İran Kimliğinde Şiiliğin ve Tasavvufun Yeri (2)

İran Kimliğinde Şiiliğin ve Tasavvufun Yeri (2)

Teorik açıdan Şiilik tasavvufa daha yakındır, zira içinde bazı güçlü batıni aidiyetleri ve öğretileri içerir. Sünni mezheplerinin itikadi, fıkhi ve kelami yapısı güçlü zahiri boyutlara sahiptir ve eğer bir kimse tasavvufa ilgiliyse doğrudan onlara bağlanm

Mesud Rezevi Fakih: Safevilerden ve Şiiliğin İran'da temellerinin güçlendirilmesinde ve yaygınlaşmasında tasavvufun rolünden bahsettiniz. İran kimliğinin güçlendirilmesinde tasavvuf ve irfanın rolünün ne olduğunu sormak istiyorum. Neden tarihin bazı bölümlerinde mesela Safevilerin orta ve son dönemlerinde fakihler, ahbariler ve zahir ehli avam bu ölçüde tasavvuf karşıtlığı yaptılar?

Seyyid Hüseyin Nasr: Bu sorun aslında önceleri de mevcuttu. Ancak Safevilerde özellikle de belirttiğiniz dönemlerde doruk noktasına ulaştı. Bu dönemde iki önemli hadise meydana geldi. Birisi sufi gruplardan birisinin lideri İran'da tahta geçti diğeri ise on iki imam Şiiliği İran devletinin resmi fıkhı ve mezhebi oldu. Bundan önce de İslam resmi din idi ancak yeni hükümet Şii yorumu resmi hale getirdi. Bu iki hadise bu dönemde ve gelecekte büyük değişikliklere yol açtı. Bunlardan birisi halkın hala büyük çoğunluğu Sünni olduğu için Safevi devleti Şiiliği güçlendirmek amacıyla başta Lübnan Cebeli Amil, Suriye, Hılle, Irak ve Bahreyn olmak üzere çoğu Arap olan önemli miktarda Şia ulemasını İran'a getirdi. Bu ulema Farsçayı bilmiyorlardı ve zamanla öğrendiler ancak bu gelişme Arapçanın yeniden felsefe, kelam ve fıkıh gibi alanlarda canlanmasına yol açtı. Oysa İlhanlılar ve Timurlar zamanında Farsça eserlerin sayısı oldukça çoğalmıştı. Bu ulema çoğunlukla tasavvuf karşıtıydılar ve zamanla ellerine büyük bir güç geçirdiler.

Bu alimler ve talebeleri ile tasavvuf grupları arasındaki siyasi güç mücadelesi ve halkın teveccühünü kazanma rekabeti bu dönemde yaygın bir düşmanlık oluşmasına yol açtı. Dikkat edilmelidir ki tasavvuf inançlarını savunanların önemli bir bölümü Şaha ve iktidar merkezine yakın olabilmek için bu tarzı benimsemişlerdi. Safevilerin lideri aynı zamanda Şah idi ve doğal olarak siyasi ve maddi rant peşindeki çok sayıda kimse tasavvufa ilgi gösteriyordu. Bu kimseler murakabe, mücahede ve faziletleri elde etmeye dayalı gerçek tasavvuf anlayışına büyük darbe vurdular. İş öyle bir noktaya ulaşmıştı ki bunlar şeriatın açıkça emrettiği ibadetleri dahi yerine getirmiyorlar ve açık şekilde içki içmekten ya da diğer kötü işleri görmekten kaçınmıyorlardı. Buna karşın alimler ve fakihler ellerinde doğrudan siyasi güç olmasa da halk arasındaki nüfuzlarını kullanarak söz konusu tasavvuf akımlarına karşı mücadeleye giriştiler. Daha önce de Safeviler yönetimi ellerine geçirdiklerinde Nimetullahi gibi gruplara ciddi baskılar uygulamış ve onlara ülkeyi dar etmişlerdi. Bundan dolayıdır ki bu gruplardan çoğu Hindistan'a göç etmişler ve Kacarlar dönemine kadar da geri dönmemişlerdi. Ulemanın gittikçe güçlenmesi üzerine sıra daha önce diğer sufi grupları tasfiye eden Safevilere geldi ve sonunda onlar da iktidardan düşürüldüler. Bu tasavvuf karşıtlığı öyle bir hal aldı ki tasavvuf yalnızca olumlu anlamda kullanılmamakla kalmadı bir de suç ilan edildi. Bu durumun benzerine daha önce rastlamak mümkün değildi. Diğer İslam ülkelerinde sufilere batıni ilimlere meraklı ve zühd ve takva ehli olarak bakılırken bahsettiğim nedenlerden ötürü Şia uleması Safevi döneminin sonunda tasavvuf karşıtı çok sayıda kitaplar kaleme almış ve bunun İslama karşı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu bahsedilen eserler ve görüşler zamanla halk arasında kabul gördü ve onlar ile tasavvuf ehli arasında karşıtlık meydana geldi. Bununla birlikte bu gelişmeler tasavvufun İran'daki rolünü azaltmayı başaramadı zira bu akımın kökleri İran kültürünün ve ruhunun derinlerine işlemiş durumdadır. Baskılar kalktığı anda tekrar kendisini göstermeye başlıyor. Bu yüzden Kacarlar döneminde tasavvuf yaygın şekilde yeniden canlandı. Nitekim Şahın ünlü vezirlerinden Hacı Miraz Agasi sufi fırkalarından birisinin üyesiydi. Yine de bu dönemde de tasavvuf karşıtı hareketler mevcuttu ve Meşhed ve Kum uleması bu kelimeyi ağızlarına bile almak istemiyorlardı.

Dedikleriniz doğru ancak birçok Şia uleması da güçlü tasavvufi ve irfani eğilimlere sahipti. Bu durum sizin bahsettiğiniz tarihi seyirde nereye oturuyor?.

İyi bir noktaya değindiniz. Bu akımın kökünün İran'ın İslami kültüründe ve ruhumuzda oldukça derin ve yaygın olduğunu söylemiştim. Bütün bu hadiselere ve karşıtlıklara rağmen birçok ulema tasavvufun hakikatine kayıtsız kalamıyorlardı. Aslında Şiilik içinde güçlü batıni boyutları barındırıyordu. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış büyük Şia bilgini Bahrul Ulum mesela, aynı zamanda irfan ve tasavvuf ehlindendi. Ancak Safevilerin son döneminde ve sonrasında ortaya çıkan çatışmalar, eleştiriler ve kötülemeler nedeniyle birçok alim tasavvuf, sufi ve mutasavvıf gibi kelimeleri kullanmaktan kaçınıyor ve kendilerini arif ya da irfan ehli olarak adlandırıyorlardı. Daha sonraki ve yakın dönemlerde bile aynı yaklaşıma şahit olmaktayız. Zamanımızdaki birçok din alimi irfana ilgi duyuyor ve bu meseleyi inkar etmiyorlardı. Bunlar arasında en meşhurları Allame Tabatabai ve Ayetullah Humeyni idi. Bu isimler hem irfana ilgi duyuyorlardı hem de bu alanda birçok eser kaleme almışlardı. Birçok kimse de gizliden gizliye irfana ilgi göstermelerine rağmen bu durumu açığa vurmaktan kaçınıyorlar.

Değerli hocam, İran'da tasavvufun yayılmasından ve ulema ile sufilerin karşıtlığından bahsettiniz. Lütfen Şiilik ve tasavvuf ya da Şia ve irfan arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu açıklar mısınız?

Bu hususta çeşitli kitaplar ve makaleler yazdım ama bunları burada tekrar etmek istemiyorum yoksa konu oldukça uzayacak. İran'daki tasavvuf hususunda dikkat etmek gerekir ki İran'da Nimetullahi, Zehebi, Haksar başta olmak üzere çeşitli çeşitli tasavvuf eğilimlerine sahibiz ki bunların hala takipçileri mevcuttur. İran'ın Sünni bölgelerinde de örneğin Kürdistan ve Beluçistan'da Nakşibendilik, Kadirilik ve bazı küçük fırkaların mevcut olduğunu görüyoruz. Bunların yanı sıra Şii irfanı ya da Şii ulemanın irfanına da sahibiz. Bu irfan düşünce, kelam ve hikmetin yanı sıra tasavvufun asil ve teorik marifetine de sahip bulunmaktadır. Bunun en iyi örneği Molla Sadra ve Hacı Molla Hadi Sebzevari'dir. Bunlar yalnızca filozof ve hakim değil aynı zamanda arif kimselerdi. Bunların yanı sıra zamanının İbni Arabi'si olarak bilinen ve kendi döneminin en büyük ariflerinden olan Aga Muhammed Rıza Gomşei alimlere de rastlıyoruz.

Bu akım çağdaş döneme kadar sürdü. Mirza Ahmed Aştiyani, Seyyid Muhammed Kazım İsar ve bazı birkaç kişi daha bu zümredendirler. Dolayısıyla hakiki tasavvuf daima Şiilikle birlikte olmuş ve ikisi de batıni hakikat olan bu iki akım arasında mesafe oluşmamıştır. Bazı aşırıları, avamı ya da kötü niyetli kişileri görmezden gelirsek ben inanıyorum ki bu ikisi arasında özellikle velayet, muhabbet, batıni ilimler ve hakikatin anlaşılması gibi hususlarda yakın ve derin bir ilişki ve etkileşim görürüz.

Bu yüzden mi Şiiler arasında ve İran'da tasavvuf Sünni ülkelere nispetle daha yaygın?

Hayır kesinlikle böyle değil. Belki sufilere ve Şiilere aynı ölçüde muhalefet eden Selefileri göz önünde tutarak böyle konuşuyorsunuz. Sünni Müslümanların çoğu da şüphesiz Şiiler kadar tasavvufla ilgilidirler ve tasavvufun ruhunu kabul etmişlerdir. Mesela halkının tamamı Sünni olan Senegal'de nüfusun yarısından fazlası çeşitli tasavvuf gruplarına bağlıdır. Mısır ve Suriye gibi ülkelerde de durum böyledir, insanlar tasavvuf büyüklerine büyük bir saygı gösterirler. Ancak Arabistan ve Libya gibi bazı sınırlı sayıdaki ülkede tasavvuf ehli sıkıntılarla karşı karşıyadır ve bu ülkelerde tasavvuf tamamen yasaktır. O halde dikkat edin ki İslam toplumlarının çoğunda mutasavvıflar büyük bir saygı ve öneme sahiptirler ve çok sayıda taraftarları vardır. Bu yüzden Şiiliğin bizatihi tasavvufa daha yakın olduğunu sanmayın.

Ama siz teorik açıdan bunların İslamın batıni yönünü açıkladığını söylediniz.

Evet öyle. Teorik açıdan Şiilik tasavvufa daha yakındır, zira içinde bazı güçlü batıni aidiyetleri ve öğretileri içerir. Sünni mezheplerinin itikadi, fıkhi ve kelami yapısı güçlü zahiri boyutlara sahiptir ve eğer bir kimse tasavvufa ilgiliyse doğrudan onlara bağlanmalıdır. Ancak Şiilik temelde batıni bir yapı üzerine kurulmuştur ve bu batıni unsur İmam konusuna aittir. İmam Muhammedi nurun sürekliliğin göstergesidir ki zahiri şeriatı açıklamasının ve korumasının yanı sıra batıni bir risalete de sahiptir. Temiz imamların peygamberin sülalesinden olmaları yalnızca bir tevildir ve bu sayede Muhammedi nur imamlar yoluyla on ikinci imama ve bugüne kadar ulaşmıştır ki Şiiler bu nurdan faydalanabilsinler. Bu husus ve İslam'dan bu telakki Sünnilikte asla yer almamaktadır. Sünni dünyasında imam kelimesi yönetici anlamındadır bazen de Gazzali gibi seçkin alimlere ya da mezhep kurucularına verilen bir unvandır. Ancak bu kullanımlar Muhammedi nur manasını taşımazlar. Oysa tasavvuftaki bu anlayış bazı farklarla birlikte Şiilikte görülebilir. Sekizinci İmama kadar olan imamların hepsi aynı zamanda tasavvuf kutuplarıdır. Özellikle İmam Sadık yalnızca yalnızca Şia fıkhının kurucusu değil aynı zamanda büyük Sünni mezheplerinden birisinin kurucusu olan İmam Ebu Hanife'nin öğretmenidir. Bunun yanı sıra o tasavvuf aleminde de önemli bir rol oynamıştır. İmam Sadık Hz. Ali'ye kadar ulaşan babalarından elde ettiği ilimlerle Kuran'ın ilk batıni tefsirini yazmıştır. Birçok tasavvuf silsilesinde önemli bir yer tutar. Mesela Hz. Ali'nin silsile başı olmadığı ender tasavvuf ekollerinden birisi olan Nakşibendilik'te İmam Sadık vesilesiyle Hz. Ali'ye saygı gösterilmiş ve ona bağlılık belirtilmiş olur. Bu batıni boyutların dikkatlice incelenmesi gerekir. Şiilikte imamın hakikati fıkhi ve kelami boyutuyla sınırlı değil aksine bunun kökleri Şii ilahiyatındadır. Bu mesele Şiilik ile tasavvuf arasındaki irtibat ve ilişki halkasıdır. Bu ilişki son derece karmaşıktır, ancak dikkat edilmesi gereken önemli husus şudur ki tasavvuf da Şiilik de İslam'ın ortak bir alanına yani batıni boyutuna aittirler. Bu nedenle Hz. Ali Şiilerin ilk imamıyken ve peygamberin yanında Şiiliğin ortaya çıkış kaynaklarından birisiyken aynı zamanda ariflerin ve sufilerin de sersilsilesidir. İlk dönem sufileri büyük bir kutup olarak ve diğer kutuplar ile Hz. Peygamber arasındaki irtibat noktası olarak ona özel bir ilgi gösterirler.

Birinci Bölüm için tıklayınız

Röportaj: Mesud Rezevi Fakih