cahili olalım anlamına gelmiyor. Batıda kötü şeyler olduğu gibi iyi şeyler de olabilir. Doğuda iyi şeyler olduğu gibi kötü şeyler de olabilir. Doğu-Batı gibi bu ikili karşıtlıklar İslam'ın reddettiği karşıtlıklardır. Bütün bir yeryüzü, bütün bir arz Allah'ın ve biz bütün bir arza, insanlığa karşı sorumluyuz. Dolayısıyla bu ikili karşıtlıklar daha çok sömürge mantığı ile icat edilmiş karşıtlıklar. Tabii ikili karşıtlık olunca, rekabetler, çatışmalar, gerilimler de gündeme geliyor. Bu noktadan bakılınca biz hala bu tahakküm üreten dilin etkisi altındayız. Bu kavramı çok önemli buluyorum; tahakküm üreten dilden özgürleşmedikçe, bütün bu sizin sözünü ettiğiniz direniş, bağımsızlık mücadeleleri, "demokrasi" –tırnak içinde söylüyorum- mücadeleleri yine batının lehine kaydedilecek şeyler. Nitekim, Berlin duvarının yıkılışından sonra tarihin sonu gündeme gelmişti biliyorsunuz...

Evet. O batının nihai zaferi anlamına geliyordu. Ancak aynı günlerde İran'da İslam devrimi olunca bu defa tarihin henüz sonunun gelmediği; yeni bir alternatifin, dünya görüşünün, hayat tarzının olduğu gündemimize girdi. Fakat İslam devrimi, kendisini bir mezhebe kapattığı için bütün bir ümmet için yeni bir çözümlemeyi üretmeyi başaramadı. Başlangıçta böyle bir umut taşıyor idik.

İRAN'IN NÜKLEER GÜCÜ TARTIŞMALARI DEVRİMİN RÖVANŞI

Ama aslında İslam Devrimin kendisinin modern dünyaya bir alternatif olduğunu söylüyorsunuz.
Gayet tabii. Zaten bugün İran'la ilgili nükleer tartışmalar başka bir şeyi bir şeyi yansıtıyor; batı İran'dan rövanşını almak istiyor. Ama İran dünyanın, İslam Dünyasının dikkatini çekebilecek bir yanıtlar çerçevesi üretmeyi başaramadı.

İran'ın kendi mezhepsel bağlamında kapalı kalmasının yanı sıra, bunda bizim İran'a bakış açımızın da etkisi olabilir mi?

Gayet tabii. Bugün, 21. yy.da bizlerin Müslümanlar olarak halen mezhep bağlamında konuşuyor olmamız büyük bir utanç vesilesidir. Yani mezheplerin gündeme gelmemesi gerekirdi. Ortak bir ümmet dilinin ortaya çıkması gerekirdi. Yani küresel bir Müslümanın bir mezhebe, bir etnik aidiyete, bir yerelliğe, bir kişiye kapanması kadar büyük bir talihsizlik olamaz.

İran-Osmanlı sürtüşmelerinde görüldüğü gibi toplumların birbirine mezhep zaviyesinden bakmasının tarihsel bir arka planı mı var?

Gayet tabii. Evvela siz zaten bir mezheple tanımlanıyorsanız kendi kendinizi engelliyorsunuz demektir. Bir ümmet birlikteliğinden ayrılıyorsunuz demektir. Kendinizi herhangi bir yerelliğe kapatıyorsunuzdur. Bu mezhepsel anlamda da olabilir siyasal anlamda da olabilir pekala. Biz kendimizi, oraya karşı kapattık. Yani İslam dünyası İran diye bir yerin varlığından devrimden sonra haberdar oldu. Bunu Kerim Sıddıki eserlerinde itiraf ediyor. Kendisi bir siyaset felsefecisiydi, iletişim bilimciydi. Böyle bir adam bile İran'ın farkına devrimden sonra vardığımızı itiraf ediyor.

O süreçte toplumların yaşadığı modernleşme ve uluslaşma deneyimi de parçalayıcı bir etki yapmadı mı?

Modern kırılmanın kuşkusuz etkisi var. Tabi burada sorun şu; bugün modernite evrenselleşiyor. Biz farkına varalım ya da varmayalım. Hatta bizi de içine alacak şekilde evrenselleşiyor ve melez, kozmopolit bir dünya oluşuyor. İletişim, enformasyon devrimi sayesinde zaman ve mekân sınırları aşılıyor. Böylece o küresel köy bir gerçekliğe dönüşüyor. Küreselleşmeye katılalım ya da katılmayalım bugün paylaşabileceğimiz çok önemli, olumlu sonuçları da oldu.

 

ULUS DEVLETLE HESAPLAŞANLAR MÜSLÜMANLAR OLMALIYDI

Ulusal sınırlar tartışılmaya başladı...

Mesela ulus devleti biz Müslümanlar sorgulayabilmeliydik. Ulus devletin mukaddeslerini bizler yargılamalıydık ve reddetmeliydik. Fakat düşünebiliyor musunuz, ulus devlete mahkum olduğumuz, edildiğimiz gibi sonra din aracılığıyla ulus devletleri takdis etme görevini de üstlendik Müslümanlar olarak. Ulus devletin bugün en sıkı takipçileri Müslümanlar. Vatan, millet, devlet bağlamında bütünüyle takdis ediyorlar. Hâlbuki bugün küreselleşme ne yaptı? Ulus devleti tartışılabilir hale getirdi. Daha önemli bir şey daha yaptı; özellikle İslam Dünyasında dokunulmaz kılınan, takdis edilen, mutlaklaştırılan devlet algısını da tartışabilir hale geldi. İslam Dünyasında devlet karşısında toplum yoktu, birey hiç yoktu. Şimdi kimi sivil toplum kurumları aracılığıyla, sivil toplum devlete karşı inisiyatif kazanıyor. Fakat küreselleşmeden yararlanıyor, farkında olmaksızın. Küreselleşme böyle hazır bir düşünsel zemin sunuyor. Hâlbuki ulus devletle hesaplaşmayı biz yapmalıydık. Şimdi modernleşme evrenselleşiyor. İşte melez, kozmopolit bir dünya var. İslam kozmopolisizmden rahatsız değil. Çünkü geçmişte örneğin İstanbul kozmopolit bir metropoldü. Biz bunlardan rahatsız değiliz.

Küreselleşmenin bütün kültürlerin lehine geliştiğini söyleyebilir miyiz?

Hayır, tabii ki. Küreselleşme yoluyla güçlü kültürler güçsüz kültürleri ilhak ediyor ya da etkisiz hale getiriyor. Televizyon, internet, medya, sinema, tiyatro vs. yoluyla güçsüz kültürleri eritiyor, zayıflatıyor, güçsüzleştiriyor, marjinalleştiriyor hatta gayrimeşru hale getiriyor.

Bugünlerde Ortadoğu'da meydana gelen gelişmeleri de bu kanallar aracılığıyla izliyoruz...
Evet. Bu sebeple olaylar hakkında biz daha çok yüzeylerde gördüklerimiz etrafında konuşuyoruz. Yüzeyleri görmek kolaydır, yüzeysel olanı herkes görür. Yüzeyleri bir kamera, fotoğraf makinesi görür. Bunun için bir uzman olmaya gerek yoktur. Ama aslolan derinlikleri görmektir. Olayları hazırlayan derinliklerde ne olduğunu görmektir.

Biraz önce bahsettiğiniz o küreselleşme resmi içinde Ortadoğu'daki bu olayları nereye yerleştiriyorsunuz?
Arz edeyim: Derinliklere inmek için bir ışığa ihtiyacımız var. Bu ışık nedir?

Tarihsel, kültürel dinamikleri çok iyi bilmek ve okumak; 20. yüzyılı hazırlayan dinamikleri hatırlamak; bir de küresel çağda nerede yaşıyor olursanız olun yerel bağlamda cereyan eden her olayın küresel bağlamdan hareketle değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin bir gerçekliğin farkında olmaktır. Buradan hareketle şöyle bir noktaya gelebiliriz; bugün Mısır'da, Tunus'ta, diğer Mağrip ülkelerinde bu isyanı hazırlayan kitlesel gösteriler daha çok genç kuşakların ön cülüğünde ifadesini buluyor. Yani burada sosyolojik ve tarih felsefesi yorumuna ihtiyacımız olduğumuz gibi bir demografik yoruma da ihtiyacımız var. İslam dünyası toplumlarında bir tarih felsefesi çözümlemesi yok. Çünkü tarihi bir hamaset olarak, kahramanlık tarihi olarak algılıyoruz.

HAMASET YERİNE TARİH FELSEFESİ PERSPEKTİFİ KAZANMALIYIZ

Ben cumartesi günü bir yerde konuşma yapıyordum, bir örnek verdim; bir dizi sebebiyle Müslümanlar tepkiler gösterdiler. Gösterilen tepkilerin istisnasız tümü tarihsel gerçekliği yansıtmıyordu, utanç vericiydi, tamamen duygusaldı. Hiçbir tarihsel içerik söz konusu değildi. Tarihe eleştirel olarak bakmak için bir tarih felsefesi perspektifimizin olması lazım.

1) Böyle bir perspektife ihtiyaç var.

2) Sosyolojik bir terbiyeye, duyarlılığa ya da bilince ihtiyaç var.

3) Olayları küresel bağlama yerleştirmek gibi bir dikkate ihtiyacımız var. Şimdi burada küresel bağlam nedir, enformasyon, bilgi, küreselleşme çağında bütün toplumları doğrudan etkileyen bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Buna direnemiyoruz, yanıt veremiyoruz ve içe kapanıyoruz. Zaten İslam toplumlarının içerik üretememek gibi bir sorunları var. İçeriği merkez üretiyor, taşra, merkez tarafından üretilen şeye mecbur ve mahkûm ediliyor. Örneğin demokrasi konusundaki tartışmalar bu konuda örnek olarak verilebilir. Şimdi bu internet, enformasyon çağında bilgiyi kontrol edebilecek, bilginin mahiyetini çözümleyebilecek bir bilince de sahip değiliz. Üretilen bilginin niteliği konusunda bir eleştirel dikkatimizin olması gerekiyor, Müslümanlar olarak. Çünkü bilgi o başta sözünü ettiğim tahakküm üreten sömürgeci zihnin bir parçası. Dolayısıyla bu bizim zihnimizi de sömürgeleştiriyor. Sömürgeleştirilen zihin kendisine vaziyet eden iradeyi çözümleyemiyor. Ancak bağımsızlaşması halinde bunu çözümleyebilir. Şimdi bu gösterilerin ortak bir özelliği var.

GÖSTERİCİ GENÇLERİN PRAGMATİK VE DEMOKRATİK TALEPLERİ VAR

Bu gösterici gençler televizyon, medya vs. aracılığıyla neo-liberal demokratik dünyayı görüyor ve öyle olmak istiyor. Orayı kıskanıyor, oraya öykünüyor ve orada olmak istiyor. İmkan bulsa oraya gidecek, imkan bulamıyor, kısıtlanmış bir ülkede yaşıyor. Dolayısıyla bu kitlelerin talepleri pragmatik ve demokratik taleplerdir.

Bir ideolojik bağlamları var mı?

Yok. Çünkü İslami talepleri yok. Bizi bu nokta ilgilendiriyor. Gerçi şu da ilgilendiriyor: -haksızlık etmeyelim- Yani Müslüman olmak demek, adalet sahibi olmak demek. Bir değişim ve dönüşüm talebi var. Bu değişim ve dönüşüm talebinin içeriği konusunda konuşmamız gerekiyor Müslümanlar arasında. Örneğin bu cereyan eden olayların devrim olduğuna dair bir takım spekülasyonlar var. Ortada bir devrim filan yok. Hatta yakın bir gelecek için bile bir devrim öngöremeyiz. Çünkü devrimin olabilmesi için önce bir zihinsel devrimin olması gerekiyordu. Biz şu anda zihinsel sömürge dönemini yaşıyoruz. Yani bir devrim olacaksa eğer, zihinsel bir düzlemde bunun gerçekleşmesi gerekiyor.

KENDİMİZİ NEO-LİBERAL DİKTATÖRLÜĞÜN KUCAĞINA ATIYORUZ

Yapısal bir dönüşüm de talep etmiyorlar?

Hayır. Kişiler değişiyor. Ha biz bunu takdirle karşılaşıyoruz. Fakat şu tür çelişkilerimiz var: Bir siyasal diktatörlüğü deviriyoruz, bu takdir edecek alkışlanacak bir şey. Diğer taraftan biz kendimizi neo-liberal diktatörlüğün kucağına atıyoruz. Neo-liberal diktatörlüğün biz diktatörülük olduğunun zaten ayırdında değiliz. Siyasal diktatörlüklere karşı önlem alabiliyorsunuz, çünkü o sizin fiziksel varlığınızı tehdit ediyor. Tavır alıyorsunuz, size düşman olarak, somut olarak karşınızda görüyorsunuz onu. Onun faşizmini görüyorsunuz, o faşizme maruz kalıyorsunuz, ona muhatap oluyorsunuz, o sizin hayatınızı doğrudan kısıtlıyor. Neo-liberal diktatörlüğü ise fark etmiyorsunuz, o sizin ruhunuzu yok ediyor.

Küreselleşme dediğiniz şeyin arkasında bu mu var?

Bu var tabii. O bizim ruhumuzu yok ediyor. Burada bir başka şeyi de önemli buluyorum. Ben bunun İslami çevrelerde tartışılmasını istiyorum. Belki sizin vasıtanızla tartışmaya açılabilir.

İnşallah. Nedir o?

Bu siyasal diktatörlükler ve neo-liberal diktatörlük yanında bizim içsel diktatörlüklerimiz var. Manevi ve ruhani diktatörler.

Bunlar kim?

Bunlar; şeyhler, üstatlar, manevi liderler, ön cüler, rehberler, manevi rehberler, düşünsel rehberler vs. İslam Dünyasında bütün cemaat hareketlerinin liderleri tepeden iniyor. Hiçbirisini biz seçmiyoruz. Seçimden kastım demokratik seçim değil. Biliyorsunuz, ehliyet ve liyakatlilerin seçiminden söz ediyorum. Yani bir şuranın seçiminden söz ediyorum. Ehliyetli ve liyakatli bir meclis tarafından seçilmiş liderlerimiz yok. Onlar tepeden iniyor.

Dinî cemaatler içinde bile?

Tabii tabii. Onlar tepeden iniyor, tepeden inen herkes bizden kayıtsız şartsız itaat istiyor. Bunu da Kuran'ı sömürerek, daha doğrusu araçsallaştırarak yapıyor. Bugün İslam ve Kuran, cemaatin elinde rehin, çünkü her cemaat Kuran'ı kendi çıkarına göre yorumluyor. Yani keyfi teviller, çıkarımlar yapıyor. Dolayısıyla bu tepeden inen liderler 50-60 yıl ve bir ömür boyu liderlik yapıyorlar. Onların hiçbir tasarrufu, eylemi tartışılmıyor. Siyasal iradeler bizim canımıza kastederken bu manevi iradeler bizim bilincimize kastediyor. Çünkü siyasal diktatörler, toplumları sessizleştirirken, bu manevi ve ruhani diktatörlükler kendilerine tabi olanları düşüncesizleştiriyor.

Siyasal etkileri ne oluyor, cemaatlerini eylemsiz kıldıkları görüşüne katılıyor musunuz?

Gayet tabii. İradesiz hale getiriyorlar. Ben Marks'ın çok haksız olduğunu düşünmüyorum. "Din halkların afyonudur." diyor ve bugün bu bir afyon, narkoz olarak veriliyor. Demokrasi de bir narkoz. Şimdi Ortadoğu'da bu gençleri bu noktaya getiren şey şu; İslam Dünyasında İslami, entelektüel, akademik, bilimsel hareketler ve bu manevi hareketler bu gençlerin dünyasına nüfuz etmeyi başaramamış, gördüğümüz üzere. Onları kazanmayı, ikna etmeyi başaramamış.

Bu sebeple mi ideolojik bir bağlamları ve İslamî bir talepleri yok?

Şu anda İslam Dünyasının gündeminde -size pek çok isim sayabilirim, istisnaları neredeyse çok az- bütün Müslüman düşünürler, siyaset bilimciler, siyaset felsefecileri, Raşid Gannuşi'den Abdülvahhab el-Efendiye, geçenlerde vefat eden Cabiri'ye kadar herkes bir tek şey söylüyor. Burası çok önemli, hayati bir şey:

1) Demokrasi nihai bir mutabakat zeminidir.

2) Demokrasi nihai bir meşruiyet ve referans kaynağıdır.

Biraz daha demokrasinin ne zararı var ki?

Şimdi, demokrasi üzerinde tartışmalar yapabiliriz. Fakat biz Müslüman olmamız hasebiyle demokrasinin bir ahlak içermediğinden hareketle demokrasi eleştirileri yapıyoruz. Demokrasi bir ahlak içerseydi bundan teknik olarak yararlanıp yararlanamayacağımızı konuşabilirdik. Ahlak içermediğini şu noktadan hareketle söylüyorum; demokrasiler iyileri seçebileceği gibi kötüleri de seçebilir. Hırsızları seçebileceği gibi katilleri de seçebilir. Nitekim Bush'u, Blair'i seçti. Büyük katilleri demokrasiler seçti.

Diğer taraftan batı Ortadoğu'daki bu diktatörleri destekledi de. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

İşte, modern, endüstriyel uygarlık Ortadoğu'da petrol çıkarlarına gölge düşer endişesiyle bütün diktatörlükleri ve tiranları sonuna kadar destekliyor, onlara hayat veriyor. Onlar için demokrasi istemiyor. Fakat bu elektronik iletişim çağında, gençler bu demokrasiye yapılan ısrarlı vurgulardan etkileniyorlar ve demokrasi istiyoruz diyorlar. Kimsenin İslami bir talebi yok. Buradan çıkan sonuç şu; biz İslam Dünyasının artık içerik üretmesi gerektiğini düşündüğümüz bir zamanda bu defa yeni bir tarihin sonu dönemini idrak ediyoruz, yeniden mecbur ve mahkum ediliyoruz, Avrupa'nın –hâşâ- zaferine.

İslam dünyasının alternatif sunamaması, içerik üretememesi tarihin sonu ve Avrupa'nın zaferi anlamına mı geliyor?

Tarihin sonu, neoliberalizmin, demokrasinin, kapitalizmin ve sekülerizmin nihai başarısıdır. Düşünebiliyor musunuz, Protestan geleneğin bir parçası olan sekülerizm bugün evrenselleştirilmeye çalışılıyor. Yani bırakın İslam Dünyası ile ilgisini, Hıristiyan Dünyası ilgisi bile çok sınırlı bir gerçeklik, sekülerizm. Bugün Batı sekülerizmi tartışmaya başladı.

Onlar tartışıyor ama sekülerizm küreselleşiyor. Kürselleşmenin lokomotif gücü nedir?

Modernite tabii. Daha doğrusu; Amerikan ideolojisinin, modernitenin yeni bir biçimidir küreselleşme. Sınırlar ortadan kalkarken zaman ve mekan ötesi bir zemin oluşuyor. Evvela küreselleşme ekonomik bir gerçekliğin adı olarak ortaya çıktı. Yani serbest pazarın nihai anlamda devletlerin kontrolü dışına çıkması manasındadır. Serbest pazarın, tüketim toplumlarının putlaştırılması... Ama asıl tabii pazarın putlaştırılması anlamında idi küreselleşme ve nitekim öyle. Bütün toplumları bir kasırga gibi içine aldı. Bugün dünya çapında serbest pazarın bütün ürünlerinden pekala yararlanabiliyorsunuz. Ekonomi aracılığıyla başladı, daha sonra bu kültürel bir boyut kazandı. Kültürel boyutu da sekülerizmin, modernitenin, kapitalizmin ve seküler hayat tarzının dünya çapında örgütlenmesi, pazarlanması anlamında.
Küreselleşme ulusal sınırları esnekleştiriyor...
Tabii doğru, öyle yararlı bir yönü de var.
Ama öbür taraftan Müslümanın özel hayatına da nüfuz ediyor. Özellikle günlük hayatta kapitalist ekonominin görünümleriyle karşı karşıya kalıyor...
Tabii tabii.

Müslüman bireyin özel hayatında neyle karşı karşıya olduğunu biraz açar mısınız?

Tabi. Bunun için küreselleşmenin bir başka yanından söz etmemiz gerekiyor. Küreselleşme çağında kültürel bir İslamileşme sürecine girdiğimizi görüyoruz. Bu şu anlama geliyor; İslam dünyası hızla davasızlaşıyor. Demin siz ideolojik boyutu yok dediniz, ben ideoloji sözcüğünü çok kullanmıyorum; davasızlaşıyor. Israrla, yoğun bir şekilde davasızlaşıyor. Siyasal, kamusal alana yönelik iddialarından vazgeçiyor, çünkü bireysel dindarlık öne çıkıyor. Cemaatlerin gündeminde zaten bir siyasal mücadele yok. Cemaat hareketleri sadece masal, menkıbe, efsane unsurlarıyla ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ayrıca cemaat hareketleri sözünü ettiğim gibi tepeden inme hareketler olduğu için, orada herhangi bir eleştirellik de ortaya çıkmıyor. Zaten İslam mirasında eleştirelliğe yer yok. Sadece kayıtsız şartsız itaatten söz ediliyor. Hatta birtakım Müslüman düşünürler biz de eleştiri yok deyip geçiyorlar. Bizde eleştiri var. Çok ciddi bir şekilde var.
 

Otantik anlamda mı söylüyorsunuz, eleştiri geleneği mi yok?

Geleneği yok, ama örneğin diyor ki Hz.Ebubekir "ben yanlış yaparsam ne yaparsınız" , "seni kılıcımızla düzeltiriz" diyorlar. Mesela biz bir cemaat liderine, -zaten cemaat lideri bize ben yanlış yaparsam ne yaparsınız falan diye sormuyor- bunu söyleyemiyoruz. O burası siyah diyorsa siyahtır, onun bir bildiği vardır diyoruz. Çünkü cemaat düşüncesizleştiriyor, arz ettiğim gibi. Düşüncesizleştiren bir cemaat, cemaat olmaktan çıkıyor ve bir sürüye dönüşüyor. Biz şu anda sürülere cemaat diyoruz. Cemaatler, sayılarıyla iftihar ediyorlar. Hâlbuki Kuranı Kerim bize sayılarımızla iftihar etmememizi söylüyor. Bizim niteliklerle var olabileceğimiz buyuruyor. Bu cemaatler sayılarıyla ve paralarıyla iftihar ediyorlar. Sayılarla iftihar ediyorlar fakat nitelik üretmiyorlar, içerik üretmiyorlar. Bir niteliğe zaten sahip değiller. Sayı üreten cemaatlerde bir tek entelektüele tesadüf edemiyorsunuz. Bağımsız düşünme yeteneğine sahip olan bir tek entelektüel yok.

EKONOMİK EŞİTSİZLİK ARTIYOR, ÖZGÜNLÜĞÜMÜZÜ YİTİRİYORUZ

Kültürel İslamileşme Müslümanları apolitik mi yapıyor?

Şimdi, kültürel İslamileşme, dindarlığın bireyselleşmesi gibi şeyler bizim mücadele alanından çekilmemiz sonucunu doğuruyor. Ve meydanı küreselleşmeye bırakıyoruz. Arz ettiğim gibi küreselleşmenin tartışabilir yanları olduğu gibi böyle bir katkısı da var. Örneğin bugün küreselleşme karşıtları son derece anlamlı bir mücadele veriyorlar. Ekonomik küreselleşme eşitsizlikleri çoğaltıyor. Kültürel küreselleşme ise toplumların kendi özgünlüklerini yitirmelerine neden oluyor. Biz de bütün merkezi özgünlüklerimizi yitiriyoruz. Biz artık tamamen tanınmaz hale geliyoruz. Örneğin Türkiye'de şu anda sadece bir tüketim devrimi yaşanıyor. Onun dışında başka bir şey yok. Hepimiz hızla bu neo-liberal iklimine girdik, onu teneffüs ediyoruz. Bu noktada da herkes demokrasiyi mutlaklaştırıyor.

Siyasal alanda Solcusundan İslamcısına herkes insan hakları, eşitlik, hukukun üstünlüğü, çokkültürlülük, sivil toplum... söylemine sığınıyor. Bunlar Müslümanların siyasal, sosyal taleplerini ne kadar ifade eder?

Biz Guantanamo çağında yaşıyoruz. Eğer insan hakları diye bir şey olsaydı Guantanamo olmayacaktı. Eğer insan hakları diye bir şey olsaydı bugün Gazze tutsak kampı olmayacaktı. Eğer insan hakları diye bir kavram gerçek anlamda var olmuş olsaydı Ebu Gureyb olmayacaktı, katliamlar olmayacaktı, soykırım olmayacaktı. Dolayısıyla bu insan hakları kavramının bizimle bir ilgisi yok. Çok ilginçtir,  Arundhati Roy, biliyorsunuz, Hindistan'da bir aktivist, küreselleşme karşıtı hareketin en önemli kadın aktivistlerinden bir tanesi. Biz Arundhati Roy'u, Küçük Şeylerin Tanrısı kitabıyla tanıyoruz. Arundhati Roy son altı aydan beri bu defa Keşmir mücahidleriyle birlikte hareket ediyor. Ve Keşmir sorununu, varsa eğer bir vicdani dünya -ki yok- bu vicdani dünyaya kazandırma mücadelesi veriyor.

Kendisi Hindu değil mi?

Evet. Buna rağmen onlarla birlikte görünüyor. Keşmir mücahitleriyle birlikte olduğu için geçenlerde evi taşlandı ve mahkemeye verildi. Şimdi çok ilginçtir, iki sene kadar önce Arundhati Roy Boğaziçi Üniversitesi'ne geldi. Boğaziçi Üniversitesi zaman zaman böyle küresel çapta muhalifleri, konferanslar için çağırıyor. Çok ilginç isimler gelip gidiyor, fakat bizim dünyamız çok takip etmiyor bu tür etkinlikleri. Örneğin Zizek, Naomi Klein geldi. O da çok ciddi bir aktivist. Şimdi, Arundhati Roy Boğaziçi Üniversitesi'nde şunları söyledi: "Sizinle bir adalet mücadelesi için birlikte hareket edebilir miyiz sorusuna yanıt aramak üzere burada bulunuyorum." diye başladı ve sonra dedi ki "Dikkat buyurursanız insan haklarından söz etmiyorum. Söz etmiyorum, çünkü insan hakları söylemi büyük şirketlerin hakları anlamına gelir." dedi.

Sizce de böyle mi?

Evet, insan hakları kavramı gerçekten büyüklerin hakları anlamına geliyor. Ve kendi ülkesinden bir örnek verdi. "Siz," dedi "2002 de Gucerat'ta ne olduğunu biliyor musunuz?" Boğaziçi akademiyasına soruyor. Çünkü bizim dikkatimizin nereye yoğunlaşacağına bizim dışımızda birileri karar veriyor. Naomi Klein Şok Doktrini kitabında nasıl düşündüğümüzü değil, nasıl düşündürtüldüğümüzü anlatıyor. Örneğin gündemimizde her gün diyelim ki Filistin, bugün Libya var. Örneğin şu saatlerde Libya ile ilgili gösteri yapacak İHH. Türkiye'de Guceratla ilgili bir gösteri olmadı.

İNSAN HAKLARI SÖYLEMİ SÖMÜRGECİLİĞİN MASKESİ

Ne oldu Gucerat'ta?

Gucerat'ta direnişçi, muharib olmayan 3000 masum Müslümanlar katledildi. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar katledildi Gucerat'ta. Gucerat'taki katliamın hesabını Arudhati Roy soruyor: "Bu batının politik hafızasında niçin yer almıyor?" Çünkü bizler şu anda, modern endüstriyel tarihte sadece ve sadece istatistik malzemesi olarak görünüyoruz. Bizim serüvenimiz, batının kültürel hafızası bunu konu edinmiyor. O açıdan o sözünü ettiğimiz kavramların, halen sürmekte olan sömürgeciliğin maskesi olduğunu bilmek gerekiyor. Bunlar maske kavramlar. Demin de arz ettiğim gibi batının ürettiği her şey kötü değil. Eğer bunlar insan hakları konusunda samimi olsaydılar, örneğin Gazze ile ilgileniyor olacaklardı. Guantanamo'da masum çocuklar hala var. Ömürlerini gençlik yıllarını orada geçirdiler, onların serüvenleri hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Dolayısıyla bu kavramlar, sömürgeci projenin bir parçası olan kavramlar, masum kavramlar değil.

Demokrasi kavramı da mı masum değil?

Evet. Demokrasi de bunlardan bir tanesi. Batı demokrasiyi kendi çıkarları söz konusu olduğunda istiyor. Ama demokrasilerin kesinlikle İslam'ı seçmelerini istemiyor. Şimdi Mısır'daki gelişmeleri takip eden batılı gözlemcilerin gündemindeki soru: "Bu değişim ve dönüşümden bir İslam çıkar mı?". İslami bir gelecek çıkmayacaksa o zaman göstericileri destekleyecekler. Tam tahlil edemiyorlar şu anda, çünkü örneğin İhvan-ı Müslimin tam arafta, ne cennet ne cehennem diyor. Çok açık konuşmuyor, muğlak konuşuyor, bir irade ortaya koyamıyor, bağımsız bir dile sahip değil, kendi kelimeleri yok. Kendi projeksiyonu yok, kendisini yenilemeyi başaramıyor. İhtiyar bir örgüt, gençlerle ilişki kuramıyor. Daha doğrusu İslami entelektüel hareketler, Kuran'ın ve İslam'ın 21. yy. ile nasıl ilişki kurabileceği noktasında henüz çözümlemeler yapamıyorlar. Bugünkü sorunumuz bu. Biz hala geçmişte yaşıyoruz. Bir türlü bugüne gelemiyoruz. Bugünü çözümleyemiyoruz. Geçmişte yaşamak kolay geliyor bize. Geçmişte ne olup bittiğini tartışıyoruz. Hâlbuki biz bugün "Geçmişte ne oldu?" değil, "Bugün ne olmalı?"yı tartışmak durumundayız.

Bu sebeple mi "vakti kuşanmak" diyorsunuz?

Evet. Vakti kuşanmak, zamanın bilincine varmaktır. Örneğin ben sizin kuşaklara diyorum ki, siz bu üstatları, liderleri, başkanları, abileri sorgulayın. Genç kuşakların üstatlarına da eleştirel bir dikkatle yaklaşmaları gerekiyor. Hakaret etmeden, iftira etmeden bu akımları eleştirmeli genç kuşaklar. Ben sizi yetmiş yıl öncesinin yaklaşımlarına davet edemem, bu yanlış. Yüzyıl öncesinin yaklaşımlarına davet edemem, bu yanlış. İki yüzyıl öncesinin, iki yüzyıl önce ne olup bittiğini bir genel duyarlılık çerçevesinde öğrenmek durumundasınız ama ayrıntıları bilmek durumunda değilsiniz.

İhvanı Müslimin örneğinde Hasan El- Benna'nın düşüncesi ve hareketi o dönem için çok anlamlı...

Çok anlamlı. Her düşünürü, her üstadı kendi tarihsel bağlamı içerisinde değerlendirmek gerekir. Bizim yazdıklarımız yarın hiçbir şey ifade etmeyebilir. Örneğin yine konuşmamız gereken çok daha önemli bir şey daha var. Ben bu cemaatlerden bir tanesine neo-nurculuk diyorum. Neo-nurculuğa yönelik dört tane eleştirim var: 1) İslamı millileştiriyor, 2) ehlileştiriyor, 3) müstekbirlerle birlikte hareket ediyor, aynı safta görünüyor, 4) bütün direniş mücadelelerini kayıtsız şartsız tahkir ediyor. Direniş mücadelelerinden İsrail ne kadar rahatsızsa neo-nurculukta bir o kadar rahatsız. Ben genç kuşakların bunları konuşması gerektiğini söylüyorum.

Bahsettiğiniz küreselleşme politikalarına İslamın bu apolitik, sufî yorumu geçiş veriyor sanki?

Gayet tabi. Bir küresel Amerikan projesi olarak bugün İslam Mevlana'ya, Yunus Emre'ye, İbni Arabiye, Said Nursi'ye göre tanımlanıyor. Bugün İbn Arabi, Mevlana, Yunus aramızda yaşıyor olsa, bugüne hiçbir katkıları olmayacak. Bugünün dünyasını yeni baştan ne yapmaları gerektiği noktasında çözümlemeleri gerekecek. Biz bu adını söylediğim kişilerin eserlerinden bilgelikler ve ahlaki ilkeler bağlamında yararlanabiliriz. Ama onların bugün vereceğimiz siyasal mücadeleye ilişkin bir önerileri olamaz. Gerçi zaten İslam dünyasında siyasal mücadele gündemde değil. Bir folklorik ve dindarlık söz konusu. Mevlana'ya, Yunus'a, İbni Arabiye göre din tanımı yapmak yerine geçmişte yaşayan bu isimlerin nassların ışığında yeniden değerlendirilmeleri gerekir. Bunları yeniden değerlendirmek bunları okumayalım anlamına gelmez. Bunları reddedelim anlamına da gelmez. Bunların yeni eleştirel bir dikkatle okunması anlamına gelir. Biz bunları putlaştırmamalıyız.

Bu noktada yeni düşüncenin oluşturulmasında geleneğin etkisi ne olur sorusu geliyor insanın aklına?

Geleneğin de bir eleştirel seçiciliğe ihtiyacı var. Bütünüyle reddetmemeliyiz, bütünüyle kabul de etmemeliyiz. Bugün İslam algısı bütünüyle geleneğe göreneğe dönüşmüş durumda. Din gelenek, görenek anlamına geliyor. Gelenekçilik, görenekçilik, muhafazakarlık, konformizm, tarihçilik, coğrafyacılık, vatancılık toprakçılık, bayrakçılık... Hepsi dinle özdeşleşmiş durumda. Din de bir folklora dönüşmüş, folklor bir din haline gelmiş durumda. Yani böylesine derin bir çelişki yaşıyoruz. Sizin kuşaklar bütün bunları sorgulayabilmeliler. Sorgulayabilmeleri için öncelikle zihinsel cesarete ihtiyaçları var. Yani genç kuşakların üstatlara yönelik olarak "Efendim ne buyuruyorsanız öyle." dememeleri gerekiyor, çünkü gördük ve yaşadık ki, üstatlarımız da yanlış yapabilirler. Yapıyorlar nitekim. Diyorum ki, bu üstatları incitmeden onlarla en güzel dille konuşarak, onları da sorgulayabilmeliyiz. Bir örnek arz edeyim sizlere;  Necip Fazıl'ın Adnan Mendres'e yazdığı mektuplar kitap haline geldi. Bu mektuplardan bir tanesinde merhum Necip Fazıl Menderes'e "Mübarek ellerinizden dudaklarımı derinize raptederek, ebediyen sökülmemek üzere öperim" diyor. Şimdi diyorum ki gençlere; böyle bir mektubu başbakana bir partinin ilçe başkanı, il başkanı, bir milletvekili yazabilir, bakan olmak için. Ama bir dava adamı yazamaz. Dava adamı yazıyorsa eğer bu mektubu, o zaten dava adamı filan değildir. Bunların değerlendirilmesi gerekiyor. Bu tabi Üstada hakaret anlamına falan gelmez, ama gençler bir şekilde kendilerini takdir ettikleri üstadlarını bir süre sonra efsaneleştirilmiş olarak buluyorlar. Birisini efsaneleştiriyorsanız zaten o örnek olmaktan çıkıyor. Hâlbuki bunların olumlu örnekler olarak bizim hayatımıza girmesi gerekiyor. Sizin kuşakların ufkunu kendi seçtikleri üstatlar kapatıyor. Sizin kuşakların, ufkunuzun hiç kimse tarafından kapatılmayacak şekilde bir bilinç teyakkuzu içinde olması gerekir.

Şöyle de bir açmaz var hocam; modernizmin etkisiyle Marks'ın dediği gibi, "katı olan her şey buharlaşıyor." Özellikle aşırı liberalleşmeyle birlikte elimizdeki bütün müeyyedeler, sabiteler bir bir uçuyor. Geleneğin de değerleri, sabiteleri korumak ve aktarmak türünden bir işlevi var. Dolayısıyla bu cemaatlerin bu tür olumlu bir rolü söz konusu. Eleştirmeye ve atmaya başladığımızda nerede duracağımızı bilmiyoruz. Nasıl bir denge kuracağız?

Tabii, evvela cemaatleri İslami bağlamda kendilerini yapılandırmaya davet edeceğiz. Cemaat liderlerinin ebedi şef olmadıklarını söyleyeceğiz. Onların dokunulmaz olmadıklarını, dokunulabilir olduklarını söyleyeceğiz. Onlar yanlış yaptıklarında, onların sorgulanması gerektiğini söyleyeceğiz. Cemaat liderlerinin ebedi şef olmadıkları için yaptıkları hatalar sebebiyle düşürülmeleri gerektiğini söyleyeceğiz. Şu ana kadar İslam dünyasında hiçbir cemaat liderinin "Efendim ben bugünün gerçekliğiyle yüzleşemedim, bunları sorgulayamadım. Affedersiniz, başarılı olamadım, ben çekiliyorum." Dediğini duymadık. Ya da cemaat tarafından sorgulanarak, görevine son verilen, yani bir darbeye maruz kalan birisi yok. Ya da diyelim ki müşavere geri çekilmeye ikna edilen birisi de yok. Bunlar ölünce yerlerine ya oğulları geçiyor ya damatları geçiyor.  Diğer diktatörlüklerden bunun hiçbir farkı yok. Dengeyi, bu cemaatleri İslami anlamda yapılandırarak, cemaati gerçek kılmaya davet ederek kurabiliriz. Örneğin cemaat lideriyle cemaat mensubu arasındaki ilişki özne-nesne ilişkisi olarak somutlaşıyor. Hâlbuki Peygamber (a.s)'in Müslümanlarla ilişkisi özne-özne ilişkisiydi, onlara saygı duyuyordu, onlarla görüş alış verişinde bulunuyordu. Cemaat lideri bizimle görüş alış verişinde bulunmuyor, bize dayatıyor. Sizin görüşünüzü merak etmiyor. Duyarlılıklarınızı merak etmiyor, sizin bir potansiyeliniz olup olmadığını da merak emiyor, size sadece bir eşya, mal, sayı muamelesi yapıyor. Dolayısıyla biz bu dengeyi, bu cemaatleri İslamileşmeye davet ederek kurabiliriz. Çünkü bu yapılanmalar ahlaki yapılanmalar değil.

Türkiye de dinin referans alınarak yapıldığı siyaset biçimine genelde muhafazakârlık deniyor veya denmesi isteniyor...

Tabii, denmesi isteniyor.

Bu durumda İslamcılıkla, muhafazakârlık- milliyetçilik arasındaki fark nedir?

Evvela, hemen şunu hatırlayalım: "İki günü bir olan ziyandadır." buyruluyor. Peki, iki günü bir olan ziyandadır algısıyla muhafazakârlık arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Size çünkü her gün yeni bir hayat bahşediliyor, bu müthiş bir şey. Her gün yeni bir hayata uyanıyorsunuz. İki günü bir olan ziyandadır buyrulurken siz muhafaza etmeye yönlendiriliyorsunuz. Muhafaza edeceğimiz şeyler var, fakat bu felsefi anlamda konformizm haline geldiğinde, yani alışkanlıklarımıza mahkum olduğumuzda büyük bir zihinsel çölleşmeye neden oluyor. Tekdüzelikler, basmakalıplıklar, alışkanlıklar din haline geliyor.

YARGILAMADAN ANLAMAYA ÇALIŞMALIYIZ

Örneğin görmediğimiz bir şeyi biz haram telakki ediyoruz. Hindistan'a gitmiştim, onlar ayakkabılara mesh ediyorlar. Bunu bir tartışma konusu yapmamak, anlamaya çalışmak gerekiyor. Yani ümmetin pek çok rengi, yorumu olduğunu biliyorsunuz, eğer temel bir sapkınlık, inhiraf yoksa ilke olarak yapacağımız şey, bu farklılıkları yargılamak ve reddetmek yerine bunları ortaya çıkaran tarihsel, kültürel nedenleri anlamaya çalışmaktır. Anlamaya çalıştığımız takdirde bunlar bizim için sorun olmaktan çıkabilir. Örneğin bugün Şiilik, Sünnilik, Selefilik, Vahhabilik gibi farklı yorumlar arasında bir çatışma var. Biz bu çatışmayı ortadan kaldırabiliriz. Bu yorumları ortaya çıkaran o tarihsel, kültürel koşulları irdelediğimizde, analiz ettiğimizde, anladığımızda, o dönemlerin hassasiyetlerini kavradığımızda bunları sorun olmaktan çıkarabiliriz. Ben kendimden örnek veriyorum; benim hem Sünni hem Selefi hem Vahhabi hem Şii yanım var. Çünkü kendi dönemimizde biz bütün bu İslam Dünyasındaki uyanış hareketlerinin ön cü sözcülerini takip etmek durumundaydık. Dolayısıyla Şeyh Cemaleddin'den yararlandığımız gibi Ali Şeriati'den de yaralandık. Muhammed Abduh'tan yaralandığımız gibi Muhammed İkbal'den de yararlandık. Hasan el Benna'dan yaralandığımız gibi Malik bin Nebi'den de yararlandık. Burada sorun şu; bunları herhangi bir kalıba, klişeye sokmadan, düşünsel çerçevelerini hangi koşullar içinde ürettiklerini anlamak çok önemli. İsterseniz herkesi yargılayabilirsiniz ama anlama gayreti çabası İslam ahlakının temeli diğerkâmlığı getirir.

Peki, İslamcılığın farkı ne muhafazakârlıktan?Muhafazakârlığın karşısına devrimciliği mi koyuyorsunuz?

En büyük devrimci Peygamber (a.s.)'dır. Biz bugün her eğilimle uzlaşma çabası içindeyiz; kapitalizmle uzlaşmanın yollarını bulabiliyoruz. Liberalizmle, sekülerizmle, dünya istikrarı ile uzlaşıyoruz. Uzlaşmadığımız bir şey yok. Muhalefet yok, muhalefet bilinci yok, muhalefet ihtiyacı yok. Çünkü konformist bir kültürden geliyoruz. Konformist sürekli olarak meşrulaştırabilecek uygun yollar ve imkanlar bulabiliyor. Örneğin bugünkü diktatörleri aklımıza getirelim ya da muhalif hareketleri aklımıza getirelim. Mekke eşrafı, müşrikleri Peygamber (a.s)'e "bir sene sen yönet bir sene biz yönetelim." Diyorlar ve pek çok ödünler veriyorlar. Bütün bunları reddediyor Hz. Peygamber (a.s). Hâlbuki bütün bunlar rasyonel bir mantıkla bakıldığında barış, bir çatışmayı önlemek adına kabul edilebilir unsurlar olduğunu düşünebiliriz. Fakat O, yeni bir toplum, yeni bir dil, yeni bir siyaset, yeni bir dünya, yeni bir bağlam, yeni bir uluslararası algı için ilahi vahyin sınırları içerisinde kalarak tercihlerini yapıyor ve bütün bedellerini de ödüyor. Çünkü risk alması gerekiyor, uzlaşıda risk yok.

HZ. PEYGAMBER (A.S.) BİR MUHAFAZAKÂR DEĞİLDİ

Örneğin bugün hoşgörü diye muğlak bir kavram tarafından terörize ediliyoruz. Ben sizden niçin hoşgörü isterim? Size karşı bir yanlışlık yaparım, bir şekilde sizi incitirim, rahatsız ederim, rencide ederim, bir kötülük yaparım ve "hoşgörün, bağışlayın" derim. Bu hoşgörü kadar tehlikeli bir kavram yok. Ama şu anda bu hoşgörü dili bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber (a.s.) bir muhafazakâr değildi. Hiçbir devrimcinin muhafazakâr olması düşünülemez. Yalnız devrimcilik geçmişe ait her ne varsa bunu yakalım, yıkalım manasına gelmiyor bu.

O zaman bir devrimcilik tarifi yapmak gerekiyor.

Devrimcilik yapısal, esasa ilişkin değişim anlamında kullanılıyor. Örneğin gerçek bir tarih felsefesi terbiyesine sahip olsaydık önce göreceğimiz şu olurdu; İslam bütün kültürleri yakalım, yıkalım demiyor. Daha İslam'ın ilk yüzyılında Müslümanlar bütün kültürlerle ve uygarlıklarla; Bizansla, İranla, Hint ve Çin uygarlıklarıyla karşı karşıya geliyorlar ve ilişki kuruyorlar. Fakat burada ilişkinin eşitler arasında bir ilişki olması çok önemli. Hâlbuki bugün tek uygarlık var, rakibi yok. Kime karşı hoşgörü, kiminle diyalog? Diyalog diyorlar örneğin, İslam uygarlığı bir nostalji olmaktan çıkıp, gerçek kurumlarına sahip olsaydı eşitler arasında ilişkiden bahsedebilirdik, diyalogdan bahsedebilirdik. Onun için Batı uygarlığı kendisine ait olanı size dayatıyor. Şimdi o ilk dönem Müslümanları yeni bir dünya, yeni bir siyaset biçimi, yeni bir tarih, yeni bir algı biçimi üretiyorlar. Bu defa dünyaya kendilerini teklif ediyorlar. Ve bu defa eşitler arasında bir ilişki başlıyor. İslam kendi bünyesine uygun olanı Hint'ten, İran'dan, Çin'den, Bizans'tan, Roma'dan alıyor. Onlara da kendi bünyesine uygun olanı veriyor. Böyle bir alış veriş var. Şimdi böyle bir alış veriş imkanı yok, çünkü biz bir şey üretmiyoruz. Neyi vereceğiz neyi alacağız, değil mi efendim? Yoksa uygun olan şeyleri pekala alabiliriz, Avrupa'da her şey kötü değil.

Bu bilinci, üretimi sağlayacak nasıl bir tarih felsefesi kurabiliriz?

Ben sizin kuşağa son beş yüz yılın, 1492'den sonrası dönemin bir tarih felsefesi yoğunluğu içinde çözümlenmesi çalışması yapmanızı öneriyorum. Bizim kuşakların böyle bir hassasiyeti yok. Bizim kuşaklar tarihi Orta Asya'dan Viyana'ya koşan atlar, mehter sesi, fetihler, Kanuni gibi büyük adamlar olarak algılıyor. Yani Kanuni dokunulamaz birisi değil, eleştirilemez birisi değil. Fetihleri konuşmak ayrı şey, padişahın kişisel zaaflarını tasarruflarını, ahlaki zaaflarını konuşmak daha farklı bir şey. Fakat asıl temelde konuşulması gereken hanedanlık sisteminin meşrulaştırılması sorunu. Sarhoş, deli, ahlaki zaafları olan aileden olduğu için hükümdar olabiliyor. Önce bunun konuşulması gerekiyor. Dolayısıyla bu eleştirel tarih felsefesine bizim çok ihtiyacımız var.

Neden 1492?

Batıdan biz o zaman geri çekildik ve o dönemden beri bizim medeniyete bir katkımız yok. Bütün kültürlere katkımızın olduğu dönemler oldu. Şu anda bir katkıda bulunmuyoruz. Bizim 21. yy. için bir programımız, önerimiz, vizyonumuz yok...

Arap dünyasına modelmişiz hocam...

Burada yine Naomi Klein'e dönersek, "Nasıl düşündüğünüz değil, nasıl düşündürtüldüğünüz önemli." diyor. Biz oraya niye model oluyoruz, çünkü bir başka bir mücadele değil "demokrasi mücadelesi" veriliyor.  Avrupa Birliği'ne girmeye çalıştığımız için modeliz. Biz onları anlıyoruz. Yani Türkiye niçin Avrupa birliğine girmek istiyor, Avrupa değerlerini niçin yüceltiyorlar, Yahudi-Hıristiyan değerleri nasıl meşruiyet, nihai referans kaynağı oluyor; biz bunları anlıyoruz. Siyaset alanını biraz genişletmek için bunları kullanma ihtiyacı duyuyorlar.

Başka nasıl olabilirdi? Yani mesela Avrupa Birliği'ne ihtiyaç duymadan nasıl "demokratikleşebilirdik"?

İslami manada sorgulayan, düşünen, üreten, tartışan, reddeden, muhalefet eden, kararlılık gösteren, eylem iradesi ortaya koyan, kendi tercihlerinin öznesi olan bir kamuoyu oluşturmuş olsaydık ve bu kamuoyunun İslami talepleri olsaydı bunu pekala kendi değerlerimizle yapabilirdik. Kendi merkezi değerlerimiz şu anda gündemimizden düşmüş durumda, bunları kullanmıyoruz. Örneğin "tevhid" kavramı çok merkezi ve çok hayati bir kavram ama gündemimizde yok. Cihat, ümmet kavramı yok.  Evvela ümmet kavramını cemaatler ortadan kaldırdılar. Ümmet projemiz yok. Onun için sizin kuşaklar, 21. yüzyıl insanının dikkatini nasıl çekebiliriz gibi sorulara karşılık bulmak zorundalar.

Diğer taraftan özellikle halifeliğin kaldırılmasından sonra çağı anlamaya çalışan, bu çağda nasıl yaşayabiliriz sorusuna cevap üretmeye çalışan bir İslamcı birikim var. İran'da bu birikim devrimle sonuçlanmış olsa da Türkiye'de sosyal yapısı gereği durum farklı. Türkiye'deki bu İslamcı birikimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu birikimi İslami bütünlük kavramının ışığında değerlendirmemiz gerekiyor. Bu sözünü ettiğiniz birikim, öncelikle temel, merkezi bütünlükten yoksun. Şöyle arz edeyim size; kimi cemaatler kendilerini yalnızca fıkhi temellerde yapılandırıyor, kimi cemaatler kendilerini sadece hikemi, yani tasavvufi temellerde yapılandırıyor. Kimileri kendilerini nostaljik, romantik, bir gelenek görenek temelinde yapılandırıyor, kimileri kendilerini iman-itikad bağlamında yapılandırıyor. Kimileri kendisini siyaset bağlamında yapılandırıyor. Şimdi biz İslami bütünlükten şunu anlıyoruz, İslami bütünlüğü bir tespih örneğini vererek, bu tesbihin her tanesini bir boyut olarak düşünüyoruz, bunlardan bir tanesi eksik olunca o bütünlük bozuluyor, bizde bu bütünlük bilinci yok. Örneğin fıkhi boyutla ilgilenenler hikmete, edebiyata yabancılar. Kuranı Kerim 'en güzel dil ile söyleyin' buyuruyor, edebiyat o açıdan önemli. Fakat İslami kesimlere sorarsan edebiyat lafıgüzaf, sanat-edebiyat ilgisi kadar boş bir ilgi düşünülemez. Tabii edebiyatla sanatın nasıl icra edildiği ayrı bir tartışma konusu. Yani bugün İslami edebiyat çevrelerinde, kişisel kanaatim, edebiyat ve sanatın tarihe tanıklık etmesi gerektiğini düşünenlerdenim ama kimi arkadaşlarımızda edebiyatın böyle tarihe tanıklık gibi bir sorunu olmadığını söylüyor, bunlar tartışılabilir.

ALLAH'I VE PEYGAMBERİNİ DEHŞETE DÜŞÜRENLER

Muhammed İkbal, evinin yakınında bir mescitte vaizi dinliyor ve Cavidname'de bir şiirinde "Vaizin söyledikleri Allah'ı da, Cibril'i de, Peygamber'i de dehşete düşürdü." diyor. Çünkü vaizin anlattıklarının Kuran ile uzaktan yakından ilgisi yok. Bir başka şey daha anlatayım size; İbn Rüşd Kurtuba'da hem siyaset adamı hem fakih hem müftü, hem edebiyatçı, hem tabip vs. gibi pek çok şeyi bir arada tutan bir kişiliği var. Bu çok önemli. Geçenlerde vefat etti, Şeyh Fadlallah da (Lübnan-Beyrut) da bir kuramcıydı, siyaset felsefesiyle ilgileniyordu, bir müctehitti. Şii olmasına rağmen dünyasını Şiiliğe kapatmamıştı. Bütün bir İslam dünyasına yönelik çözümlemeleri vardı. Kadın konusuna yönelik çalışmaları vardı. Geleneksel kadın algısını bütünüyle reddediyordu. O ataerkil anlayışı bütünüyle reddediyordu. Dünyanın önde gelen gazeteleri her hafta Şeyh Fadlallah'tan bölgenin o döneme ilişkin siyasal nabzını yansıtan siyasal çözümlemelere ilişkin yazılar istiyorlardı. Ve o da  yazıyordu, belki hatırlarsınız. Şimdi o dönem İbn Rüşd dönemi Kurtuba'sının Avrupa'da çok büyük bir yankısı var. Çünkü o dönem Kurtuba'sında müthiş bir kültürel zenginlik var. Bütün alimler, bilginler ve entelektüeller o dönemin dünyasının ihtiyaçlarına yanıt vermek üzere düşünsel, kültürel, felsefi, entelektüel, mimari, politik içerik üretiyorlar. Avrupalı din adamları, felsefe adamları, İbn Rüşd bu konuda ne düşünüyor diye oraya gidip tartışıyorlar. Avrupalı zenginler, üniversite için bugün nasıl Amerika'ya gönderiyorsak, çocuklarını o zaman Kurtuba'ya gönderiyorlar. Şimdi o dönemde Kuzey Afrika'dan Berberi mollalar, o Muhammed İkbal'in bahsettiği Allah'ı, Peygamber'i dehşete düşüren tipten mollalar diyorlar ki gidip bakalım bu İbn Rüşd ne yapıyor. Gidiyorlar bakıyorlar ki İbn Rüşd'ün etrafında Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Ateistler var. Onlarla çok büyük bir özgüvenle tartışıyor. Berberiler gelince dehşete kapılıyorlar, "Siz fazla aydınlamışsınız." diyorlar, bütün kitapları yakıyorlar. O tarihten beri içerik üretilmemiş Kuzey Afrikada, o tek çizgili din algısı sebebiyle. Burada bir miras olduğu doğru, fakat bu maalesef tek çizgili, tek boyutlu, tek renkli. Böyle bir geleneğimiz var. Bir de bu disiplinler arasında bir ilişki yok. Tasavvuf hukuktan bağımsız, hukuk da bizim içsel zenginliklerimizden, yani hikmetten, edebiyattan bağımsız. Örneğin felsefeye çok mesafeli bakan, kuşkuyla bakan bir geleneğimiz var. Hâlbuki bir felsefi terbiyeye de ihtiyacımız var. Felsefi bir yaklaşıma da ihtiyacımız var. Biz bu mirastan pekala yararlanabiliriz, bunlara kapalı kalmamalıyız. Fakat bunların mahiyeti konusunda seçici bir bilince sahip olmalıyız.

Biz pozitivist bir eğitim aldık. İslami eğitimi de geleneksel metotlarla ailemizden veya çeşitli mecralardan edindik. Böyle bir Müslüman gençlik, Avrupa merkezli paradigma karşısında nasıl bir beslenme içinde olmalı ki bu paradigmaya karşı koysun, bunun bilincine varsın, kendi bilincini inşa etsin?

Öncelikle bu paradigmayı iyi anlaması lazım. Aydınlanma dönemiyle birlikte başlayan bir tarihsel çözümleme yapmalı. Biz her ay kitaplar belirliyoruz, öğrencilere öneriyoruz. Ama öncelikle öğrencilerin temel bir İslami çerçeveye sahip olmaları gerektiğini düşünüyoruz. Bu sebeple başlangıçta buna yönelik kitaplar öneriyoruz.

Bu İslami çerçeve için neler okuyorlar?

Örneğin merhum İsmail Raci El Faruki'nin Tevhid kitabıyla başlatıyoruz. Diyoruz ki bu kitap herkesin cebinde olacak, bu kitabı maddi bilgi almak için okumayacaksınız, bu kitabı özümsemek üzere okuyacaksınız. Bu kitabı her gün bir sayfa, birkaç sayfa okuyacaksınız. Bu kitabı okuduktan sonra sizin bu kitaba katkılarınız neler olabilir, 'kitabı nasıl çoğaltabiliriz' e bir yanıt bulacaksınız. Trende okuyacaksınız, vapurda okuyacaksınız uçakta okuyacaksınız ama bunu özümseyeceksiniz. Ansiklopedik bilgi almak için okumayacaksınız, birincisi bu. İki, evinizde ya da yurtta yine İsmail Raci El Faruki'nin İslam Kültür Atlası. Onu başından sonundan, ortasından, ilgi duyduğunuz konulardan başlayarak, bir dünya görüşü, ufku ve perspektifine sahip olmak için okuyacaksınız. Onu da aynı şekilde özümseyeceksiniz ve çoğaltacaksınız. Bir de çantanızda bir Muhammed Esed meal-tefsiri olacak. Kuran'ı böyle muhatabı bastırmak için değil, bir tartışmada destek bulmak için değil, Kuran üzerine yapmak için değil anlamak ve yaşamak için okuyacaksınız.

Aylık programdan bahsettiniz. Önümüzdeki ay gençlere ne okumalarını önereceksiniz?

Christian Delacampagne'in 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi. Bir de Reinhart Koselleck'in Kavramlar Tarihi. Sizin kuşakların bugün hesaplaşmayı düşündüğümüz kavramların etimolojisi, ontolojisi üzerinde durması gerekiyor. Bu kavramları doğuran bilgi felsefesinin temelinde ne var ve bu kavramlar tarihleri boyunca hangi gerçekliği yansıttılar ve ne yolla kullanıldılar. Çoğu kötüye kullanıldı bu kavramların. Yoksa, diyelim ki aydınlanma döneminin ürettiği kavramlar, örneğin özgürlük kavramı, eşitlik kavramı... bu kavramlar acaba gerçek manada özgürlüğün, gerçek manada eşitliğin ifadesi mi oldular yoksa onlar sömürgeci bir projenin parçası mı oldular. Şimdi genç kuşakların evvela bizi şu anda baskılayan kavramların tarihi üzerine bir bilince ve algı biçimine sahip olmaları lazım. Oradan başlamaları lazım.

Peki, farklı meslek gruplarından farklı günlük rutinleri olan insanlar karşımızda olsa şu an, onlara birgün içerisinde "mutlaka yapmalısın" diyeceğiniz neler olabilir?

Sorumlu, bilinçli davranın ve ahlaki sınırlar içinde olun, sınırlarınızın farkına varın diyebilirim. Herkes sınırlarının farkında olsun, sorumluluklarının farkında olsun, behemehâl ahlaki sınırlar içerisinde kalsın; çünkü biz ahlaki temellere hızla yabancılaşıyoruz. Ahlak yoksa İslam'ın varlığından bahsedilemez.

Neden özellikle gençleri muhatap alıyorsunuz?

Ben özellikle gençlerle konuşmak istiyorum. Çünkü onların bizim kuşakların yaklaşımlarını aşmalarının üzerlerine düşen tarihsel bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Gençler bizim kuşakların yaklaşımlarını tartışmalı, eleştirmeli, sorgulamalı ve aşmalı. Bunu yapmalılar. Farzı muhal, sizin beni taklit etmeniz durumunda ne olur; siz de yetmiş yaşına gelirsiniz. Benim buna hakkım var mı? Sizi beni takip etmeye davet etmeye benim hakkım var mı? Hayır, böyle bir şey olamaz. Hatırlarsanız Hz. Ali, "Çocuklarınızı kendi döneminizin koşullarına göre değil, onların yaşayacağı dönemin koşullarına göre hazırlayın." buyuruyor. Müthiş bir uyarı. Bu, o koşullara teslim olsunlar anlamına gelmiyor. O dönemin koşulları karşısında dirensinler, hazır olsunlar anlamına geliyor. Yine belki siz bilirsiniz, kelamı kibar olabilir: "Çocuklar ebeveynlerinin değil, zamanın çocuğu olmalılar." denir.

Bununla birlikte didaktik bir eğitimden yana da değilsiniz?

Benim babam icazetli bir mollaydı, iyi eğitim almış bir imamdı, fakat otoriter birisiydi. Bana bir gün dedi ki: "Namazda eğer seni safta görmezsem vay haline!" Biz ailemizin baskıcı uyarılarıyla kıldığımız namazdan hiçbir zaman zevk almadık. Namazın bilincine kendi çabalarımızla vardık. Dolayısıyla genç kuşaklar, bu döneme ilişkin bir duyarlılığa sahip olmalılar ve bu dönemi takip etmeliler. Dünya neyi tartışıyor, haberdar olmalılar. Biz genç arkadaşlara diyoruz ki, behemehâl birkaç dilde, konuşacak, yazacak, tartışmaları takip edecek bir meraka sahip olun. Merak itkisi çok önemli. Fakat asıl önemli olan, Müslüman gençler şunu sormalılar; bizler Müslümanlar olarak küresel tartışmanın neresindeyiz, tartışmada var mıyız? Tartışmaya müdahil miyiz? Tartışmanın taraflarından birisi miyiz? Yoksa tartışmaların nesnesi miyiz? Üzülerek söylemeliyiz ki tartışmaların nesnesiyiz, tartışmaya müdahil değiliz çünkü. O halde sizin kuşaklar tartışmaya katkıda bulunmalılar. Müdahil olmalılar.

Teklifimizi kabul ettiğiniz için, görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

Estağfirullah, rica ederim. Çok zahmet oldu size, buraya kadar zahmet ettiniz.

Estağfirullah. Ağzınıza sağlık.


 
Atasoy Müftüoğlu Kimdir?

1942 yılında Trabzon/Çaykara'da doğdu. 1960 yılından bu yana yazı hayatının içinde bulunuyor. Büyük Doğu, Yeni İstiklal, Yeni İstanbul, Yeni Devir, Yeni Şafak gibi günlük gazetelerde aralıklı olarak köşe yazarlığı yaptı. Diriliş, Deneme, Edebiyat, Mavera, Selam, Edebi Pankart, Vuslat, Umran ve Bilge Adam dergileri gibi edebiyat, sanat, düşünce, kültür ve siyaset dergilerinde denemeler yazdı.

Kitap olarak yayınlanan eserlerinden bazıları şunlardır: Firak, Vakti Kuşanmak, Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Vahyin Kılavuzluğu Altında, Yeni Bir Tarih Şafağı, Bilinç Işıklarını Yakmak, İlahi Şiarı Özgürleştirmek, Ümmet Bilinci, Evrensel Vicdanın Sesi Olmak, Küresel Kuşatma ve Küresel İhtiraslar, Yeni Bir Zamanı Başlatmak...
Ayrıca 2008'de Hece Yayınları'nda çıkan, "Irmağın İçli Sesi: Atasoy Müftüoğlu Kitabı" onun hayatını çeşitli yönleri ile ele almaktadır.