Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

"Millet adına.." diye diye, milletin ve hukukun tepelenişi..

Yargıtay eski başkanlarından Sâmi Selçuk, "50 yılı aşkın bir süre yargı mekanizmasında bulundum, hep millet adına diyerek hüküm inşa ederiz, ama, bir kez bile milletin böyle istediğini aklıma getirerek hüküm inşa etmedim..." kabilinden sözlerle bir itirafta bulunmuştu, bir süre önce...

Hanefî Avcı"nın tutuklanması etrafındaki tartışmalara ve bunun haksızlığına dair ve kamuoyunu haftalardır derinden meşgul eden yorumlara, bizzat kendisinin ağzından olduğu söylenen bir yayınla çarpıcı bir açıklama eklendi..

Makamında dinleme arşivi bulunan Avcı, B.Akçura'nın "Teşkilat'ın Adamları" isimli kitabında yer alan iddiaya bakılırsa, kendisiyle yapılmış bir röportajda, binlerce telefon dinlemesine karar verdiğini ama mahkeme kararı aldığını hatırlamadığını söyleyip, "1988 yılında başlayıp 1995'te fiilen bıraktığım dinleme-izleme işlemleri dolayısıyla da binlerce telefon dinlemesine karar verdim. Ama bir iki istisna dışında bu dinlemelere mahkeme kararı aldığımızı da hatırlamıyorum." demiş.. "Hiçbir sebep göstermeden yüzlerce evi arayabildiğimizi, insanları gözaltına alabildiğimizi, istediğimiz iddialarda bulunup işlem yaptığımızı hatırlıyorum. (...) ne kadar ev ve işyeri aradığımı, ne kadar insan gözaltına aldığımızı hatırlamıyorum, bütün ev aramalarımı gece yaptım, hiç mahkeme kararı veya savcı talimatı da aldığımı hatırlamıyorum." sözleri de Avcı"nın..

Onun hele de 28 Şubat döneminde dinlediği kişilerin çok çok fazla olduğu anlaşılıyor.. O ise, polislerin yaptığı iddia olunan bir suçlama taktiğinin kendisine de uygulandığını rahatlıkla iddia edebiliyor ve "bunlar benim evime ve büroma polis tarafından konulmuştur.." diyebiliyor.. Halbuki, benzer iddialar kendisine de yapıldığında, ya "bildik numara"  diye gülüp geçmişti; ya da "okşama"larını biraz daha arttırmıştı.. 

Avcı, daha önce de, "Evet, işkence yapılmıştır.. O zaman, işkence bir devlet siyasetiydi.. O siyaseti ben de uygulamışımdır.." diye oldukça pişkin itiraflarda  bulunmamış mıydı?

Onun "o zaman"  dediği dönem, özellikle de 1980 Askerî Darbesi"nden sonrasını içine alıyordu.. Tabiatiyle, Demirel"in, "Bana, devlet cinayet işledi dedirttiremezseniz.." dediği dönemi de içine alıyordu..

*

Dahası, Refah-Yol Hükûmeti"nin DYP'li devlet eski bakanlardan Sâlim Ensarîoğlu da, DYP Diyarbakır il başkanı olduğu dönemde, Avcı"nın kendisini de dinlediğini söyleyen Ensarioğlu, "O bir dinleme hastasıdır. Beni de dinleyip 'çok konuşma' diyerek tehdit etmişti." diyordu, kendisiyle yapılan ve Zaman"da 13 Ekim günü yayınlanan mülâkatta.. Ensarîoğlu, Avcı için, "O bir dinleme hastasıdır. 1987'de DYP Diyarbakır il başkanı iken, bir gün partideki çocuklar, 'Hanefi Avcı arıyor, il başkanınız konuşmasın, bizde dosyası var' diyorlar, dedi. Ben de kendisini aradım. Bana dedi ki, 'Senin konuşma tutanakların 40 kg'yı buluyor'. Ben de dedim ki, 'sen ancak savcılara servis yapabilirsin. Bir politikacıyı arayıp tehdit edemezsin."  Hanefi Bey, Türkiye'de dinlemeyi en çok yapan insandır. Çünkü onda dinleme hastalığı var.." şeklinde konuşuyordu. Bir iftira yüzünden 1986 yılında girdiği cezaevinde akla hayale gelmeyen işkenceler gördüğünü de söyleyen Ensarîoğlu, "Gözüm bağlı olduğu için işkencecileri göremedim, ama, Hanefi Avcı o dönemdeki bütün işkenceleri biliyordu" diyerek, 1984-92 arasında Diyarbakır"da İstihbarat Md. olan Avcı'yı suçluyor ve cezaevinden çıktıktan sonra da, telefonlarının onun tarafından dinlendiğini ve "Kürd sorununa yönelik konuşma yapmaması" için tehdid edildiğini aktarıyordu..

Bugün, bir cemaatin devlet içinde odaklaştığı iddialarıyla ortalığı velveleye veren ve laik kesim tarafından âdetâ bir özgürlük havarisi gibi karşılanan Avcı"nın geçmişi hakkında daha çok bilgi ve belgeler ortaya çıkacağı anlaşılıyor..

Nitekim, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, elindeki medya organlarını darbeci generallerin sözcüsü durumuna getirmiş olan ve 13 Ekim 2010 akşamı katıldığı bir tv. proğramında, genç bir üniversiteli kız tarafından, haklı olarak, "Ruhunu kaça sattın?" sorusuna mâruz kalınca bir hayli bocalayan Hürriyet"in eski Gen. Yy. Md. E. Özkök, Savcılık tarafından davet edilerek, Avcı tarafından  kendisinin de dinlendiğine dair ses kayıdlarının dinletildiğini ve hattâ ailesiyle tamamiyle özel görüşmelerin bile dinlenip kaydedildiğini hayretle görüp, "Meğer, ben de 28 Şubat"ın mağdurlarındanmışım.." demek zorunda kalıyordu..

Esasen, bazı çevreler de, geçmişinin ortaya çıkacağından korktuğu için, Avcı"nın, sofranın kendi üzerine devrilmesine fırsat vermeden, başkalarının üzerine devirmek taktiğini uyguladığını söylemekteler..

*

*"Eşref Bitlis"in uçağının kaza raporu sonradan değiştirildi!"
"Ben JİTEM"in kurucusuyum,  yukarıdan Jand. Gen. K. Bigalı"dan emir geldi,  (dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli ve Emn. Gen. Md. Ş. Bedük ve de ve Genelkurmay Başkanlığı"nın onayıyla) JİTEM"i ben kurdum.. Emrimde 10 binlik bir güç vardı, bir PKK"lı kellesi getirene üç bin lira verirdik.. Biz orada terörist yetiştirdik..  Eşref Bitlis konusunda yapılan hatadan dolayı vicdan azabı çekiyorum.. Bunları Binb. Cem Ersever"in yaptırdığı söyleniyor, ben olmasam o ne yapabilirdi?" gibi tuhaf sözlerinin ve cinayetleriyle gururlanan ses kayıdlarının kendisine aid oldduğu kabul eden ve ağır hasta olduğu için, "Ben ölmeden mahkemeler ifademi alsınlar, birçok şeyin benimle birlikte karanlığa gömülmesini istemiyorum.." gibi dehşet verici laflar eden em. Alb. Ârif Doğan"ın açıklamalarından sonra, ilginç açıklamalar birbirini takib etmeye başladı..

Bunlardan en ilginç olanı, 11 Ekim günü, Sabah"da yayınlanan ve Jand. Gen. K. Org. Eşref Bitlis'in 17 yıl önce ölümüyle sonuçlanan kaza hakkındaki itiraf idi. İsmi açıklanmayan ve o zaman Etimesgut Havaalanı"nda vazifeli olan ve kaza raporunu hazırlayan ekibin içinde bulunan bir em. albayın açıklamaları, gerçekten de düşündürücü idi..

Ama, daha da ilginç olanı, Gen. Kur. Başk. Org. Işık Koşaner"in, 14 Ekim günü, nihayet, "karanlıkta hiçbir nokta kalmamalı" diye, Eşref Bitlis Dosyası"nın yeniden açtırıp, gerekli teknik ve adlî soruşturmaların yapılmasını ve sonuçlandırılması için emir vermiş olması..

Bundan önceki onca Gen. Kur. Başkanlarının bu dosyayı açmaya 17 yıl boyunca yaklaşmamaları, bir gaflet miydi, bir üstünü örtme çabası mıydı, "Aman bize bulaşmasın!"  korkusu muydu; bunu bu araştırmalar ortaya çıkarabilecektir..

Biz bu yeni gelişmeye değindikten sonra, (11 Ekim tarihli Sabah"taki ve) ismini açıklamaktan çekindiği anlaşılan ve amma birlikte çalıştığı subayların ismini verdiğine göre, oradan kimliği rahatlıkla belirlenebilecek olan bir em. albayın sözlerine.. Ki, o da, açıklama yapmasına eşinin  "Bizi rahat bırakmazlar" diye karşı çıktığını da belirtiyor..

'Ben bu sırla artık yaşamak istemiyorum. Ne olacaksa olsun. Vicdanen huzur bulmak istiyorum.. Vicdanen rahatlamak istiyorum. "17 yıldır içimde bir yara olarak duruyor. Hazmedemiyorum artık.."  diyor ve şöyle devam ediyor:

16 Şubat akşamı şiddetli bir soğuk ve buzlanma vardı, 17 Şubat günü de yoğun bir tipi... Etimesgut'ta sabah erken saatlerde kalktım, gerekli kontrolleri yaptım. Meteoroloji ile görüştüm. "Bugün uçuş yapılamaz" raporunu verdikten sonra dinlenmek için eve gittim. Fakat 4-5 saat sonra şok haber geldi, "Bitlis Paşa uçak kazasında ölmüş" diye... Dondum kaldım, inanamadım önce. İlk tepkim, "Allah belalarını versin, paşayı bile bile ölüme göndermişler" oldu. "Uçuş yapılamaz" uyarımıza rağmen Jandarma Genel Komutanı için uçak kaldırılıyor, hem de bize bilgi verilmeden. Sonra öğrendim ilgili komutanın, yani Tuğg. Armağan Kuloğlu'nun özel izniyle uçuş izni çıkmış. Hemen üsse geldim, ekibi aldım, doğruca kazanın olduğu yere gittim.

Kalkıştan tam 7 dakika sonra düşen Beech Super King Air BE-200 çift motorlu uçakta Bitlis Paşa ile birlikte Emir Subayı Alb. Fahir Işık, pilotlar Binb. Yaşar Erian, Yüzb. Tuğrul Sezginler ve teknisyen Astsb. Başçv. Emin Öner şehit olmuştu. Manzara ise çok korkunçtu. Bitlis Paşa'mın kolları bacakları kopmuştu. Diğer personelin durumu da pek farklı değildi.

Kazanın olduğu alana hiç kimseyi sokmadım. Hatta dönemin ANAP lideri sayın Mesut Yılmaz güvenlik bariyerinden ileri bir noktaya geçmek istedi, nazikçe geri çevirdim. İlk etapta olayın siyasi yönü olabileceği hiç aklıma gelmedi. Teknik açıdan bakıyordum ve tek düşündüğüm şey, "Bu havada uçuşa nasıl izin verildi" sorusuna cevap bulmaktı.

Teknik heyetin çalışması bir ayı aşkın sürdü. Son çalışmayı Genelkurmay Karargâhı'nda yaptık. Tesbitlerimize göre idare yüzde 40 kusurluydu ve raporu bunun üzerine kurduk. En büyük oran buydu. Sonra diğer oranları sıraladık. Çok ayrıntılı olmuştu rapor.

Raporu yazdıktan 1 veya 1.5 ay sonra Genelkurmay'a davet edildim. Rapor önümüze geldi, baktım değiştirmişler. İdari kusur oranını neredeyse sıfırlamışlar, yüzde 5'e düşmüş. İtiraz ettim. Ancak masanın karşı tarafında duran 4 general (Bu isimlerden birisi daha sonra kuvvet komutanı oldu) sert bir ifadeyle "Rapor bu, imzalayın" dediler. Şok içindeydim.

Bu isteğe karşı çıktım. Bunun bir istek olmadığını "emir" olduğunu söylediler. Yutkundum ve "Komutanım isterseniz rütbelerimi sökün, ama ben raporu bu şekilde imzalamam" dedim. Çünkü önüme konan rapor bizim hazırladığımız rapor değildi, çok ciddî farklılıklar vardı. "SONUÇ" ve "KARAR" bölümlerini okudukça hayretim daha da arttı.

Karargâhta bulunduğum o süre içinde sert tartışmalar oldu. Üzerimde artık taşımayacağım kadar psikolojik baskı oluştu. Ben de "Ancak bir şartla, şerh koyarak imzalarım"  dedim ve raporu o şekilde imzaladım. Eğer rapor değiştirilmemiş olsaydı, o gün birçok komutanın görevden alınması gerekirdi. Ama maalesef o kişiler bir süre sonra tek tek terfi aldılar, orgeneral bile oldular. Ve sonuçta rapor değiştirilen son şekliyle dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş'e arzedildi."

*Ölen askerlerin tabutunda eroin taşımak, kurnazlığın böylesi..
Em. Astsb. Hüseyin Oğuz"la yapılan ve 13 Ekim tarihli Zaman"da yayınlanan bir mülakat ise, Alb. Ârif Doğan"ın açıklamalarına açıklama mahiyetindeydi.. (Hüseyin Oğuz eski bir Jandarma İstihbarat astsubayı. Kamuoyu onun adını Yüksekova Çetesi'ne yönelik operasyon ile öğrendi. Askerî makamlar çetenin üstünü örtmeye çalışınca istifa ederek Diyarbakır'da sivil savcıya ifade verdi. Böylece çetenin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan operasyonun başlamasını sağladı. Ardından Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadelerle gündemi sarstı. "Yeşil" kod adlı Mahmud Yıldırım'ın adını ilk açıklayan isimlerden..) Hele de, Oğuz'un JİTEM'in uyuşturucu işinde ne kadar aktif olduğuna dair anlattıkları tüyler ürpertici:

"Yüksekova'da görev yaptığım sırada yürüttüğüm bir soruşturmada, şehit tabutlarıyla uyuşturucu taşındığını belgeledim. Jandarma bir köye baskın düzenleyip eroin ele geçiriyor. O uyuşturucunun sahibleri infaz ediliyor. Binbaşı M.E. ile astsubay B.Y. adlı JİTEM elemanları da bu uyuşturucuyu daha sonra şehit cenazesi görüntüsü altında tabutla İzmir'e göndermişti. 13 kilosunu İstanbul'a, 5 kilosunu İzmir'e taşıdılar."

JİTEM'in PKK'lıların kellesi karşılığında para verdiği iddialarına da değinen Oğuz, bu örgütün ölümler üzerinden rant devşirdiğini doğruluyor. Oğuz, "Öyle zannedildiği gibi PKK'lı da değildi çoğu..  Sivil insanları alıp infaz ediyorlardı. Bu ölümler üzerinden rant sağlıyorlardı." diyor.

 Alb. Ârif Doğan'ın açıklamalarının manipülasyon olduğunu savunan Oğuz "Bu halkı kimse enayi yerine koymasın. Benim bir ricam var. Benim çobanlık fotoğrafımla Arif Doğan'ın Mercedes'li fotoğrafını yan yana koysunlar. Bu fark bile her şeyi açıklar. Ben Yüksekova Çetesi"ni ortaya çıkardım diye başıma gelmeyen kalmadı, çobanlık yapıyorum. Ama Ârif Doğan, korumalar, hizmetliler eşliğinde Mercedes'le ifadeye gidiyor. Bu iki fotoğraf bile kimin ne yaptığını ortaya koyuyor." diye de ayrı bir noktaya değiniyor..

Evet, sen astsubaysın, o bir üstsubay!..

Haddini bileceksin!!!

*

Nitekim, geçen hafta, Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD) Gen. Başkanı  Mustafa Erol da bu ayırımlara dikkat çekiyordu, yaptığı açıklamada..

"Subaylar emekli olduklarında maaşları sadece yüzde 5 kesilmekte ve sıkıntı yaşamamaktalar, astsubaylar emekli olduklarında ise maaşları yüzde 45 azalıyor.

Askerî hastanelerde, başvuranların rütbesine göre A ve B polikliniği ayrımı yapıldığını da belirten Erol, bu uygulamayı da eleştirip, "Bu ayrım kaldırılmalıdır. Hastanın rütbesi olmaz. Yüksek rütbeli hastaya uzman, kariyer sahibi doktorlarca anında müdahale ettirilirken, emekli ve küçük rütbelilere ayrımcı davranılması vicdanları rahatsız edici bir durumdur." diyordu..

TSK"da sayıları 100 bini bulan astsubaylar birçok alanda subaylarla aynı ayrıcalıklara sahib olamamaktan yakınıyor. Özellikle sosyal tesis ve lojman tahsisinde bu ayrımcılık daha çok göze çarpıyor. Subaylar, Türkiye"nin her yerindeki orduevlerinden yararlanırken astsubaylar bazı orduevlerine hâlâ giremiyor. Bu ayrımcılık son olarak OYAK"la da gündeme gelmişti. Emekli astsubaylar OYAK yönetiminde yer alma hakkına sahib olmadığı için isyan etmiş, konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi"ne kadar taşımışlardı.

Ama, sadece astsubaylar mı, haksız ve ayırımcı uygulamalardan feryad edenler?

Hayır..  Alınız size bir başka örnek daha..

*Bir em. albayın generallere isyanını duyan oldu mu?
Bir ordu düşününüz ki, 165 bin er -asker,  hizmet sektöründe istihdanm olunarak, askerlik yaptırılıyor..  Eskiden emireri vardı, sonra bu kaldırıldı güya.. Yerine, posta eri, koruma, berber, kantinci, gazino ve orduevlerinde garson, berber/kuaför, san"atçı, tesisatçı, elektrikçi, vs.. adı altında başka hizmet alanlarında istihdam olunan ve askerliğini bu şekilde yapanlar? .

Vatan"ı bekliyorlar, güya..

Vatan, yani kendilerine hizmet edilen generaller ve diğer üst dereceli subayların borularının öttüğü yerler..

Bu erlere, hattâ, üstlerinin evlerinde bile hizmet ettiriliyorlar.. 

Evet, bu gibilerin sayılarının 165 bin kadar olduğu tahmin ediliyormuş..

85 milyonluk Almanya"nın ordusu 330 bin kadar..

Yani, TSK"da hizmet sektöründe askerlik yaptırılanların sayısı, alman ordusunun yarısı kadar!

Milletin çocuklarını kendilerine köle olarak, hizmetçi olarak gören bir zorbalar güruhunun pençesinde bir kurum..

Tahakkümünü ve iktidarını sürdürmek için, milleti  cilâlandırılmış ve toplumun yanıltılmasına müsaid vak"a ve haberlerle yanıltmış bir kurum..

Düşününüz ki, Sabri Yirmibeşoğlu isimli eski bir orgeneral.. Özel Harb Dairesi Başkanlığı  ve MGK Genel Sekreterliği bile yapmış bir kişi.. Geçmişte, Kıbrıs"tarumlara karşı direnişi  örgütlemiş..  İstanbul"un altını üstüne getiren ve Örfî İdare ilanı ile sonuçlanan "6-7 Eylûl 1955 Hadiselerinin, Özel Harb Dairesi tarafından gerçekleştirilmiş muhteşem bir örgütlenme işi olduğunu"  itiraf etmişti, 1998"lerde..

Şimdi ise, "Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Kıbrıs"ta biz bunu yaptık. Bir cami yaktık!" diyordu, 23 Eylûl 2010 günü, Habertürk ekranlarında,..

Turgut Özal"ın oğlu Ahmet Özal"ın, babasının bir suikasd sonucunda öldürüldüğü yolundaki iddiasında suikasdçilerden birisi olarak adını zikrettiği Yirmibeşoğlu, Ahmet Özal"ın iddialarını yalanlarken, tarihî bir itirafı da ağzından kaçırıyor;  "eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harb"de bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için bazı değerlere, düşman yapmış gibi sabotaj yapılır. Bir câmi yakılır. Kıbrıs"ta câmi yaktık biz.." diyor ve sonra da onu mesela diyerek hafifletmeye çalışıyordu..

(Yirmibeşoğlu"nun bu sözleri üzerine, Rauf Denktaş,  bu emekli generali yalanlıyor ve "Rumların yaktığı câmiler varken, böyle şey söylenir mi?.." diyor ve amma, Denktaş"ın oğlu Serdar Denktaş ise, "TMT / Türk Mukavemet Teşkilatı"nın Kıbrıs"ta çok kanunsuzluklar yaptığını" söylüyordu..

Benzer bir itirafı da daha önce, em. Korg. Altay Tokat yapmış ve Güneydoğu"da görev yaptığı yıllarda, bölgeye gelen sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve hâkimlerin "hizaya girmeleri"  için, kaldıkları evlerin yakınında bomba patlattırdığını" söylemişti.

Em. Org. Çetin Doğan"ın kamuoyuna "Balyoz Harekâtı" diye yansıyan ve hâlen Ergenekon Yargılaması çerçevesinde mahkemelerde görülmekte olan bir plan çerçevesinde, kemalizmi, laikliği korumak için, İstanbul"da bazı büyük câmilere,  Cuma saatinde bomba attırmayı ve sonra da bütün İstanbul"a elkoymayı planladıklarına dair belge ve ses kayıtları orta çıkınca, durumu, "Onlar bir harb oyunuydu gibi saçmalıklarla geçiştirdiğini ve Gen. Kur. eski Başk. Başbuğ"un da, "TSK, câmi bombalar mı?" diye gösterişli hınçlı nutuklar irad ettiğini de hatırlayalım.)

*

Evet, milletin hayatını, ülkesini, namusunu korumak adına, milletin alın terinden ve kanından-canından meydana getirdiği bir ordu kurumunun, kendi zihninde planladığı düşmanlar ve düşmanlıklar için geliştirdiği bu acaib "savunma planları"  üzerinde hepimizin acı çekerek düşünmemiz gerekir..

Bu hatırlayışlardan sonra.. Milliyet"te, 5 Eylûl 2010 günü manşetten verilen bir habere bir daha bakalım.. Bu habere göre, bir em. Alb. olan (T.Ç)"nin Meclis Dilekçe Komisyonu"na bir dilekçe vererek, şikayetlerini dile getirmişti..

Bu habere göre; Meclis"e başvurusunda lojmandan, hastaneye kadar generallere büyük imtiyazlar tanındığını savunan T.Ç., "Bu kadar imtiyazın doğru olmadığını düşünüyorum. Nihayet devlet memuruyuz. Özellikle tuvalet ve berber ayrımı bir em. albay olarak ağrıma gidiyor"  diyordu.. . T.Ç., 13 Ağustos 2010"da Meclis Dilekçe Komisyonu"na yaptığı başvuruda asteğmen ile mareşal arasındaki rütbeli şahıslara "subay" denildiğini kaydederken, medyada "generaller ve subaylar" şeklinde tanımlama yapılmasının yanlış olduğunu, generallerin de subay nitelendirmesi içinde bulunduğunu kaydediyor; "Paşa" lakabının Osmanlı dönemine aid olduğunu, bu lakabın özel imtiyazlı mülkî ve askerî yetkililere verildiğini hatırlatıp,  "Günümüzde generallerde mülkî yetki yoktur. Sadece askerî yetkileri vardır. Bu lakab da yasaklanmıştır. Ancak, TSK"da general rütbesindeki subaylar birbirine "paşam" demesini severler" diyordu..

Türkiye"de generallerin dünyanın hiçbir ordusunda görülmeyen ayrıcalıklara sahib olduğunu öne süren T.Ç., bunları, "özel konut, eşlerine sivil plakalı araç ve şoför, orduevlerinde ve dinlenme tesislerinde özel çay, yemek salonları, general/amiral tuvaletleri, berberleri, özel havuz ve plajları, general şezlongları ve denize girme yerleri, otoparkları, hastanelerde özel odalar" olarak sıralıyordu.. General ve amirallere hemen her türlü tedkikin yapıldığını, ancak albay olmasına rağmen kendisine bir MR için 6 ay sonraya gün verildiğini savunan T.Ç., generallere emekli olduktan sonra TSK vakıflarında veya özel sektörde yönetim kurulu üyelikleri verildiğini de vurguluyor ve "Bir-iki yerde subay salonları göstermelik olarak var. Her gelen oturabilir. Ancak general/amiral salonuna yanlışlıkla oturun hemen yanınıza er geliyor, "Burası general ve amirallere aid" deniyor. Bu kadar imtiyazın doğru olmadığını düşünüyorum. Nihayet devlet memuruyuz. Özellikle tuvalet ve berber ayrımı bir emekli albay olarak ağırıma gidiyor"  ifadelerini kullanıyordu.

**

"Hertürlü kutsal anlayışına karşı savaşmak için"  milletimizin başına tebelleş olan ve sonunda kendisinden başka kutsal olamıyacağını toplumumuza zorla dikte ettirmeye çalışan  laik bir rejimde bile, "Peygamber Ocağı" diye kutsanmaya çalışılan bir ordu kurumunun, gerçekten de milletin değerlerine teslim olarak, milletin ve hukukun emrinde olması, bütün bu anlatılanlardan sonra, gerçekleşmesi daha çetin bir ideal olsa bile;  bu kurumun milletin emrine tahsis edilmesi yine de tamamen bir hayal olmayabilir.. Yeter ki, şu son 300 yılın bünyemize ârız olan "Yeniçeri Hastalığı"nın tedavisi gerçekleşse.. Bunun yolu da bugünkü şartlarda., milletin temsilcisi iradesinin temsilcisi olan siyasî kadroların, o emanete sahib çıkmaktaki kararlılığıyla olacaktır.. Ve bunun bazı emâreleri görülmeye de başlanmıştır..

haksöz

Bu yazı toplam 2255 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar