Kaza Ve Kader Meselesinin Anlatılmasının Amacı

Kaza Ve Kader Meselesinin Anlatılmasının Amacı

Bu meseleyi bir de Mevdudi'den dinleyelim.

Kelamüllah'ta kaza ve kader me­selesine yapılan işaretlerin asıl amacı bize, zaten bizde an­lama yeteneği ve gücü bulunmayan şeyleri bize anlatmak değildir. Asıl amaçlanan sadece şudur: İnsanda inanç, te­vazu, Allah'a tevekkül, sabır, direnç, kararlılık ve dünyevi güçlere karşı cesaret ve korkusuzluk gibi meziyetlerin yara­tılması onun umutsuzluk, karamsarlık, korku, haset, rekabet ve hırs gibi duygulardan uzaklaşabilmesi için güçlü bir kişilige ve ahlâka sahip olması ve bu kişiliği ve güze! ahlâkı sa­yesinde hak, doğruluk ve dürüstlük çizgisinden ayrılmaması, bu erdemlerin benimsenmesi için diğer kimselere davet ve tebliğde bulunması, bu amaç uğruna en zor engelleri aş­maya çalışması, her türlü sıkıntılara göğüs germesi ve her türlü zorluk ve sınavlardan başarıyla geçmesi, Allah'tan baş­ka kimseden zarar geleceğine inanmaması, kimseden zerre kadar bir yarar ummaması, imkânsızlıklar ve zorluklarda umudunu yitirmemesi, sahip olduğu mal ve mülke ve im­kânlara gereğinden fazla güvenmemesi, hayatın çeşitli dö-nemeçlerindeki başarısızlıklarından dolayı düş kırıklığına uğ­ramaması ve başarılarından dolayı böbürlenmemesi ve baş1 kaldırmamasıdır. Örneğin, aşağıdaki ayetlerde bu asıl amaç açıkça dile getirilmiştir:

"Bazı insanlar vardır ki, Allah'a eş ve ortak edinir, onları Allah'ı sevdikleri gibi severler. İman edenler, Allah için daha çok sevgi beslerler. Bütün kuvvet ve kudretin Allah'ta oldu­ğunu, azabının çok şiddetli bulunduğunu anlayıp gördükleri zaman nefislerine zulmedenleri görsen.1' (Ei-Bakara: 165)

"Ey insanlar, siz Allah'a muhtaç olanlarsınız. Allah ise Gani ve bizzatihi hamde lâyıktır." (Fâtır: 15)

"Rabbinin adını an. Bütün varlığınla ona yönel. O, Maş-rıkın da Mağribin de Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O'nu kendine vekil edin." (Ei-Müzzemmü: 8-9)

"Bilmez misin ki, göklerin ve yerin sahibi Allah'tır. Sizin için Allah'tan başka dost ve yardımcı yoktur." (El-Bakara: 107)

"Eğer Allah size yardım edecek olursa size galip gele­cek yoktur. Eğer sizi mağlup ve yardımsız bırakırsa O'ndan başka size kim yardım edebilir? Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler." (Al-İİmran: 160)

"De ki: "Ey mülkün sahibi olan Allah'ım, Sen istediğine mülkü verirsin, istediğinden de alırsın. Dilediğini aziz ve dile­diğini zelil eylersin. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kaadİrSİn." (Âl-i İmran: 26)

"De ki: "Lütuf ve inayet Allah'ın elindedir. İstediğine ve­rir. Allah'ın lutfu boldur ve O, her şeyi bilicidir." Rahmeti ile istediğine imtiyaz verir. Allah, büyük fazl sahibidir." (Ai-i imran: 73-74)

"Göklerin ve yerin anahtarı O'nundur. Dilediğinin rızkını bolca verir, dilediğinin rızkını ölçülü olarak verir. O her şeyi bilendir." (Eş-Şura: 12)

"Allah, rızık hususunda sizin bir kısmınızı bir kısmınıza ÜStÜn kildi." (En-Nahl:71)

"Eğer, Allah sana bir zarar isabet ettirirse onu O'ndan başka giderici yoktur. Eğer sana bir hayır da dilerse, O'nun fazlını geri çeviren bulunmaz. Allah, ihsan ve fazlını kulların­dan dilediğine nasib eder. Allah Gafurdur, Rahimdir." (Yunus:

"Sihirbazlar, Allah'ın izni olmaksızın sihir ile kimseye bir zarar veremezler." (Ei-Bakara: 102)

"De ki: "Bize, ancak Allah'ın yazdığı isabet eder. O, bi­zim mevlâmızdır. Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler."

"Bir kimseye Allah'ın izni olmadıkça ölüm yoktur. Bu, va'desiyle yazılmış bir yazıdır." (ai-i İmran: 145)

"Onlar sana açıklamadıkları şeyi nefislerinde (içlerinde) gizlerler. Eğer bize bu işte bir şey olsaydı burada öldürül-mezdik derler. De ki: "Eğer siz evlerinizde kalmış olsaydınız, üzerlerine öldürülme yazılmış olanlarınız öldürülüp, düşe­cekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi."(Â!-i imran: 154) O halde, Kur'an-ı Kerim'de kadere iman etmekle ilgili olarak yer alan öğretinin asıl amacı, insanın dünyada hiçbir gücün kâr veya zarar verme yetkisine sahip olmamasına inanmasını, sadece Allah'ı fail, etkin, kâr veya zarar verici olarak kabul etmesini, bütün işlerinde sadece O'na güven­mesini, mahlûkata karşı rezil-ü rüsva olmamasını ve eğer rahata ve refaha kavuşmuşsa, bundan dolayı böbürlenmemeşini, kibir ve bencilliği kendi nefsine yerleştirmemesini ve Allah'ın dünyasında isyan ve tuğyan etmemesini sağlamak­tır, îşte bu husus, Hadîd Sûresinde şöyle dile getirilmiştir:

"Size yeryüzünde veya nefislerinizde herhangi bir musi­bet gelmez ki, ancak biz onu yaratmazdan evvel bir kitapta (!evh-i mahfuz) yazılmış olmasın. Bu da Allah'a göre kolay­dır. Bunun, önceden mukadder ve yazılı olduğunu bilip eli­nizden çıkan şeylerden dolayı üzülmemeniz ve elinize geçen ile de sevinip şimarmamanız için (size beyan eyledik). Allah, dünya nimeti ile böbürlenen kibirliyi sevmez." {Ei-Hadîd: 22-23)

Pratik Hayatta Kader İnancının Yararları

Hazreti Peygamber (a.s.) Müslümanların hayatlarının tüm işlerinde bu ruhu yaratmaya çalışıyordu; zira bu ahlâk ve fazileti derinden etkiler. Eğer insanların yüreklerinde bu fikir iyice kök salarsa, birçok büyük siyasi ve sosyal sorunlar kendiliğinden çözümlenir, hatta doğmaz bile. Örneğin, şu iki hadise bakın:

Hz. Ebu Hüreyre'nin bir rivayetine göre Resulullah şöyie buyurmuştur:

Bir kadın için, temettülerinde ve nazlarında başka birisi ortak olmasın ve nzık kasesi sadece kendisine kalsın gibi bir düşünce ile diğer kardeşi, yani kumasının boşanma talebin­de bulunması helâl değildir. Çünkü o zaten mukadder olanı alacaktır."

Diğer hadis-i şerif Ebu Said el-Hudri (r.a.) tarafından ri­vayet edilmiştir.

Buna göre bir gazvede Müslümanların eline birçok ca­riye geçti. Müslümanlar onlarla temettü etti (onlardan yarar­landı, onlarla yattı), ama çocuk olmasın diye "azl" eyledi. Sonra herkes Resulullah 'tan bunun hükmünü sordu. Resu-lullah olayı öğrendikten sonra, "Siz gerçekten böyle mi yapıyorsunuz?" diye sordu.

Aynı soruyu üç kez tekrarladı. Daha sonra şöyle buyur­du:

"Kıyamet gününe kadar doğacak olan çocuklar zaten doğacaktır."

Bu iki hadiste işaret edilen ilkeleri yayarak kendi yaşan­tımızla ilgili konularda uygulamaya başlarsak, dünyanın hu­zur ve sükûnunu bozan ekonomik çekişme ve mücadele düşünün ne kadar çabuk sona erecektir? Böyle bir durumda ne kimse kendi rızkının başkası tarafından gasp edildiğini düşünecek, ne kendi rızkını korumak için mücadele edecek, ne sermayeci ve işçi sorunu ortaya çıkacak ve nede çiftçi-toprak ağası kavgası çıkacak, ne Kruger ve Besil Zuharov ve ne de Lenin ve Stalin ortaya çıkacaktır. Ne ekonomik ve sosyal zorlukların halli İçin kürtaj veya aile planlamasına başvurulacak, ne de Allah'ın düzeninde reform yapılmaya çalışılacaktır.

Bu ve buna benzer sayısız ahlâki ve pratik yararlar İs­lâm'ın kaza ve kader öğretilerinden sağlanır ve zâten bu yararların elde edilmesi amaç edinilmişti. Ama talihsizliği­mize bakın ki, biz bunun pratik ve ahlâkî yönünü göz ardı edip bütün dikkatlerimizi felsefî yönüne çevirdik ve kafa ya­pımıza ve keyfimize göre halkın dilinden doğan felsefî me­seleleri Allah'ın ve Resulünün kelâmıyla çözümlemeye baş­ladık. Oysa ne Kur'an-ı Kerim bize doğaötesi öğretiler için indirilmişti ne de Hz. Muhammed'in (a.s.) bi'setinin gayesi onun bir felsefe profesörü gibi davranmasıydı. Ayrıca, Allah ve Resulü hiç bir zaman kendi yaşantılarımızın amelî işlerini bir yana bırakıp din ve dünyaya hiçbir yaran olmayan bu doğaötesi veya metafizik sorunlarla uğraşmamızdan hoş­lanmamıştı,

Çelişkinin Analizi

Bu temel ilkeyi gözünüzün önünde bulundurarak gelin şimdi şu soruyu cevaplamaya çalışalım Kur'an-ı Kerimin asıl kader meselesinden bahsetmeden önce diğer konularla da, bu konuyla ilgili olarak yaptığı bazı işaretler ve tesbitlerde gerçekten çelişkiler var mıdır?

Eğer bir şeyin çeşitli nedenlere bağlı olduğu söyleniyor­sa, çelişki, ancak sadece tek bir nedeni gösterildiği zaman söz konusu olur. Eğer o şeyin gerçekten çeşitli nedenleri ve gerekçeleri varsa, onu bazen bir nedene bazen de başka bir nedene bağlamak çelişki doğurmaz. Şimdi, meselâ, diyelim ki, biz bazen bir kâğıt parçasının suyla ıslandığını, bazen ateşle ve bazende toprakla ıslandığını söylüyoruz; böyle bir durumda ifademiz çelişkili olur. Çünkü bir kâğıdın ıslanma­sının sadece bir tek nedeni olabilir. Ama diyelim ki, biz bir ülkenin zaptedilmesinden bahsediyoruz. O zaman biz diye­biliriz ki, o ülkeyi filanca kral fethetti yahut falan general ve­ya komutan fethetti; aynı zamanda, o ülkenin fethini ilgili or­duya, devlete ve hatta ordudaki her askere mâl edebiliriz. Şimdi bu değişik ifadeler için tenakuz veya çelişki hükmü verilmez, zira fetih olayı bu nedenlerden hepsine veya tek bi­rine bağlanabilir.

Sonra eğer bir şeyde değişik illet veya nedenlerin etkileri öylesine birbirine karışmış ise, muhatabın aklı o nedenlerin her birinin etkisini ayrı ayrı belirleyemez veyahut böyle bir analiz veya hesabı anlayamazsa bu durumda mütekellim (konuşan) için en iyi yol genel olarak onu her nedene bağ­lamak olacaktır ve eğer muhatap herhangi bir yanlış anlama nedeniyle o şeyi sadece bir illete veya nedene bağlıyorsa, onu düzeltecektir örneğin, bu fetih olayını ele alalım. Bunda kral, başkomutan, ordu, devlet ve bireysel olarak her askerin güçleri bir araya gelmiştir, ama bunlar birbirine öylesine karışmıştır ki, biz herhangi bir analiz, hesap veya değerlen­dirme ile bu olayda her birinin ne kadar payı olduğunu sap-tayamayız. Dolayısıyla, en doğrusu, bu olayı genelde hep­sine mal etmek ve eğer bir kişi bunu sadece tek bir unsura maletmeye çalışıyorsa, onun bu hareketini düzeltmek ve yalanlamak olacaktır.

Aynı durum insanın fiilleri için de geçerlidir. Bir insan­dan sadır olan her fiilin çeşitli nedenleri olur ve bunun or­taya çıkması veya gerçekleşmesinde her nedenin bir payı olur. Örneğin, şu anda ben bir şeyler yazıyorum. Benim bu yazma fiilimin analiz edilmesi halinde bunda bir dizi neden­lerin bulunduğu görülecektir, örneğin, yazmak için benim iradem ve özgürlüğüm, bu iradeye göre zihnim ve bedeni­min tüm güçlerinin çalışması ve sınırsız ve hesapsız olan dış aüçlerin, ki bunların bir çoğunu ben de bilmiyorum, bana yardımcı olmaları.

Sonra bu nedenleri ayrı ayrı analiz edin. Şu anda bu fii­limin yardımcısı olan bu sayısız dış güçlerden hiçbirini ne ben yarattım ne sağladım ve ne de onları bana yardımcı ol­maları için mecbur kılacak gücüm vardır. Bunları yaratan Yüce Allah'tır ve onları öyle sağlamıştır ki, ben yazmaya ni­yetlendiğim zaman bütün bu güçler bana yardım etmeye başlar ve bana yardımcı olmadıkları zaman da ben bir şey yazamam.

Aynı şekilde kendime baktığım ve kendimi incelediğim zaman da şu gerçekleri, görüyorum: Benim varolmam, be­nim yaşamam, benim "ahsen-i takvim" üzerinde olmam, yazma işine katılan bedenimin organlarının sapasağlam olmaları, bende bu fiili yapmam için kullandığım doğal güç­lerin bulunması ve kafamda hafıza, tefekkür, ilim ve diğer bazı özelliklerin bulunması, bunların hiçbiri ne ustalığımın bir sonucudur ne de yetkilerimin içindedir,

Bunların hepsini Allahü Teala öyle yaratmıştır ki, ben yazmaya kalkışınca bütün bu şeyler bana yardımcı olur ve eğer bunlardan herhangi bir şey bana yardımcı olmazsa ben yazma işlerinde başarılı olamam.

Benim beğeni, irade ve yetkime gelince, bunun ger­çekten ne olduğunu da bilmiyorum. Benim önce sadece bazı dış etkenler ve bazı iç etkenlerle yazma isteğim doğu­yor. Sonra, bunu kayda geçirip geçirmeyeceğirni düşünüyo­rum. Sonra iki yönünü ölçtükten sonra yazma seçimini ya­pıyorum. Yazma işi kuvveden fiile geçerken organlarımı ha­reketlendiriyorum. Kısacası, yazma isteğimden başlayarak fiilen yazmaya başladığım an arasında geçen hiçbir şeyin yaratıcısı ben değilim. Hatta ben istek ve fiile başlama arasında kaç adet iç gücün bulunduğunu ve bu işte onların ne kadar paylan olduğunu da bilmiyorum. Ancak vicdanen kendimde şu hususu buluyorum ki, istek ile fiile başlama arasında benim fiili gerçekleştirme veya o fiili terketme ara­sında bir şeyi özgürce benimseyeceğim bir nokta kesinlikle vardır. Ve ben bir yönünü özgürce benimsedikten sonra kendimde, benimsediğim işe göre kendi iç imkânlarımı ve kaynaklarını ve dış nedenlerini kullanma gücünü hissediyo­rum. Ben bu yetki ve irade özgürlüğümü herhangi bir delile ispatiayamam. Ancak hiçbir delil benim veya herhangi bir insanın zihninden bu vicdanî duyguyu silemez, hatta aşırı cebirci olan kendi felsefi görüşü nedeniyle bunu ne kadar inkâr ederse etsin, bir kişinin vicdanı bile bu duygudan yok­sun değildir.

Bu bahsimizden anlaşılıyor ki, yazma fiilinde yer alan neden ve etkenler üç ayrı noktada toplanabilir:

1) Benim yazmaya niyetlenmemden önce oluşmaları gerekli olan iç ve dış nedenler dizisi.

2) Yazma kararını vermemle ilgili iradem.

3) Yazma fiilimin gerçekleşmesini mümkün kılan iç ve dış nedenler dizisi.

Bu üç dizi ile ilgili olarak yukarıda belirttiğimiz gibi, bi­rinci ve üçüncü dizide yer alan nedenleri Ailahü Teala sağ­lamıştır ve bunlardan hiçbiri üzerinde tasarrufum yoktur. Bu 'açıdan, benim yazma fiilim, bu hususta "inayetine" nail olduğum Allah'a malolacaktır. Ortadaki zincir halkasına ge­lince, bu bana malolacaktır, çünkü ben bir çeşit özgür irade ve yetkimi kullandım ve bir açıdan da, Allah'a malolacaktır, çünkü O kendi belirlediği sınırların içinde bende irade gücü yarattı ve benim özgürce yetkimi kullanmama imkân verdi.

Kendi başına bir hareketten başka bir şey olmayan mü­cerret veya soyut bir fiilin özü budur. Ancak insan fiilleri bazı izafî ve itibarî yönleriyle kendi içlerinde iki yöne sahiptir. Biri hayır ve diğeri şer yönü. Soyut fiile ne hayır ne de şer dam­gası vurulabilir. Ancak insanın niyeti onu iyi de yapabilir, kötü de. Örneğin, ben yolda yürürken bir altın sikke buluyo­rum ve alıyorum. Benim onu almam salt bir harekettir ve bu iyilik veya kötülükten yoksundur. Ama bunu kaldırırken ni­yetim, başka birinin malından haksız kazanç sağlamak ise bu serdir ve eğer niyetim, sahibini bulup ona geri vermek ise bu hayırdır. İlk durumda niyetime başka bir gücün tah­riki de katılmıştır ki buna "şeytan" adı verilebilir. Benim bu fiilim üç nedene bağlanabilir: (1) Allah'a, (2) Şeytana ve (3) Kendime. İkinci durumda bu fiil iki nedene bağlanabilir: (1) Allah'a, (2) Kendime.

Bu gösteriyor ki, biz her insanî hareketi iki veya üç illete bağlayabiliriz, ama bu harekette bu illetlerin etkilerinin hangi oranda olduğunu biz hiçbir şekilde anlayamayız, özellikle, bu hesap bu bakımdan daha da karışık hale gelir: Bu etkile­rin oranı tüm insanların fiillerinde aynı değil, aksine her in­sanın fiilinde farklıdır. Zira her insanın içinde onun özgür yetkisi ve çaresizliklerinin oranları değişik olur. Bazıları Al­lah'tan müthiş bir fark etme gücü, daha doğru karar yete­neği, melekliğe doğru daha çok meyil ve şeytanî vesveselere karşı daha çok dirençle verilmiş ve bazılarında bu özellikler daha az miktardadır. Her insanda değişik oranda olan bu çok ve az özellikler, fiillerindeki kişisel sorumluluğun az veya çok olmasına neden olur. Böyle bir durumda fiillerde, ge­nellikle tüm insanî fiillerde insan, Allah ve Şeytanın etkileri­nin aynı oranda olduğunu söylemek mümkün değildir.

O halde, yukarıda işaret edildiği gibi, insanî fiillerin bu nedenlere bağlı olduğunu söylemenin en iyi şekli, onları aynı zamanda genellikle tüm nedenlere bağlamak yahut, bazen birine bazende diğerine bağlamaktan başka bir çare yoktur ve eğer bir kişi yanlışlıkla onları sadece bir nedene bağlayıp diğer nedenleri görmezlikten geliyorsa, düzeltilmeli ve lanlanmahdır.

İşte tam bu yöntem Kur 'an-ı Kerim tarafından benim­senmiştir. Eğer siz Kur'an-i Kerim 'de cebir ve kader meşe-iesine yapılan atıfları incelerseniz, onları şu başlıklar altında toplayabilirsiniz:

1) Tüm İşlerin Allah-Ü Teala'ya Bağlanması

"Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu, Allah katındandır" der­ler. Şayet onlara bir fenalık dokunsa: "Bu senin yüzünden-^ dir" derler. De ki: "Hepsi Allah tarafındandır." (Nisa: 78)

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa kendisinden başka onu giderici yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa işte o, her şeye kadirdir." (H-En'am: 17)

"Allah dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir. O, her şeye galiptir, hükmünde hikmet sahibidir."(İbrahim: 4)

"Hiçbir dişi hamile kalmaz ve doğurmaz ki, Allah onu bilmesin. Kendisine Ömür verilenin ömrünün artması veya­hut eksiltilmesi muhakkak bir kitaba yazılıdır." (Fatır: ıi)

"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğinin rız­kını yayar (dilediğininkini de) kısar. O her şeyi bilendir." (Eş-Şura: 12)

"Eğer Allah, kullarına rızkını bollaştırsaydı yeryüzünde azıp taşkınlık ederlerdi. Fakat O, istediği miktarı indirir. Şüp­hesiz O, kullarının bütün hallerinden haberdardır. Her şeyi görendir." (Eş-Şura:27)

2) İyi Fiilin, Kula Bağlanması

"Doğrusu, hiç bir günahkâr, diğerinin günahını yüklen­mez. İnsan için, ancak çalıştığı vardır." (En-Necm: 38-39)

"Allah bir kişiyi ancak gücünün yettiği kadarı ile mü­kellef kılar. Herkesin kazandığı lehine, yaptığı (kötülük) ken­di aleyhinedir." (Ei-Bakara: 286)

"İste bu (ayetler) birer öğüttür. Artık isteyen, Rabbine bir yol tutar." (El-Muzemmil: 19)

3) İyi Fiilin Kula Bağlanması

"İman edip amel-i salih işleyenlere mükafatlan tasta­mam verilir. Allah zalimleri sevmez.1' (âi-i İmran: 57)

"Sen yine deT Kendisini görmeden Allah'tan korkan ve namaz kılanları ikaz etmeye devam et. Kim temizliği seçiyor­sa kendisi için seçiyor. Her şey Allah'a dönücüdür." (Fatır:i8)

"Doğrusu, doğruluğu getiren ve doğruluğu kabul eden-Ilr takvaya erenlerdir." (Ez-Zümer: 33)

Rabbimiz AllahV deyip de sonra bunda doğruluğa

4) Kötü Fiilin Allah'a Bağlanması

"Siz, Allah'ın şaşırttığını hidayet etmek mi istersiniz? Al­lah'ın saptırdığını hidayete yol yoktur." (En-Nisa: 88)

"Allah'ın fitneye düşmesini istediği kimseyi azaptan kur­tarmak için elinde bir şey yoktur. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemesini murad etmedikleridir." (B-Maide: 4i)

"Allah dalâlete düşürmek istediğinin kalbini de öyle dar ve kasvetli eder ki, iman ona göğe çıkmak kadar zor gelir. İşte böylece iman etmeyenleri Allah, murdar azap ile azaplandinr." (El-En'am: 125)

"Onu anlamamaları için kalpleri üzerine örtü koyar ve kulaklarına ağırlık veririz. Kur'an'da tek (eşsiz) olarak Rabbini andığın vakit senden nefretle arkalarına dönüp giderler." (El- İsra: 46)

5) Kötü Fiilin Şeytan'a Bağlanması

"Şeytan sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin hayasızlığı ediyor" (Bakara: 268)

emrediyor." (Bakara: 268)

"Şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir. Böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur." (Nemi: 24)

6) Kötü Fiilin Kullara Maledilmesi

"Sana isabet eden her kötülük kendindendir."(En-Nisa: 79)

"Hakkı tanımayanları azapla korkutsan da, korkutmaz­san da birdir. Onlar iman etmezler." (El-Bakara: 6)

"İnkar edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, Onlar cehennemliktir, onlar orada ebedi kalırlar," (Bakara: 39)

"Semûd kavmine gelince: Onlara da, doğru yolu gös­terdik. Onlar körlüğü hidayete tercih ettiler. Amellerinin ce­zası olarak onları şiddetli sayha yakalayıp helak etti." (Fussilet:

"Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin. Muhakkak siz yaptı­ğınız şeylerin cezasını çekeceksiniz." (Et-Tahrim: 7)

"Hayır, öyle değil. Bilakis, siz yetime ikram etmezsiniz. Fakirleri doyurmak için birbirinizi teşvik ve terğib etmezsi­niz." (EI-Fecr: 17-18)

"Kim de bir zerre ağırlığınca şerr işlerse onu (cezasını) görür." (Ez-Züzâi: 8)

7) Hayrın Başlangıcı İnsandan Ve Tamamlanması Allah'tandır

"De ki: "Şüphesiz, Allah dilediğini dalâlete düşürür, gönlünü kendine çevirdiklerini dedoğru yola iletir."(Er-RaTd: 27)

8) Şerrin başlangıcı insandan, tamamlanması da Allah'tandır

"Kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygam­bere meşakkat veren ve Müslümanların yolundan başka yo­la giden kimseye sevdiğini (döndüğü sapıklığı) veririz." (En-Nisa 115) [38][38]

9) İnsanın Kendi Günahının Sorumluluğunu Allah'a Yükleyip Kurtulmaya Çalışırken Yalanlanmıştır

"Eğer Rahman dileseydi, onlara (meleklere) tapmazdık" dediler. Onların bu konuda hiçbir bilgisi yok. Onlar yalan söylüyorlar" (Ez-Zuhruf: 20)

"Müşrikler fena bir iş işlediklerinde: "Babalarımızı bu­nun üzerinde bulduk. Allah, bizi bununla emretti" derler. De ki: "Allah hiç bir zaman kötülüğü emretmez. Allah üzerine bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?" (H-A'raf: 28)

10) Ve Ne Zaman Ki İnsan Her Şeyi Kendine Mal Etmeye Çalıştı Ve "Takdir-İ İlâhf'yi İnkâr Etti, O Zaman Da Yalanlandı

"Ve eğer bize bu işte bir şey olsaydı burada (savaş ala­nında) Öldürüimezdik" derler. De ki:"Eğer siz evlerinizde kal­mış olsaydınız bile ölecekleri yazılmış olanlar, öldürülüp, dü­şecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi." (ai-i imran: 154)

Gerçeğin Üzerindeki Örtünün Kaldırılması

Yukarıdaki bahis, Kur'an-ı Kerim de Cebir ve Kader me­selesiyle ilgili olarak çeşitli vesilelerle yapılan işaretlerde as­lında bir çelişki veya tutarsızlığın olmadığını ortaya koymak­tadır. Ancak şu husus henüz açıklık kazanmamıştır: Mah-lûkatlar âleminde insan belli bir ayıracalığa mı sahiptir ki, bir yandan, tüm varlıklar gibi Allah'a bağlıdır, İlahi kanunlara esirdir ve çaresizdir ve diğer yandan, kendi fiilleri bakımın­dan özgürdür, kendi yaptıklarından sorumludur, kendi hare­ket ve davranışlarından dolayı hesap vermek zorundadır ve ceza veya ödüle layıktır? Ayrıca, eğer insanın hali buysa ve hayatı cebir ve özgürlüklerin birbiriyle acayip bir karışıklık içinde ise adaletin sağlanması mümkün mü dür? Bu nasıl bir düzendir? Zira gerçek adaleti sağlamak ve ceza veya ödülle ilgili karar vermek, insanın kendi fiilleri için ne kadar sorumlu olduğunun tesbitini yapabilmek araştırılmadan mümkün değildir. Sorumluluk belirlenmeden bir insanın fiil­lerinde özgür iradesinin ve yetkisinin payının ne kadar ol­duğu saptanamaz. İşte bu meseleyi tetkik ederken Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda bunun öylesine doyurucu cevabını buluruz ki, dünyanın hiçbir kitabında veya insan fen ve bili­minde bulmak mümkün değildir.

Mahlûkat Veya Yaratıklarda İnsanın Seçkin Konumu

Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz ki, insanın doğuşundan önce dünyada var olan yaratıkların ne kadar çeşidi varsa, onların hepsi kendi doğaları açısından itaatkârdı.8 Onlara yetki ve irade gücü hiç verilmemişti. Onların işi, sadece kendilerine verilen görevi bir yasa ve düzen çerçevesinde zerre kadar itaatsizlik etmeden yerine getirmekti. Bu yara­tıkların en üstünü meleklerdi ki, haklarındaki İlahi buyruk şöyledir:

"Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeye karşı isyan et­mezler. Kendilerine emrolunan şeyi yaparlar." (Et-Tahrim: 6)

Aynı şey, uzaydaki muhteşem varlıklar ve cisimler için de geçerliydi:

"Güneş kendi karargâhında yürür. Bu, gâlib, kadir ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Aya da menziller takdir ettik. Nihayet o bunlardan geçerek kuru hurma dalı gibi olur. Güneş aya yetişemez. Gece de gündüzü geçemez. Hepsi bi­rer felekte yüzerler." (Yasin: 38-40)

Bu kuraldan, burada bahsedilmeyen sadece cinler müstesnadır. Kur'an'-dan Öğrendiğimize göre cinlerin yaşantılarında da cebir ve ihtiyar birbirine tanşmış durumdadır ve amellerinin bir bölümünde özgür ve sorumludur­lar. Ancak, hangi özelliklerden dolayı insan yeryüzünün halifesi seçilmişse, cinler onlara sahip değildir.

Yer ve göğün diğer yaratıkları da aynı durumda idi:

"Hepsi O'na boyun eğicidirler." (Er-Rûm: 26)

"O'na ibadetten asla kibirlenip usanmazlar. Gece ve gündüz teşbih ederek bundan usanmazlar." (Ei-Enbiyâ: 19-20)

Sonra Cenab-ı Hak yarattığı mahlukâttan birine o za­mana kadar kimseye vermediği emaneti vermek istedi. Ve gökler ve yerin mahlukâttan her birine o emaneti sundu, ama hepsi bir ağızla bu hususta kendi beceriksizlik ve ta­hammülsüzlüklerini belirterek emaneti kabul etmeyeceğini bildirdi. Nihayet, Allahü Teala yaratıklarının en modern serisi oian insana aynı teklifte bulundu. İnsan, başka mahlûkların kabul etmeye cesaret edemediği bu emaneti hemen kabul etti. :

"Biz emaneti göklere, yer ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Bundan endişe ettiler. O e-maneti insan yüklendi. Çünkü o, nefsine zulümkâr ve çok cahildir. (Çünkü bu kadar ağır yükün sorumluluğunu bil­mez)." (EI-Ahzab: 72)

Bu emanet ne idi? Allahü Tealanın sıfat, ilim, kudret, yetki, irade ve egemenliğinin yansıması ki o zamana kadar

başka hiçbir yaratığa verilmemişti. Ne uzaydaki cisimlere, ne dağlara, ne de dünyadaki herhangi bir mahlûka. Sadece insan kendi doğası açısından böylesine bir yansımayı kabul-lenebilirdi. Nitekim bu yükü kabul etti ve bu nedenle, Al­lah'ın hilâfeti ve naipliği veya vekâletine nail oldu:

"Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi." (Bakara: 30)

Bu emaneti taşıyan yeryüzünün bu halifesini diğer yara­tıklardan üstün kılan özelliği, doğası itibarıyla itaatkâr olarak yaratılmamasıydı.9 Diğer bütün mahlûkat gibi küllî nizama, kanun ve diğer İlahî hudutlara bağlı kılınmasına rağmen ona öyle bir güç ve yetenek verilmiştir ki, bununla, diğer yara­tıkların tersine belli bir daire içinde zorunlu itaatten özgür olup boyun eğmek veya baş kaldırma serbestisine sahiptir. Bu öyle bir farktır ki, İlâhi Kelâm üzerine kafa yoran biri açıkça görebilir. Kur 'an-ı Kerim'de insanın dışında hiçbir yaratık göremezsiniz ki, kendisine itaat ve isyan, bağlılık ve itaatsizlik, Allah'ın hududuna uymak veya onları aşmak gibi hususlara atıf yapılmış olsun ve itaat yüzünden ödüle ve itaatsizlik nedeniyle cezaya layık olduğu belirtilmiş olsun. Sadece insan hakkında şu ifadelere yer verilmiştir:

«dil "Allah'ın koymuş olduğu sınırları çiğneyenler, zâlimlerin tâ kendileridir." (Bakara: 229)

Bu husus çeşitli ayetlerde dile getirilmiştir: (Yunus: 99 ve En'am: 107) v.s, öu da Allahın insanı zorla şirkten alıkoymak ve imana mecbur etmek iste­mediğini göstermektedir.

"Ve Rablerinin emrinden asi olarak çıktılar." (Ei-A'raf: 77)

"Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi iman İSderdİ." (Yunus: 99)

Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı." (En'am: 107)

"Tagût'un huzurunda muhakeme olunmayı isterler. Halbuki, onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı." (En-Nisa: 60}

"Onlar bize zulmetmediler. Fakat kendi nefislerine zul­mettiler." (El-A'raf: 160)

"Allah ve Resulüne itaat edeni Allah, ağaçları altından akan Cennetlere koyar ki, orada ebedî kalırlar. Bu da büyük bir zaferdir. Allah ve Resulüne asî olup sınırlarını tecavüz edeni ebedî kalmak üzere Cehenneme sokar. Ona rezil edici azap vardır." (En-Nisa: 13-14)

Bu ve buna benzer ayetler gösteriyor ki, insanda, diğer bütün yaratıkların aksine öyle bir güç ve yetenek vardır ki, ona göre itaat veya itaatsizlik her ikisini yapabilir ve işte bu güç ve yeteneği yanlış ya da doğru kullanmasıyla felah veya hüsrana, ceza veya ödüle layık olur.

Hidâyet Ve Dalâlet

Kur'an-ı Azimüşşan bu meseleyi biraz daha açmaktadır. Diyor ki, Yüce Allah, insanın doğasında iyi ile kötü arasında ayırım yapma yeteneği bulundurmaktadır:

"Ona kötülüğünü ve takvasını ilham etti" (Eş-Şems: 8) Ona gerek iyi gerekse kötü yolu gösterdi:

"Ona iki yol gösterdik." (Ei-Beied: ıo)

Sonra kendisine istediği yolu seçme yetki ve serbestisi verdi:

"İsteyen onunla Rabbine bir yol tutar." (Ei-insan: 29)

"Öyle ise dinleyen iman etsin, dinleyen inkar etsin. "(Kehf:

Bir yandan insanı kandırmak ve kötü yola düşürmek için ezelî düşmanı şeytan vardır ki, ona kötü yolu süslü ola­rak gösterir ve doğru yoldan sapması için teşvik eder:

"İblis: "Ey Rabbim, beni azdırdığın şeye karşılık ben de yeryüzünde onlara fenalıkları süsleyeceğim ve hepsini azdı­racağım.7' (El-Hicr:39)

Ve diğer yandan insana doğru yolun, kötü yoldan daha iyi ve üstün olduğunu göstermeleri için:

"Peygamberleri kendilerine apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlık kitaplarla gelmişlerdi." (Fatm 25)

Böylece, insanın kendi içinde ve çevresinde değişik güçler ve etkenler olup, bazıları kötülüğe bazıları da iyiliğe doğru çekmektedir. Kendisine bu güç ve etkenler arasında ayırım yapma yeteneği verilmiştir. Kendi yolunu kendi bul­ması için gözler verilmiş, beğendiği yolda yüremesini sağla­yacak kuvvet ve kudrete sahip hale getirilmiştir. Kötülük yolunu seçtiği zaman Allahu Teala, yazgısına yazılmış olan tüm doğal ve dış güç ve yetenekleri kendisine bağlı kılar ve yolunu kolaylaştırır. Aynı şekilde, iyi yolu seçtiği zaman bu yoi da kendisine kolay kılınır;

"O halde, Allah yolunda mal verirse ve Allah'tan korka­rak iş yaparsa ve iyiliği tasdik ederse, biz de ona kolaylık ve rahatı müyesser kılarız. Amma, cimrilik edip kendisini müs­tağni görene, ve iyiliği tekzip edene güçlüğü ve rahatsızlığı müyesser eyleriz." (Ei-Ley|: 5-10)

Doğru yoldan sapan ve sapıklığı benimseyen bir kişinin vicdanında onu doğru yola davet etmeye devam eden İlahi bir güç yine varolur. Ancak kendi sapkınlığında ısrar etmesi halinde bu güç zayıflar ve dalâlet hastalığı iyice büyür:

"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah hastalıklarını artirdl." (Bakara: 10)

Ve öyle bir vakit gelir ki, bu güç yok olur, tamamen et­kisiz kalır ve o kişinin kalp, göz ve kulakları öylesine mühür­lenir ki, hak sözü anlayamaz, ışığı göremez, hak sesini dinle­yemez olur ve hidâyetin tüm yollan kendisine kapanır.

"Allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vur­muştur. Onların gözleri üzerinde de perde vardır ve onlar için büyük bir azap vardır.1' (Bakara: 7)

Ancak bu demek değildir ki, insan kuvveti, kudreti ve özgürlüğü sınırsızdır ve kendisine kadercilerin farzettiği bü-tün yetkiler verilmiştir. Asla. İnsana verilen yetki ve özgürlük, Yüce Allah'ın tedbir-i külli ve tedbir-i cüzî için belirlediği ka­nun ve kurallara bağlıdır, çünkü bütün bu evren ve varlıklar dünyası onlara göre işlemekte ve ayakta durmaktadır. Ev­renin düzeninde insanın gücü ve manevi, psikolojik ve be­densel güçleri için Allah'ın belirlediği sınırlan kendisi zerre kadar geçme gücüne sahip değildir. Demek ki, bu gerçek olduğu gibi duruyor:

"Gerçekten biz her şeyi bir takdirle yarattık."(Ei-Kamer: 49)

"Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir kader tayin etmiştir." (Et-Taiâfc 3)

"O, bütün kulları üzerinde kahirdir," (Ei-En'am: 18)

Adalet, Ceza Ve Ödül

İşte bu noktada gerçek adaleti sağlayanın Allah'tan baş­ka kimsenin olmadığı da kesinleşmiş oluyor. Çünkü, insa­noğlunun yetki ve özgürlüğe sahip olduğu sınırlar Allah ta­rafından belirlenmiştir ve ancak Allah, insanın amellerinde yetkisi ve özgürlüğünün payının ne olduğunu biliyor. Allah'ın insanın yetki ve özgürlüğünü sınırladığı çerçeve veya hudu­dun iki türü vardır: Birincisi, genellikle tüm insanoğlu için belirlenen hudüd, ikincisi, herkes için ayrı ayrı tayin edilen hudud. İlk tür hudud, kendi nitelikleri bakımından tüm insan ırkının yetki ve özgürlüklerini sınırlandırır. İkinci tür hudud ise herkesin durumuna göre değişir. Bu nedenle, bunlara göre her kişinin yaşamında yetkileri ve mecburiyetinin oran­ları farklıdır. İnsanın kendi amellerinden sorumlu olması ve sorumluluğu açısından ceza veya ödül alması, herkesin ken­di fiillerinde kullandığı orana bağlıdır ve bu öyle bir şeydir ki, bunu zerre kadar eksik veya fazlalıkla tartmak, değerlendir­mek ve ölçmek dünyanın hiçbir yargıç veya hakimi için mümkün değildir. Bu muhasebe, muhakeme ve değerlen­dirmeyi sadece Fâtır-üs Semavât ve'l-ard yapabilir ve ancak O, kıyamet gününde mahkemesini kuracaktır. İşte bu nok­taya Allah'ın kelâmında çeşitli yerlerde işaret edilmiştir:

"O gün tartmak haktır. Terazisi ağır gelenler felah bu­lanlardır. Tartısı hafif gelenler de ayetlerimize küfr ile zulme­der oldukları için kendilerine yazık edenlerdir" (Ei-A'raf: 8-9)

"Muhakkak ki, onların dönüşleri bizedir. Sonra onlanıjı hesaplarını görmek bize aittir." (Gaşiye: 25-26)

"Bir zerre ağırlığında hayır işleyen onu (mükâfatını) gö| rür. Kim de bir zerre ağırlığınca şer işlerse onu (cezasını görür." (Ez-Zilzâl: 7-8)

Kur 'an- i Kerim, cebir ve kader meselesini ancak bı| kadar aydınlatır ve bu fizik ile etik bilimlerinde yer alan so-j runlar ile düğümleri çözümler. Metafizik veya doğaötesi so runlara gelince ki, bunlarla felsefeciler ile ilahiyatçılar uğj raşmaktadır. Yani, Allah'ın bilgisi, kudreti, makdurâtı, irâdes ve muratları (amaçlan) arasındaki ilişkiler ve O'nun eski bil­gileri, ezelî iradesi ve mutlak kudretinin yanında insanın naşı yetkili ve özgür irade sahibi olacağı gibi sorunlar, Kuran-, Kerim bunlardan sözetmemiştir, çünkü insan bunları anla-] tamaz.

Cebir Ve Kader

Kaderimiz önceden belirlenmiş midir? Başarılarımız, ba­şarısızlıklarımız, düşmemiz, kalkmamız, sapmamız ve dü­zelmemiz, rahatımız, sıkıntımız ve dünyada karşılaştığımız başka durumlarımızın belirlenmesi ve kararlaştırılması hiçbir payımız olmayan başka bir güç veya güçlerin aldığı kararla­rın sonucu mudur? Ve eğer böyle ise, biz tamamen mecbur ve çaresiz miyiz? Biz dünyada başkalarının oynattığı kuklalar gibi miyiz? Biz daha önceden yapılmış planın bir parçası mıyız? Ya da, herkesin rolü daha önceden belirlenmiş dünya sahnesindeki aktörleri miyiz?

Bu sorular, herhangi bir zaman dünya ve insan konu­sunda kafa yoran herkesin kafasını kurcalar. Filozof, bilim adamı, tarihçi, hukukçu, toplum, ahlâk ve dinle ilgili sorun­larla uğraşanların yanı sıra alelade insanların da bu düğümü çözmek için beyinlerini patlatmaları gerekir. Çünkü herkes bu noktaya gelince birden bire duruverir, daha ileriye, gi­demez ve doğru ya da yanlış tatmin edici bir cevap veya çö­züm ister.

Bu sorulan sadece bir "evet" veya "hayır'le cevaplamak istiyorsanız cevaplayın; belki de, bununla tatmin olursunuz. Ancak "evet" deyin ya da "hayır", her iki durumda da sayısız sorular ortaya çıkar ki, bunları sizin "evet "veya "hayır"mızın cevaplaması mümkün değildir.

Eğer "evet" diyorsanız, o zaman şunu da kabul etmelisi­niz ki, taş, demir, ağaç, hayvan ve insan hiçbirinde gerçek bir fark yoktur. Hepsi gibi insan da kendisinin yapması ge­rekeni yapıyor ve kendisi için ne planlanmışsa ona göre hareket ediyor. Ne kendisi ne de onlar herhangi bir özgürlük ve yetkiye sahipler. Bir arının kovan yapması ve bir insanın demiryolu yapması arasında belki de derece farkı olabilir, ama nitelik bakımından herhangi bir fark yoktur. Zira, on­lara kovan ve demiryolu yaptıran başkasıdır. Her ikisi icat etme şerefinden yoksundur. Bundan sonra şunu da kabul etmelisiniz ki, dünyanın diğer eşyası gibi, insan da kendi fiillerinden sorumlu değildir. Bir insanın iyi amel işlemesi ve bir motorun iyi çalışması aynıdır. Bir kişinin bir suç işlemesi veya rezalet çıkarması bir dikiş makinasının kötü dikiş yap­ması da aynıdır. Ve durum böyle iken nasıl ki, "dürüst mo­tor", "haylaz dikiş makinası", "inançlı makina", "ahlaksız çark" gibi ifadeler kullanmazsınız, bir insana da dürüst, hay­laz, inançlı, hilekâr veya ahlâksız gibi sıfatlar yakıştıramaz­sınız. Veya bu gibi tanımlar kullanıyorsanız (ki, bu hareke­tinizi de siz kendiniz yapmıyorsunuz, size yaptırılıyor), şunu anlayın ki, bunlar boş laflardır.

Sonra mesele bununla bitmiyor. Dinimiz, ahlâkımız, ya­salarımız, adli sistemimiz, polisimiz, hapishanelerimiz ve suçlarla ilgili soruşturma yapan müesseselerimiz, okulları­mız, eğitim kurumlarımız ve ıslah yerlerimiz hepsi yararsız ve anlamsız hale gelir. Gerçi bütün bu işler yürüyecek, bunların hiçbiri kapanmayacaktır, çünkü sizin görüşünüze göre bü­tün bu aktörler dünya sahnesinde kendileri için biçilen rolleri oynayacaktır. Ama gayet tabii ki, camilerde namaz kılanlar,; tapmaklarda putlara tapanlar, mahkemelerin yargıçları ve hırsızlık ile haydutluk yapanların hepsi hepsi sadece birer aktör haline gelir ve ibadet yerlerinden kumarhanelere ve hapishanelere kadar her şey büyük bir piyesin değişik perde ve aksesuarları oluverirse, demek ki, insanın tüm dini ve ahJ lâki yaşantısı sırf bir oyun veya gösteridir. Gecenin sessiz­liğinde huşu ile ibadet eden ile birinin evini soymaya çalışan ikisi de bu oyunda kendilerine verilen rolleri oynamaktadır. İkisi arasında, rejisörün birine ibadet eden kişi ve diğerine hırsız rolünü vermesinin dışında bir fark yoktur. Mahkeme­mizde hakim ne kadar ciddiyetle davaya bakıyor ve kendine göre adaleti sağlamak için ne kadar çaba harcıyorsa harca­sın, sizin görüşünüze göre onlar iddia ve savunma makamı ve sanık olup hepsi aktördür ve zavallılar, orada sadece bir oyun oynanırken gerçekten bir mahkemenin çalıştığını ve adaletin yerini bulacağını sanıyorlar. İşte, benim ilk sorula­rıma "evet" diye cevap vermenizin sonucu budur;

Peki, şimdi bu sorularıma "hayır" cevabı mı vereceksi­niz? Ama burada da bir zorluk var. Bu sorun, sadece bir "hayır" cevabıyla çözümlenecek gibi değildir. Mesele burada bitmeyecektir ve bununla sizin birçok gerçekleri yok sayma­nız gerekecektir, örneğin, insanın kaderinin önceden belir­lenmediği ve kaderin bir dış gücünün kararıyla oluşmadığını söylediğiniz zaman, herhalde olumsuz cevabınızın anlamı insanın kendi kaderini kendi belirlemesi olmalıdır. Yani ka­derinin ve kısmetinin kendi irade ve çabalarıyla oluştuğunu ima ediyorsunuz.

Bunun üzerine ilk soru olarak, bu ifadenizde "insan"dan neyi kastettiğiniz sorusu akla gelebilir. Bireyler mi yoksa, toplum veya ulus dediğimiz insanların büyük bir grubu mu? Yoksa, tüm insanlık mı? Eğer demek istediğiniz her insanın kendi kaderini kendi yaptığıysa, kaderi oluşturan şeylere bir göz atın ve söyleyin, insan bunların hangisi üzerinde tasarruf sahibidir? Kaderin oluşturulması için ilk gereken unsurlar arasında insanın organları, zihinsel ve bedensel güç ve yete-nekleri ve ahlâki özellikleridir. Bunların iyi ve yerinde olması, bozulması, dengeli ve dengesiz oiuşundaki azalma ve çoğal­ma kaderini kesin bir biçimde etkiler. Ancak bütün bu şey­leri insan anne karnından alarak dünyaya gelir ve bugüne kadar kendi planı, programı ve seçimiyle kendini oluştura­rak dünyaya gelen tek bir kişi olmamıştır. Ayrıca, bir kişinin kaderinin oluşması veya bozulmasında, her insanın kendi atalarından miras aldığı pek çok etkenler rol oynar. Sonra, hangi aile, toplum, sınıf, millet veya ülkede doğmuşsa, onla­rın zihinsel, ahlakî, sosyal, ekonomik ve siyasal durumlarının pek çok etkileri dünyaya adım attığı zaman onu her taraftan sanverir. Bütün bu şeyler insanın kaderinin yapımında rol oynar. Şimdi, ırkını ve çevreyi kendi beğenisi ve seçimiyle belirleyen ve bunlardan her birinin etkilerini ne ölçüde kabul veya reddedeceğine karar veren bir kişi var mıdır? Aynı şe­kilde, insanın kaderini dünyanın birçok olayı ve rastlantıları da iyi veya kötü şekilde etkiler. Deprem, sel, kıtlık, hava, hastalıklar, savaşlar, ekonomik çalkantılar ve tesadüfi geliş­meler çoğu kez insanların tüm hayatlarının akışlarını değişti­rir ve yaptıkları bütün hesap ve planlarını altüsteder; oysa bu hesaplar ve planlar çok düşünülerek, taşınarak ve büyük çabalarla kendi rahatlık ve başarıları için hazırlanır. Ve bu­nun tam aksine, sık sık benzeri rastlantılar bir insanı anında öyle başarılara ulaştırır ki, elde edilmelerinde aslında kendi çabalarının payı çok az olur. Bunlar öyle belirgin gerçekler­dir ki, bunları inkâr etmek için inatçılık, hatta küstahlık ge­rekir. O halde, insanın kendi kaderini kendisinin yaptığı nasıl kabul edilebilir?

Şimdi eğer siz iddianızı değiştirip diyorsanız ki, bireyler değil, uluslar ve topluluklar kendi kaderini kendi çizer. O zaman bu da kabul edilecek bir husus değildir, Her ulusun kaderini oluşturan nedenler arasında ırksal özellikler, tarihi etkiler, coğrafi durumlar, doğal sorunlar ve uluslararası or­tam yer alır. Ve dünyanın hiçbir milleti bu nedenlerin dışına çıkıp kendi kaderini istediği gibi yapma gücüne sahip değil­dir. Ayrıca, yeryüzü ve göklerin düzeninin bağlı olduğu ve içine girmek söyle dursun, tam olarak bilinmesi de hiçbir ulusun gücünün yetmediği doğa yasası, ulusların kaderlerini öyle etkiler ki, bunları hiçbir millet veya topluluk durduramaz ve bunlardan kurtulamaz. Bu yasa geri planda işleyip durur ve bazen aniden ve bazen aşamalı olarak işleyişinden öyle sonuçlar doğar ki, bunlar yükselmekte olan ulusları alçaltir ve düşmekte olan milletleri yükseltir. İnsanın elinden tama­men uzakta olan nedenlerin durumu budur. Ne var ki, görü­nürde insanın elinde olan nedenler de iyice incelendiğinde umut verici bir sonuç vermez. Bir milletin kaderinin oluşma­sı, daha doğrusu düzelmesi daha çok uygun bir lider kadro­suna sahip olmasına, bu liderlikten yeterince yararlanması için elverişli nitelik ve özelliklere sahip çok sayıda bireylerinin varolmasına bağlıdır. Ancak bir milletin bu her iki şeyi elde etmesi için serbestçe kendi iradesi ve seçimini kullandığına ilişkin herhangi bir kayıda ne tarihte rastlıyoruz ne de gü­nümüzde bir örneğini görüyoruz. Bizim gördüğümüz sadece budur: Bir ulus yükselme noktasına geldiği zaman iyi bir lider kadrosuna sahip olur ve bu liderliğin başarılı olması için gereken nitelik ve özellikleri de kazanır. Ve aynı ulus çökmeye başlayınca, ondaki liderlik ve takipçilik gibi iki ye­tenek öyle kayıp olur ki, hiçbir sempatizanı onları geri geti­remez. Milletlerin tarihindeki bu iniş ve çıkışların hangi kanu­na bağlı olduğu ve o kanunun ne olduğu hakkında hiçbir bilgimiz yoktur.

Şimdi, siz milletleri bıraksp bütün insan irkıyla ilgili olarak mı hükmünüzü vereceksiniz ki, bu kendi kaderini kendi çizer? Ama bunu söylemek daha da zordur. Nesillere ve milletlere bölünmüş, ülkelere dağılmış, sayısız uygarlık ve kültürlere burünmüş ve yine sayısız dil ve lehçeler konuşan insan ırkiyla ilgili olarak eğer bir kişi, onun toplu bir iradeye sahip olduğunu, bu iradeye göre çok düşünerek taşınarak kendi kaderini, kısmetini belirlediğini varsayıyorsa, aslında aslında çok acayip bir varsa­yımda bulunduğu söylenebilir. İnsanoğlu gerçekten kendi ge­lişme takvimini kendi mi hazırlamıştı? Yani, falan döneme ka­dar taş aletlerini kullanacağına, fıian çağa kadar demir ve ateşi kullanmaya başlayacağına, filanca aşamaya kadar İnsanî ve hayvanı güç kullanacağına ve sonra makinelerin gücüne güve­neceğine, filanca yüzyıla kadar kompassız teknelerle yolculuk edeceğine, daha sonra, kendi yönünü belirlemek için kompas kullanmaya başlayacağına kendi mi karar vermişti? Sonra, Afri­ka, Amerika, Avrupa, Asya ve Avustralya 'daki değişik ulusların, yani kendi değişik bölgeleri için değişik kaderlerini belirieyen de insanoğlu mudur? Gayet tabii ki, böylesine garip iddialarda bulunmayı aklı başında bir kişi kafasından bile geçiremez.

Bundan sonra, sizin için, insanın kendi kaderini kendi be­lirler görüşünde kalmanızın hiçbir imkânı bulunmuyor. Çünkü ne bireylerin her biri, ne bireylerin bir grubu, ne bir ulus, ne de tüm insan ırkı kendi kaderinin sahibiyse, bu kaderin mülkiyeti hangi "insan"m payına düşecektir?

Gördünüz. Size ilk önce sorduğum soruların cevabı ne sa­dece "evet" ne sadece "hayır" biçiminde verilebilir. Gerçek bu ikisi arasındadır.

Bu akılalmaz evren düzenini sürdürmekte olan müthiş iradenin dışında dünyada hiçbir şey işleyemez, işe yaramaz; hatta, işlemesi ne demek, ayakta kalamaz, yaşayamaz. Ci­hanşümul bir plan var ve bu plan her şeyi ile dünyada ve uzayda işlenmektedir. Hiçbir kimsede bu planı, bu düzeni değiştirecek, buna karşı çıkacak, bunun dışına çıkacak veya bunu etkileyecek güç yoktur.

Sahip olduğumuz tüm bilimler, bilgiler, deneyimler, gözlemler hepsi kâinatın bu saltanatında başka kimsenin egemenliğine imkan olmadığını göstermektedir. Hangi dü­zenin ilke ve kuralları gökteki büyük kürelerin bir santim bile kaidelerinden oynamasına izin vermiyor, hangi güç dünya­nın belli bir yörüngede dönmesini zorunlu kılıyor hangi hü­kümet rüzgâr, su, ışık, sıcak ve soğuk üzerinde tam bir hâ­kimiyete sahip bulunuyor, hangi kudret insanın doğmasın­dan önce onun dünyada yaşamasını mümkün kılan imkân­lar ve ortam hazırlamış bulunuyor ve hangi gücün yetkileri, yaşamsal dengede en ufak bir değişiklik yapılması halinde tüm insan ırkının bir anda helak olması mukadder kılıyorsa, işte onun altında kalarak yaşayan insanın kendi kaderini istediği gibi yapma özgürlüğüne sahip olduğu tasavvur edi­lemez. Ancak, bizi bu dünyaya getiren, bize ilim, düşünce, görüş, irade ve karar yeteneği veren, bizde bazı yetkilere sahip olduğumuz hissini yaratan, bizde iyi ile kötüyü birbi­rinden ayırma yeteneği doğuran, bizim ahlâklı ve ahlâksız fiiler arasında ayırım yapma ve dünya işleriyle ilgili olarak belli bir tutum içine girme imkânını sağlayan gücün bütün bunları bizimle dalga geçmek için yaptığını düşünmemiz doğru değildir.

Biz bu evrenin hazırlanması ve işlenmesinde büyük bir cid­diyeti görüyoruz. Hiçbir yerde şaka, oyun veya alay görmü­yoruz. O halde, gerçek, vicdanen hepimizin hissetiği husustur. Yani, gerçekten biz burada sınırlı ölçüde bazı yetkilere sahibiz ve bu yetkilerin kullanımı açısından biz münasip derecede öz­gür de sayılırız. Bu özgürlük elde edilmiş değil, bağışlanmış bir özgürlüktür. Bunun miktarı nedir, sınırları nedir ve niteliği ne­dir? Bunu belirlemek zor, hatta imkânsızdır. Ancak bunun öz­gürlük olduğu inkâr edilemez. Evrenin cihanşümul planında bizim için seçilen konum, sınırlı bir ölçüde özgürce hareket eden bir aktörün rolüdür. Bizim için burada sahip olduğumuz özgürlük, ancak bu planda uygun görülen ve sığdırabilecek kadar özgürlük vardır. Ve biz, ahlaki açıdan aslında bize veril­miş olan özgürlük kadar sorumluyuz. Bizim ne kadar özgür olduğumuz ve yaptığımız işlerden ne kadar sorumlu olduğu­muz, bu her iki husus bizim bilgi alanımız dışındadır. Bunu an­cak kendi planında bize bu konuma layık gören güç bilebilir.

İşte dinimizin bu meselede benimsediği görüş budur. Dini­miz bir yandan Kaadir-i Mutlak olan Allah'a iman etmemizi ister ve bu da demektir ki, biz ve çevremizdeki bütün her şey ve evren Allah'a bağlıdır ve O'nun hâkimiyeti herkesi ve herşeyi kuşatmıştır. Diğer yandan, dinimiz bize ahlâk kavramlarını Öğ­retir, iyi ile kötü arasında ayırım yapmamızı sağlar ve falanca yolu seçtiğimizde kurtulacağımızı, filanca yolu benimsediği­mizde cezalandırılacağımızı anlatır. Bu husus, ancak bizim ger­çekten kendi hayat yolumuzu seçmekte özgür olmamız halinde tutarlı olabilir

Cebir ve Kader

Mevdudi