Nureddin Şirin

Nureddin Şirin

İster Milli Görüş, İster Bir Diğeri, Asıl Olan Ümmet Sorumluluğumuzdur

Saadet Partisi"nın son kongresinde Milli Görüş Lideri Sayın Necmeddin Erbakan"ın genel başkanlığa seçilmesinin Türkiye"nin siyasi hayatında ve İslam dünyasında Müslümanlar arasında taşıdığı önemi kısaca dile getirmeye çalışan yazımız üzerine, bazı kardeşlerimiz yine ağır itham ve hakaretlerde bulunmaya başladılar.

Dönüp dolaşıp hep aynı noktaya geliyoruz; bunun bizim literatürümüzdeki adı "ahde vefa"dır, diğer bir adı da "kadirşinaslık"tır.

Acaba biz Müslümanlar bir taraftan kendimizi "ümmet" olarak tanımlayıp diğer taraftan da, İslam ümmeti"nin izzet ve esenliği için, özgürlük ve bağımsızlığı için ilmi, siyasi, cihadi anlamda çaba sarf edenleri, bu uğurda mücadele edip ağır bedeller ödeyenleri, İslam ve Müslümanlara saldırıda sınır tanımayan güçler karşısında Müslümanların haklarını savunan ve batılın ortadan kalkması için bir ömür boyu çalışıp çabalayanları "takdir" etme ve onlar hakkında "kadirşinas" olma ahlakını ne zaman edineceğiz?

Bizler ümmet bilinci ve sorumluluğu ile hareket ederken, hangi kavim ve mezhepten, hangi belde ve diyardan olursa olsun, bu ümmetin bütün evladlarını kendimize kardeş bilmiyor muyuz? İslam Peygamberi Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v) bizlere kardeşlerimiz hakkında nasıl bir dil kullanacağımızı, huzurda veya gıyapta onlar hakkında nasıl bir tavır içinde olacağımızı bizlere öğretmiyor mu? Müslümanın Müslüman üzerinde olan haklarına riayet etmek, Üstad Bediüzzaman"ın ifadesiyle, hasenatı seyyiatına galip olanlar hakkında hüsn-ü zan içinde olmak İslam ahlak ve edebinin en önemli unsurlarından biri değil mi?

Bizler Velfecr sitesi ile ile birlikte ortaya koyduğumuz yayın politikasında, yayınladığımız haber, analiz ve röportajlarda mümkün olduğunca ümmetimizin fedakar ve mücadeleci şahsiyetleri, İslam dünyasının her bir yanında küfre, şirke, işgale ve zulme karşı verilen mücadeleleri bir kardeşlik şuuru içinde yansıtmaya çalışırken, bu kadirşinaslık ve vefa örnekliğini sergilemeye çalıştık, bu minval üzere de yayınımımızı sürdürmeye çalışacağız.

Saadet Partisi"ni desteklemiş olmamız, Erbakan Hoca"ya karşı sevgi ve minnet duygularımızı dile getirmemiz üzerine, bazı kardeşlerimiz "particilik" yaptığımızı, devrimci çizgiden saptığımızı, ilke ve değerlerimizi terk ettiğimizi, sonuçta "sistem içi mücadele" yöntemini meşrulaştırma gibi bir savrulmaya sürüklendiğimizi ileri sürüyorlar. Bazı kardeşlerimiz de, kinayeli bir şekilde artık bizim de herhangi bir seçimde "aday" olabileceğimizi söylüyorlar.

Öncelikle, şunu ifade etmemiz gerekir ki, ister Saadet Partisi"ni desteklemiş olmamız, ister Necmeddin Erbakan hocaya karşı sevgi ve kadirşinaslık duygularımızı izhar etmemiz, yıllar boyu savuna geldiğimiz ilke ve değerlerden, yürümeye azmettiğimiz mücadele hattından sapma ve savrulma anlamında değil, bilakis bu ilke ve değerlerin ve bu mücadele hattının omuzlarımıza yüklediği bir sorumluluktur.

İslam ümmeti her geçen zaman yeni süreçlerle, yeni merhale ve mücadele koşullarıyla yüzleşiyor. Bu süreçte bir çok "değişken"ler olduğu gibi, biz Müslümanlar için "sabiteler" de vardır; önemli olan bu sabitelerde sebat göstermek ve bunların ihya ve ikamesi için mücadelemizi genişletmek ve derinleştirmektir.

İslami mücadelede başvurulan yöntemler kendi içinde hem "değişken"liği hem de "sabite"leri barındırır. Yani İslami mücadele yönteminde "meşruiyet" sınırları, diğer bir ifadeyle "kırmızı çizgiler" olduğu gibi, diğer yandan da zamana, koşullara, ihtiyaçlara göre "değişkenlik" arz eden taktikleri bulunmaktadır.

Son yüz İslami hareketleri değerlendirecek olursak, bu iki boyutun canlı örnekleriyle karşılaşacağız.

Örneğin;

Balkanlar"da Yugoslavya"nın dağılma süreciyle birlikte, Slovekya ve Hrvatistan"ın ardından Bosna-Hersek"te de bilgeliği ile ümmetin iftiharı olan Merhum Aliye İzzetbegoviç"in önderliğinde bağımsız bir devlet sürecine girildi, ancak bu süreç Sırpların kanlı saldırıları ve katliamlarıyla karşılaşınca bildiğimiz savaş yaşandı.

Şimdi hemen hemen her bir Müslüman Merhum İzzetbegoviç"i takdirle, minnetle ve saygıyla anar. Peki, Merhum İzzetbegoviç Tito"nun diktatörlüğü döneminde dava arkadaşlarıyla birlikte "Müslüman Gençler" hareketini başlattığından itibaren mücadelesinde hangi merhaleleri sergiledi; onlar "İslam bildirgesi"ni yayınladıklarında "fundamentalist Müslüman" olarak tanımlanmışlar ve bundan dolayı hapis cezasına çarptırılmışlardı. Ancak, Yugoslovya"nın dağılma sürecinde İzzetbegoviç ve dava ardaşları "SDA"yı, yani "Demokratik Eylem Partisi"ni kurarak, hem yeni bir siyasi açılım hem de Sırplara karşı kararlı bir mücadelenin bayrağını açmışlardı.

Merhum İzzetbegoviç için "İslam Bildirgesi" yayınlamakla amaç ne idiyse, SDA"yı kurarak Bosna-Hersek"te siyasi bir parti çalışmasına girmesinin amacı da o idi. Yeni her ikisinde de aynı "sabite" varken, yöntem ve taktikte bir değişiklik olmuştu.

İzzetbegoviç Müslüman bir aydın ve düşünür idi, yazdığı kitaplardaki derinlik ve seviye kendisinin nasıl bir bilge şahsiyet olduğunu ortaya koyuyor. Ancak kendisi bir "alim" veya "fakih" değildi. Bir paradoks olarak, İzzetbegoviç ve dava arkadaşları Tito diktatörlüğü altında yiğitçe İslami mücadelenin bayrağı kaldırdıklarında, Gazi Hüsrev Begova adıyla bilinen ünlü Sarayova medresesindeki alimlerden pek de destek görmemişti. Bazı alim şahsiyetler İzzetbegoviç"in yanında yer alsa da, bu hareket genel anlamıyla, bir "Müslüman aydınlar hareketi" idi. Nitekim Merhum İzzetbegoviç kendisiye yapılan bir röportajda, Bosna"daki medreselerin İslami mücadeleye istenilen desteği vermemesinden yakınan ifadeler kullanmıştı. Tunuslu İslami hareket lideri ve mütefekkir Raşid el Gannuşi de, İslam dünyasındaki hareketlerin büyük bir kısmını "dindaraydınlar hareketi" olarak tanımlar.

Şimdi eğer, Türkiye"de "demokratik Eylem Partisi" diye bir parti kurulsa ve bu parti çatısı altında İslami mücadele verilmeye kalkışılsa, kuşkusuz ki bazı kardeşlerimiz bu hareketi baştan "şirk" olarak tanımlama hususunda pervasız davranacaklardır. Belki denilebilir ki, Bosna-Hersek"in siyasi ve demografik koşulları ile Türkiye koşulları aynı değil.

1993 yılında savaş döneminde Sarayova"da bulunduğumuz sırada, İzzetbegoviç"in hareketine bağlı "Bosna Hersek Müslüman Aydın ve Entellektüeller Birliği"ni ziyaret etmiş ve onlara Bosna Hersek"in siyasi geleceği noktasındaki projelerinin ne olduğunu, bu cümleden olmak üzere, Bosna"da bir İslam devleti"nin nasıl kurulabileceğini sorduğumuzda aldığımız cevap şu olmuştu:

"Müslüman olarak herkesin hedefi bir İslam devletinin çatısı altında yaşamak ve böyle bir devletin kurulması için çalışmak ve mücadele etmektir. Ancak Bosna-Hersek koşullarında bizim İslam devleti kurma gibi bir hedefimiz yoktur; çünkü böyle bir hedefi gerçekleştirmenin objektif koşulları, imkanları ve zemini bulunmuyor. Bizim hedefimiz Avrupa"nın bu bölgesinde Müslüman halkın varlığını, kimliğini, inançlarını ve değerlerini koruma altına almak; toplumun İslam"a yönelmesini, İslami değerlerle buluşmasını sağlamak ve İslam"ın varlığını Avrupa"da güçlendirmektir"

Şimdi biz kalkıp bu kardeşlerimize, "Allah"ın indirdikleriyle hükmetmek" gibi bir görevden mi kaçıyorsunuz? Halbuki Müslüman bir kişi bile kalsa İslam"ı egemen kılma davasını terk edemez" mi diyeceğiz?

Biz sonuçta, genelde batı emperyalizminin, özelde de Tito diktatörlüğü ve Sırp saldırganlığının İslam"ı bütünüyle Balkanlardan söküp atmak için sürdürdükleri zulüm, ilhad, baskı, işkence, saldırı ve katliamları karşısında, Merhum İzzetbegoviç ve dava arkadaşlarının Bosna-Hersek"te gerçekleştirdikleri hedeflere, İslam Ümmeti"ne kazındırdığı mevzilere, İslami kimliğin bekası için sergiledikleri kahramanca ve fedakarca direnişe bakıp takdir ve kadirşinaslık gösterdiğimizde, ümmet olma sorumluluğumuzun gereğini yapmış olmayacak mıyız?

Buraya kadar birçok kardeşimizle belki aynı şeyleri düşüneceğiz, ama ayrıldığımız nokta şu olacak sanırım; Merhum İzzetbegoviç"in hareketi ile Türkiye"deki Milli Görüş Hareketi"nin "sabite"leri arasında hiçbir fark yoktur. Merhum İzzetbegoviç"in Erbakan hocaya ne denli saygılı ve minnettar olduğunu, Erbakan hocanın davetiyle Türkiye"ye sık sık gelip Milli Görüş hareketinin program ve etkinliklerine katıldığını hatırlatmak isteriz.

Diğer bir örnek:

Lübnan"da Hizbullah Hareketi 1980"li yılların başlarında ortaya çıktığında askeri bir direniş hareketi idi; nitekim bayrağındaki ayet ve simge, onun direniş veçhesini en güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Bu hareket belli aşamadan sonra, Lübnan siyasi sahnesinde yer almaya, siyasal bir parti olarak Lübnan seçimlerine katılmaya karar verince, bazı kardeşlerimiz aynı tepkileri Hizbullah için de serdetmişti. Çünkü ortada Tağuti bir rejim vardı ve bu rejimin siyasal çarkları içinde, yasal mevzuata uygun olarak hareket edilecekti. Lübnan Hizbullah"ının "siyasi bir parti" olarak seçimlere katılma kararı Lübnan Hizbullah"ın Şurası"nda alındı ve bu karara İmam Hamenei onay verdi. Eğer İmam Hamenei onay vermemiş olsaydı, Hizbullah salt askeri bir direniş hareketi olarak kalmaya devam edecekti.

Yine aynı şekilde, Filistin"de, Siyonist rejim güçlerinin Gazze"den çıkarılmasının ardından Filistin İslami Direniş Hareketi Hamas, Oslo anlaşmaları çevresinde oluşturulan Filistin Özerk Yönetimi içine girerek seçimlere katıldı ve hükümet kurdu. Hamas Hareketi"nin kurulduğunda ilan ettiği "misak" onun sabitelerini oluşturuyordu; Hamas seçimlere girmekle bu sabitelerinden herhangi birini terk etmedi, sadece askeri mücadelenin yanı sıra siyasal sürece katılarak, Filistin"in özgürlük mücadelesine yeni bir alan açtı.

Mısır"da İhvan-ı Müslimin hareketi de, firavun rejiminin tüm engelleme, baskı, tutuklama ve sindirme kampanyalarına karşın ya başka partiler içinden aday göstererek, ya da bağımsız adaylar yoluyla seçimlere katılarak gücünü gösterdi. Zira, İhvan-ı Müslimin Hareketi Şehid İmam Hasan el Benna"dan itibaren ortaya koyduğu hedefleri gerçekleştirmek için Mısır"ın siyasal koşulları içinde "sistem içi" bir mücadele yolunu sürdürmüş, buna karşın her defasında çok yönlü saldırı ve sindirme kampanyaları ile karşılaşmıştır. Nitekim, seçimlere hazırlanan Mısır"da firavun rejimi İhvan"ın önünü alabilmek için hem hareketin liderlerine, hem de gösterdiği adaylara karşı zalimce tutuklama kampanyalarına hız vermiş durumda"

Bizler Mısır"da İhvan-ı Müslimin"in dışında "Tanzimu"l Cihad" ve "Cemaat-i İSlamiyye" hareketlerini de tanıdık. Bu hareketler firavun rejimine karşı sistem dışı mücadele yolunu benimseyerek bir çok operasyonlar gerçekleştirmişlerdi. Şehid Mustafa Şükrü dönemindeki Askeri Akademi Baskını'ndan, firavun Enver Sedat"ın infaz edilmesine kadar birçok eylem Mısır"da "cihadi" mücadele olarak kendini gösteriyordu. Şehid Halid el İSlambuli ve arkadaşlarının içinde bulunduğu "Cihad örgütü"nün lideri olan Abbud Zumer, Sedat"ın öldürülüşünden bu yana Mısır zindanlarında. Onun Türkçe"ye tercüme edilen "Son Gece" kitabını biliyoruz.

Abbud Zummer, vaktiyle sistem dışı silahlı mücadelenin önderliğini yapıp sadece bu yöntemi savunurken, şimdi kendisi yaptığı açıklamalarla, sistem içi mücadele veren Müslümanları da destekliğini belirtmekte, bunun yanı sıra Müslümanların bu alanda ciddi çalışmalar yapabileceklerini önermektedir.

Cezayir"de Abbas Medeni liderliğindeki "İslami Selamet Cephesi" de sistem içi bir mücadele idi, yani bir parti hareketi olarak çalışmalarına başlamış, yerel seçimlerde elde ettiği büyük başarının ardından Cezayid yönetimini ele geçirecekler diye, başta Fransa olmak üzere Batı emperyalizminin desteğindeki cunta güçlerinin darbesi ile karşılaşmışlardı. Bizler o zaman Türkiyeli Müslümanlar olarak Cezayir"deki İslami hareketi bütün gücümüzle desteklemiş ve onların yanında yer almıştık. Bu arada hem Abbas Medeni"yi, hem Abdulkadir Haşani"yi, hem de Ali Bilhac"ı her zaman takdirle andık ve onların mücadelesine kendi mücadelemiz alarak bildik.

Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür.

Bizler her zaman İslami hareket yönteminin bir "akide" konusu değil "İslam siyaset Fıkhı"nın bir konusu olduğunu belirttik, nitekim bu alanda yazılan yazılara, makalelere ve açıklamalara atıfta bulunduk. İslam fıkhının temel bir kaidesi vardır: "illet sakıt olursa hüküm de sakıt olur" diye. Yani seçilen yol ve başvurulan yöntemlerde "illet" konusu vardır, bir de "hikmet" konusu. Fakihler, ibadi meselelerde istinbatta bulunup fetva verirlerken hangi usule riayet ediyorlarsa, siyasal meselelerde de aynı yolla karar vermektedirler. Dolayısıyla, bizler, İslami mücadelede yöntem meselesini, günümüzün fakihlerine bırakalım. Elbette ki sonuçta verilen fetvalar bir "içtihat" hükmündedir, bunların değişebilirliği olduğu gibi, Müslümanların farklı içtihatları seçme ve onunla amel etme ihtiyarları da vardır.

Tekrar başa dönecek olursak;

Bizi eleştiren ve suçlayan kardeşlerimizden, Saadet Partisi"ni niçin destekleyip savunduğumuzu, bu cümleden olmak üzere Erbakan Hocaya niçin minnet ve şükran içinde olduğumuzu bu minval üzere değerlendirmelerini isterim.

Velfecr"de de haberlerini yayınladığımız üzere bir grup kardeşimizle birlikte, Hizbullah televizyonu el Menar"ın Lübnan"a gitmiştik. Organizasyon sorumlusu olduğumuz için gittiğimiz yerlerde, yaptığımız ziyaretlerde kısa bir ön konuşma yapıyorduk.

Hizbullah"a gittiğimizde "biz Lübnan Hizbullah"ını namus ve şerefimiz olarak biliyoruz, Hizbullah sadece Lübnan"da değil, dünyanın her bir yanında var. Biz Türkiyeli kardeşleriniz olarak kendimizi sizden bir parça olarak görüyoruz" dedik.

Hamas hareketine gittiğimizde "Hamas hareketi İslam ümmetine kan ve can pompalıyor. Gazze direnişi ümmetimizin parıldayan yüzü ve onurudur. Bizler Türkiye"de düzenlenen eylemlerde haykırdığımız üzere buraya sizin askerleriniz olarak geldik. Hepimiz sizin askerleriniz" dedik.

Filistin İslami Cihad Hareketi"ne gittiğimizde, "Şehid Öğretmen Fethi Şikaki, sadece Filistin İslami Cihad"ın, ya da sadece Filistinlilerin değil, hepimizin öğretmenidir. Onun ortaya koyduğu dava, yükselttiği bayrak ve tutuşturduğu cihad meşalesi hepimizin elindedir ve bizler Şehid Şikaki"nin talebeleri olarak onun yolunu sürdürmeye azm ettik ve burada bu ahdimizi bir kez daha tazeliyoruz" dedik.

Şimdi bir kardeşimiz bize kalkıp "ya kardeşim, sizin ne olduğunuzu bir türlü anlamadık; bir taraftan "Hizbullah"ız" dersiniz, bir taraftan "hepimiz Hamas"ın askerleriyiz" dersiniz, bir taraftan "Şehid Şikaki"nin talebeleri olarak onun yolunu sürdüreceğiz" dersiniz, diğer taraftan da Milli Görüş hareketini savunur, Erbakan hocayı göklere çıkarırsınız" diyerek bizi çelişki içinde olmakla suçlayabilir.

Yine aynı şekilde bazı kardeşlerimiz bizler için "El Kaideci oldu" "Talibancı oldu" şeklindeki nitelemeleri de bu minval üzere, değerlendirmek gerek.

İşte bu da bizim ümmet ufkumuz, ümmet yüreğimiz ve ümmet coğrafyamızdır. Bu ufuk, bu yürek ve bu coğrafya sadece bunlarla da sınırlı değildir. Ümmetin bir başından diğer bir başına İslam yolunda mücadele eden bütün hareketler, bütün mücahidler bunun içindedir. Birisini alıp diğerlerini dışarıda bırakmıyor, birisine düz diğerine yan bakmıyor, birisine kucaklayıp diğerini atmıyoruz.

Rabbimizin "sizin ümmetiniz tek bir ümmettir" buyururken, bizden ümmet olmamızı istiyor; bizim inancımıza ve kimliğimize göre; ümmet olmak, her türlü hizipçilikten, mezhepçilikten, hodbinlik ve ben merkezlilikten beri olmayı gerektirir.

Her türlü yanlış anlaşılmalara, suçlama ve hatta hakaretlere rağmen, yaptığımız ve yapmaya çalıştığımız da sadece bundan ibarettir. Bizler adımız, sıfatımız, sanımız her ne olursa olsun bu ummanda sadece birer damlalarız. Bizlerin bireysel olarak taşıdığı değer sadece bu ummandan gelir; dolayısıyla kişilere değil, bu ummanın taşıdığı değere, öneme, bu ummanın esenlik ve geleceğine gözlerimizi dikelim.

Son olarak, bizim için"artık aday da olursunuz" diyen kardeşimize şunu söylemek isteriz:

Emirel Müminin Hz. Ali bir sabah namazında başından vurulduğunda "Kabe'nin Rabbine and olsun ki, kurtuldum!" demişti...

Bunca yaşadıklarımız, bunca karşılaştıklarımız ve bunca çektiklerimizden sonra, bizim Rabbimizden tek beklentimiz "kurtulmak"tır, adayı olduğumuz da sadece budur. İnşaallah buna da tez kavuşuruz...

Devam etmek üzere

VELFECR

Bu yazı toplam 3002 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar