Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

HSYK ve em. generallerin yeni akıl hocası Hanefi Avcı mı?

Önce, bir-iki hatırlatma:

1- DERSİM KATLİÂMI"NIN SORUMLUSU,  M. KEMAL"DİR!: Dersim"i İsmet İnönü"nün değil, M. Kemal"in bombalattığını, 9 Ağustos tarihli yazımda  belirtmiş ve Başbakan"ın o konuda İ. İnönü"yü suçlamasının konuyu bilmemekten değil de, ""dalaşmamak için çalıya dolaşmak"  düşüncesinden kaynaklanmış olabileceğini izah ve  amma, bunun da tarihi çarpıtmak gibi bir sonuç verdiğini ifade etmeye çalışmıştım.

Nihayet, hemen herkes aynı noktaya geldi: Dersim"i, M. Kemal bombardıman ettirmiştir.. Resmî rakamlara göre, o katliâamda öldürülenlerin sayısı, 13 bini geçmektedir. Dersim"den  bütün ülke çapına sürgün edilenlerin, 12 bin kadar olduğu da yine resmî rakamlar söylüyor.. Yöredeki canlı görgü şahidlerinin anlattıkları ise, mübalağa payı olsa bile, daha da korkunç boyutlardadır:  Munzur Çayı"nın aylarca kan renginde aktığı ve cesedler taşıdığı görgü halkın dilinden bugünlere kadar aktarılmıştır..

O korkunç bombardımanın, katliâmın, M. Kemal tarafından yaptırıldığını, bir şeylere toslamamak düşüncesiyle/ korkusuyla olmalı, söyleyemeyenler, ya İsmet İnönü"yü, ya (o zamanın başbakanı olan) Celâl Bayar"ı sorumlu gibi gösteriyorlar... (Ki, Celal Bayar,  hatırâtında, bir karakola yapılan baskında 16- 17 askerin etkisiz hale getirilip, silahlarının ele alınması haberi üzerine, derhal Atatürk"le görüştüğünü ve tenkil / imha / yoketme kararı aldıklarını açıkça ifade eder..)  Ki, o isyanda, 20 bin kişilik bir güce komuta eden General Abdullah Alpdoğan  başarılı olamayınca, (M. Kemal"in çok yakın çevresinden) Sabiha Gökçen isimli ünlü "kadın savaş pilotu" komutasındaki savaş uçakları Dersim"in yerleşim birimlerini ve dağlarını bombardıman ederek, bir halkı ezip geçmiş ve 1937 ortalarında başlayan harekât, 1938 sonbaharı başlarında tamamlanmış ve resmî rakamlara 13, (Dördüncü Umumî Müfettişlik raporuna göre ise, 40 ) binden fazla sivil insan katledilmiş, 12 bin kadar sivil insan da en perişan ve ağır şartlar altında, ülkenin başka yerlerine dağıtılmıştı..

Şimdi bu işin doğrusunu em. Tümg. Osman Pamukoğlu açıkça söylüyor, çalışmayan saatin de günde iki kez doğruyu gösterdiği örneğinde olduğu üzere..

Evet, HAK ve Eşitlik Partisi (HEPAR) isimli ve ismi var, cismi yok bir siyasî partinin Gen. Başkanı olduğu bildirilen ve Güneydoğu"da gösteremediği "kahramanlığı"  ekranlarda nutuk atarak göstermeye kalkışan ve bunu yaparken, kendisine itiraz edenleri susturmaya, ezmeye çalışan tavırlarıyla dikkati çeken O. Pamukoğlu isimli bir em. tümgeneral,  "Dersim İsyanı"nın Atatürk'ün emri ile bastırıldığını" söylüyordu, 19-20 Ağustos gecesi..

Pamukoğlu,  "(".) Atatürk" diyemiyorlar, meydanı boş buldukları zaman onu da diyecekler. Hiç uzatmanın gereği yok. (")Atatürk sağdı, her şeyi yaptıran Atatürk"tü.. (") Doğu"da görevli olduğum sırada, isyanlarda bulunan çok yaşlı bir kürd vatandaş ile sohbet ettim. O isyanları bana anlattı. Söylediği söz, "Mustafa Kemal Paşa başımıza taş yağdırdı"  idi. İsyanları devletler nasıl bastırdıysa, Atatürk de öyle bastırdı. Bundan sonra olacaksa, yine aynı şekilde bastırılacaktır.."  diyordu...

Evet, suçlanacak olan, ortadadır.. Şerefler üsttekine, sorumluluk alttakine mal edilemez. Ama, TC."de resmî tarih, bu çarpık mantığa göre yapmaktadır, değerlendirmelerini.. Ve öyle bir mantık şırıngalanıyor ki topluma, başkası yaparsa, bir suçtan, cinayetten, katliâmdan sözedilebilir; ama, M. Kemal yaptıysa.. İşte orada, derin bir sessizliğe gömülünür..

O sanki, layus"el / sorumsuz ve de her ne yaptıysa, doğru yapmıştır ve suçlanamaz.. -Hâşâ- "yaşatan da odur , öldüren de.. Kime ne!.." gibi bir sakîm anlayış..

O siyasî liderin putlaştırıldığı iddialarına karşı çıkanlar, putlaştırmanın başka nasıl olduğunu söyleyebilirler mi?

Siyasetçilerimiz ülkenin geliştiğinden ne kadar sözederlerse etsinler, bu ilkel anlayıştan, şahısperestlik ve lider tapıcılığı"ndan kurtulunmadıkça, Türkiye, siyasî liderlerini veya kabile reislerini kutsallaştıran ve sayıları 15-20"yi geçmiyen ilkel ülkeler arasındaki utanç verici yerinden kurtulamaz..

2- HAYALÎ TARİHLERİ, GERÇEK GİBİ KABUL EDEREK Mİ?  Trabzon"daki Sümela Manastırı"nda ortodoks hristiyanlarca 15 Ağustos günü yapılan âyin üzerine, 17 Ağustos tarihli yazıma aldığım bazı mesajlar dolayısiyle, birkaç küçük not daha.. 

Sumela"daki âyinin, "Trabzon"un fetih günü olduğu için, bir rövanş gibi bilhassa 15 Ağustos gününe denk getirildiği"  iddiasının doğru olup olmadığını bilmiyorum. Ama, o günün, "ortodoks hristiyanlar"  arasında, bizdeki "Mîrac"ı andıran şekilde, "Himmelfahrt Günü" (göğe çıkış) Hz. Îsâ ve Hz. Meryem"in göklere urûc / yükseliş günü olarak kutlandığını ve bu kutlamanın Trabzon"un fethinden de öncelere aid bir gelenek olduğunu biliyorum..

Sadece mescidler değil, kilise ve sinagoglar da Kur"an"da tekrîm ile anıldıkları gibi, o mekanlarda hizmet gören "din adamları" aktif bir düşmanlık sergilemiyorlarsa, onların da savaşta düşman muamelesi görmeyeceğinin, İslam hukukukun temel prensiplerinden olduğunu da tekrar hatırlayalım..

Ayrıca, Patrikhane"nin asırlarca, ökümeniklik  / cihanşumûllük / evrensellik; yani bütün ortodoks hristiyanların dünya çapındaki en üst kurumu sıfatının Osmanlı tarafından tanınmasının bir zaaf değil, Katolik Kilisesi ve Papalık kurumuna karşı, Ortodoks dünyasını yanına ve himayesi altına almayı hedefleyen bir siyasî incelik olduğu da düşünülmelidir.. 

Kaldı ki, Bizans"ın devamının kendilerine intikal ettiğini düşünen Rusya Çarlığı"nın ve de Moskova Patrikliği"nin de önünde bu ökümeniklik kurum ve kavramının bir engel teşkil ettiği de anlaşılmalıdır..

Bütün mes"ele, kendine güvenmek, güçlü olmak ve  komşularınla iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayacağın konusunda samimiyetine komşularını inandırmaktır.. 

Böyleyken, Sümela Manastırı"nda âyin yapma iznini tam da (Trabzon"un fetih günü olan)  "15 Ağustos"ta kim verdiyse ahmaktır!" gibi zarif (!) ve nezîh (!) ifadelerin sahiblerine, "Kem söz sahibine aiddir!"  demekten başka ne denilebilir..

Çünkü,  Trabzon"un 15 Ağustos 1461 tarihinde gerçekleştiği kesin değildir.. Nitekim, bazı araştırmacılar da, Trabzon'un Fatih tarafından 26 Ekim 1461'de fethedildiğini ileri sürerler. Trabzon Belediyesi de fetih şenliklerini bu ikinci kabule göre yapmaktadır, bildiğim kadarıyla.. Bu belirsizliğin sebebi, Osmanlı kaynaklarının bu fethin tarihini bildirmemesidir.. Hattâ,  bu seferin yapıldığı yıl konusunda bile fikir birliği yoktur.. Hicrî-Qamerî takvim"in miladî takvime dönüştürülmesi sırasında bu gibi tarih oynamalarının meydana gelmesi de tabiîdir.. Ayrıca, fetih kutlamalarına gelince.. İstanbul"un fethi bile, ancak, Osmanlı"nın son yüzyılında, yani çöküntü korkusuna kapılmamızdan sonra ve o zaafımızı gizlemek ve eski gücümüzü hatırlayarak güçlenme umuduyla kutlanmaya başlanmıştır..

***

Bir "devlet memuru", istifa etmeden, nasıl konuşabiliyor böyle?

"Gördüğüm manzara korkunç; kadrolu devlet adamları devleti yönetmiyor;  Emniyet Genel Müdürü, hattâ İçişleri Bakanı haklı olduğunu bildiği bir kişiyi, doğruluğundan emin olduğu bir olayı ya da davayı savunamıyor, güvendiği ve inandığı adamları tuzağa düşürülüyor, haysiyetleri ile oynanıyor ama onlar bu kişilere sahip çıkamıyor. O zaman bu teşkilatı kim yönetiyor? Bu kamu gücünü kimler gasb etmiş kullanıyor, gücün sahibi olması gerekenler ellerindeki gücün gasbına neden ses çıkarmıyor, güçlerini geri almak için çabalamıyorlar?"

Evet, bu sözleri bir siyasetçi değil, mevcud rejimin içinde, önemli bir yerde memur olarak bulunan, Eskişehir Emniyet Müdürlüğü uhdesinde bulunan bir yönetici, ünlü bir Emniyet İstihbaratçısı,  bir Polis Şefi söylüyor.. Ve o, âmirlerinden izinsiz böyle bir beyanda bulunamaz, kanûnen.. Yani, suç işlemiştir..

Falso da, buradan başlıyor..

Çünkü, böyle bir değerlendirmeyi, emrindeki bir polis, onun hakkında yapmış olsaydı, onu herhalde hemen açığa aldırırdı.. Çünkü, me"mur durumunda olan bir kimsenin böyle konuşamaması gerekir..

Bu kişinin de, derhal açığa alınması gerekir.. Halbuki, hakkında sadece müfettiş soruşturması başlatılmıştır.. Adam, kitabını yayınlamış, bütün memuriyet usûllerini çiğnemişken,  yönetim mekanizmasının içinde "fitne odakları"  olarak gösterdiği bir yapılanmayı, üstlerine silsile-i meratib içinde bildirmek yerine, kamuya fâş etmişken, daha neyin soruşturması? 

Ama, burası Türkiye"dir ve Genelkurmay Başkanı, bir Ordu Komutanı, bir General veya bir Genel Müdür, bir Musteşar, bir hâkim vs.. Hükûmet"i takmadıklarını göstermek ve medyada arz-ı endam etmek istediklerinde, onlara, zayıf durumdakilere uygulanan kanunlar tatbik edilememekte, hâlâ da..

*

Evet..

Emniyet teşkilatında teknik-elektronik istihbaratın kurucusu olarak bilinen ve Emniyet İstihbaratı"nın modernleştirilmesinin ve gizli dinleme operasyonlarının başarılı ismi olarak anılan ve 2000"li yılların başında gözden düştükten sonra, AK Parti Hükûmeti ile yeniden yıldızı parlayan ve amma, ilk 3-4 senelik işbirliğinden sonra, bir anda Edirne Emniyet Md.lüğü"ne azlen gönderilen ve son olarak ise, Eskişehir Emniyet Müd. olan Hanefi Avcı'nın "Haliç'te yaşayan Simon"lar; Dün Devlet, Bugün Cemaat" adlı ve piyasaya yeni çıktığı bildirilen kitabının epeyce problemli olduğu/ olacağı anlaşılıyor..

Avcı, kitabın adının nereden geldiğini şöyle izah etmiş:
Simonlar... Onlara empoze edilmiş, beyinlerine işlenmiş örgüt gerçekleri uğruna savaşıyorlar, bu gerçekler uğruna ölümü göze alıyorlar, bunun dışındaki haksızlıklara ses çıkarmıyorlar... İtaat kültürünün hakim olduğu, grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simon"lar var.
Haliç... Haliç bir zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu. Midem bulanıyordu, Haliç"ten geçmek benim için ölümdü... Fakat Haliç"in etrafında yaşayanlara bakıyordum, onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta piknik yapıyordu.

Bu durum bana çok tuhaf gelmişti.

Demek ki insanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor.

Türkiye için de aynı şey sözkonusu..."

(Avcı, "Simon"ların, daha çok da Balat yahudileri olduğunu ayrıca işaretlememiş.. Ama, bu isimlendirmeyle sanki başka çağrışımların meydana gelmesi hedeflenmiş gibi.. Yani, yahudi örgütlenmesi gibi bir durumla karşı karşıya bulunulduğu anlatılmak istenmiş sanki..) 

*

İdeolojik saf değiştirmelerde, keskin suçlamalar hep olur..

Hanefî Avcı,  3 Kasım 1996"da Susurluk ilçesi yakınlarında meydana gelen ve ünlü bir takım isimlerin ölümü ve yaralanmasıyla sonuçlanan bir trafik kazasında, "Devlet- Mafia ve Aşiret" gizli işbirliğini bütün dehşetiyle ortaya koyan "Susurluk Dosyası"nın ortaya çıkarılmasında etkin hizmetleriyle şöhret kazanmıştı.. O, hele de 28 Şubat Zorbalığı günlerinde, Emniyet istihbaratının önde gelen iki isminden birisi idi..

Ve o zaman, diğer ünlü istihbaratçı olan Bülent Orakoğlu içeri tıkılırken, Avcı"nın tutuklanmaması, Emniyet içinde, Fethullahçı denilen bir cemaat yapılanması ve dayanışmasının içinde olmasına bağlanıyordu.. Ama, bugün, o, Ergenekoncular"ın, laiklerin safında gözüküyor ve başkalarını, dün kendisinin mensubu olmakla itham olunduğu cemaate mensub olmakla suçluyor..

Onun kitabı, bu açıdan da önemli.. Çünkü, hep önemli istihbarat çalışmalarının içinde ve başında bulunmuş birisi..

Avcı, çocukluk yıllarında namaz kıldığını, cemaat yurtlarında kaldığını da belirttiği kitabında, Ergenekon ve Balyoz davalarını, polis teşkilatının içindeki Gülen cemaatinin uydurduğunu; CHP eski lideri Deniz Baykal"ın istifasına yol açan kasedin ortaya çıkarılması gibi, Türkiye"yi derinden sarsan daha pek çok konunun da onların marifeti olduğunu söylüyor.. 

Halbuki, partisine mensub ve evli bir kadın m. vekiliyle müstehcen video görüntüleri yayınlanınca istifa etmek zorunda kalan Deniz Baykal, "Pennsylvania"dan gelen telefonun samimiyetine inandığını ve bu işte onun cemaatinien bir dahlinin olduğuna inanmadığını"  belirtmiş, Hükûmet"i suçlamıştı.. Avcı ise, "Hayır, bu iş, onların işidir.." diye Baykal"ı yalanlıyor..

Avcı, sadece Baykal konusunda değil, Danıştay saldırısından Ergenekon"a, Balyoz operasyonlarına, generalleri istifaya zorlayan telefon ve alan dinleme kayıtlarına, savcı ve hâkimlere şantaj yapılmasına kadar, Emniyet içinde yuvalanmış "garip polisler"in olduğundan söz ediyor..

Ama, bunları söylerken, asıl kendisi, Emniyet teşkilatını şaibe altına atıyor, bir meslekî dayanışma adına bir gizli yapılanmanın adâlet uygulamasını ne hâle getirdiğini gözler önüne şöyle seriyor:

"Polis teşkilatı eskiden birbirini korur, kollar, birbiri aleyhine şahitlik yapmazdı. Her olayda delil ararız ama polisin karıştığı bir olayda daha ciddi, daha inandırıcı deliller bulmadan o polisi şüpheli yapmayız. Bu, zorlu görevlerde beraber çalışmanın verdiği dayanışma ve yakınlaşma duygularıdır. Oysa şimdi işler değişti. Bir grup polis kritik noktaları ele geçirmiş, diğerlerine suç isnadını da aşan resmen iftira atmaktan geri durmuyor. İşlenmiş bir suçu aydınlatmak gibi bir amaçları yok, tahkikat sırasında dinleme ve izleme yaparken temiz ve dürüst olduklarını bildikleri, birlikte çalıştıkları kişilere iftira ediyorlar.
Şunu artık bilmeliyiz ki karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tâbi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz."

Evet, polisler böyle yapar da, askerler ve yargı mensubları ve diğer meslek grupları  yapmaz mı? Hele hepsinin de altına sığındıkları bir kemalist-laik oligarşik dikta yapısı, üzerlerine kol-kanat germişken..

*

Ergenekon, Balyoz gibi yargılamaları sulandıran kişi, ünlü bir istihbaratçı olursa..

Şimdi, Avcı"nın yakındığı tipler, demek ki, 90 yıla yaklaşan uygulamanın içinde, çarkları tersine çevirmeye çalışan birilerinin ortaya çıktığının habercisi..

Hanefî Avcı, polis teşkilatı içindeki bir "garib polis"  yapılanmasından haber verirken, "Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisindeki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil, örgütün / cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir"deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkça gözükmektedir. Özel yetkili savcılar tarafından bu iller dışında gözaltına alınan ya da aranan kişiler hakkında karar çıkarmadan önce kimlik, iş ve ev adresleri gibi bilgilere ihtiyaç vardır. Normalde bu bilgiler o illerin savcıları veya çok uygun olmasa da Emniyet Müdürlükleri üzerinden resmî yazışma yoluyla temin edilmesi gerekirken, bugüne kadar hiçbir yazışma yapılmamıştır. O halde bu bilgiler nasıl temin edilmiştir?" diyebiliyor..

İstihbaratçıya bakınız, kendisi yaparken iyi; ama, başkası yaparken, resmî yazışma  bekliyor.. Halbuki, siz resmî yazışmalarla meşgulken, haberler çoktaaan uçurulmuş ve "Atı alanın Üsküdar"ı geçmiş"  olabilir.

Nitekim, normal yazışmalar yoluyla yapılan istihbarat çalışmalarının, asıl soruşturulanlarca nasıl kullanılabileceğine dair bir ilginç örneği kitabının 217. sahifesinde Avcı kendisi de anlatıyor: 

"Emniyet İstihbarat olarak bir GPRS sistemi geliştirdiklerini, eşyaların içine yerleştirdikleri küçük bir verici ile bu vericinin yerini yaklaşık olarak belirleyebildiklerini"  anlattığı bölümde, Diyarbakır kırsalında militanlara gönderilecek olan eşyaların içine de bu sistemi yerleştirdiklerini ve bu takip ile militanların yerlerini helikopter ile tesbit edeceklerini""

Amma" O sırada kaydettikleri bir telefon konuşmasının bütün planlarını bozduğunu belirtiyor ve şöyle diyor:

"İnanılması mümkün olmayan bir konuşma kaydetmiştik. Bu konuşmada, 'Diyarbakır kırsalındaki militanlara deyin ki, ellerinde bulunan sizle konuştukları telsizin içinde bir cihaz konmuş, bu cihaz ile sizin yerinizi tespit edecekler ve sizi imha edecekler" deniliyordu.."

Hemen araştırmalarına başlayan Avcı ve ekibi, bu konuşmanın Tekirdağ'da bir ankesörlü telefondan yapıldığını ve daha sonra Kırıkkale'den de örgütün arandığını tesbit ettiklerini yazıyor ve şu bilgilere ulaşıyor: "Sonunda bu kişinin daha önce Diyarbakır'da astsubay olarak görev yaparken tayin nedeniyle önce Tekirdağ'a, sonra da Kırıkkale'ye tayin olduğunu, asıl bilgileri halen Diyarbakır Tugay Komutanlığı"nın yanında fotoğrafçılık yapan bir astsubay arkadaşından aldığını öğrendik.

O da, öğrendiği bilgileri kendisine âcil durumlar için verilen ve örgütün Kuzey Irak'ta kullandığı uydu telefonuna aktarıyordu.."

*

Bunları anlatan kişi, kitabının başka bir yerinde de, "Tüm özel yetkili mahkeme hâkimlerinin verdiği önleme (istihbarî) dinleme kararları, bu konudaki TİB kayıtları ve İstihbarat merkezlerinde (polis-jandarma ve MİT) yasal olarak bu konuda tutmak zorunda oldukları tutanaklar birbirini teyit edecek şekilde kontrole tâbi tutulduktan sonra haksız ve şantaj amaçlı dinlemelerin tesbit edilmesi gerekir" diyebiliyor; hayret!

Böyleyken, Hanefî Avcı, kendisi, en ince araştırmalara, operasyonlara girişirken;  başkalarının da polislik mesleğinin gereği olarak aynı operasyonlara girmesini suçluyor ve dahası,  "Danıştay saldırısı, Hrant Dink"in öldürülmesi, Malatya"daki Zirve Yayınevi katliâmı gibi hadiselerin görünen bugünkü faillerinin arkasında Ergenekon veya benzeri grupların  olacağına beni kimse inandıramaz.."  diyebiliyor..

Bu söz, herşeyden önce, görülmekte olan bir dâvayı etkileme çabası değil midir? Ve bunun suç olduğunu, haydi Gen. Kur. Başkanı Org. Başbuğ bilmiyor ve nice belgelere "kağıt parçası", LAV silahlarına da "boru"  diyebiliyordu, ama, bu gibi görüş belirtmelerin suç olduğunu ünlü bir polis şefi de mi bilmeyecekti?

Bu gibi iddiaların doğruluğunu-yanlışlığını, geçerli veya geçersizliğini, mahkemeler belirleyecekken, Hanefi Avcı,  iddialarının doğruluğunu kanıtlayacak hiçbir belgeye sahib olmadığını da itiraf ettiği halde, kanaatini nasıl söyleyebiliyor? Yoksa, soruşturmada kendisini yine de koruyabilecek meslekî dayanışma örneği sergileyebilecek bir takım polislerin varolabileceğine mi güveniyor?

*

Milleti 100 yıldır kendi lider ve ideolojilerine "bey"at" ettirmeye çalışanların, başkalarını "bey"at"le suçlamaları..

Hanefî Avcı"nın söyledikleri  resmî ideolojinin çerçevesi dışında cereyan ediyorsa, 90 yıla yakın zamandır, hattâ kendisi de işaret ettiğine göre, İttihad- Terakkî döneminden beri, yani 100 yıldır hükmetme geleneğine çomak sokan birileri var.. Ve Hanefi Avcı, üstelik kanunsuz olarak ve de delilsiz olarak, bu durumu,  "Fethullah Gülen Cemaati" denilen birilerinin üzerine yıkmaya çalışıyor ve kemalist-laik rejimin askerine, yargısına ve Emniyet güçlerine ve bütün memurlarına ve bütün tahsil kademelerinde bütün bir millete telkın olunan "tek lider" bağlılığı ve hatt₠"lider tapıcılığı"nı görmezlikten gelip, üstelik bir cemaatten bir heyula heykeli dikmeye çalışırcasına ve hattâ, herkesin o heyula heykelinin önünde eğilmesi gerektiğini de ihtar etmek istercesine, dehşetli tablolar çiziyor..

Sözkonusu cemaate, diğer bazı müslüman grupların da bazı eleştirileri olabilir, ama, belirli bir grup disiiplinine sahib olunmadıkça, cemaat olunamıyacağı da açıktır ve bu gibi grup disiplinleri hemen her sosyal grup için sözkonusudur..

Şu sözler de Avcı"nın.. Sanki, kemalist-laik rejimin temel kurumlarındaki kayıtsız-şartsız itaati ve robotlaştırmayı antalmıyor mu? Bakınız, Avcı ne diyor:

"Bir örgüte ideolojik bir gruba ya da bir cemaate bağlandın mı, kişisel iradeni ve özgürlüğünü kaybedip, o grubun liderliğinin iradesine kendini teslim ediyorsun. Yanlış ya da doğru diye birşey kalmıyor, grubun amaçları her şeyi belirliyor, hak da adalet de izafi hale geliyor.

Şunu artık bilmeliyiz ki, karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tâbi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz.."

*

Çocukluğunda namaz kıldığını belirtmek ihtiyacı, neden?

Ama, Avcı, etraflıca tarif ettiği bu yapılanmayı, kemalist-laik rejimin 90 yıla varan bir mütegallibe zümresine mal etmek yerine, bir cemaat"e mal etmeyi yeğliyor..

Diyelim ki, insanlar arasında, aynı inancı paylaşmaktan kaynaklanan bir yakınlaşma da olabilir.. Böyle bir durumda, aynı inancı paylaşan insanların kendi aralarında‚ "biribirlerini gözetmek" veya işbirliği yapmakta dikkatli davranmaları da tabiîdir.. Aynı futbol takımını tutanlar arasında bile yakınlıklar olabilirken veya aynı meslek grupları arasında dayanışma tabiî karşılanırken veya masonlar arası dayanışma ve  hele, bir millete ihanet etmek için, o milletin ensesine çöken bir diktatörlük rejiminin ve ideolojisinin bağlılarının aralarındaki dayanışma tabiî karşılanırken, bir cemaate bağlı olanlar duygusuz robotlar mı ki, onlar arasındaki yakınlık anormal karşılansın..

*

Dahası, bu kişi, iki yıldır devam eden ve binlerce sahifelik iddianamelerle Türkiye kamuoyunu derinden sarsan Ergenekon örgütünün varlığı konusunda yazılı belge, doküman, örgütsel faaliyet sayılabilecek bazı ilişkiler varsa da, eylemleri konusunda hiçbir ciddi emare yoktur." diyebiliyor;  kemalist-laik cebhenin topluma şırınga etmeye çalıştığı sulandırıcı ve ahmaklaştırıcı boş iddiaları ciddiyet ve uzman kişiliği adına tekrarlıyor. Boş iddialar diyorum, çünkü, bütün iddialarının herhangi bir belgeye dayanmadığını, sadece kanaatinin öyle olduğunu kendisi söylüyor..  

Hanefî Avcı, çocukluğunda beşvakit namaz kıldığını söylemeyi de ihmal etmiyor ve cemaat evlerinde, yurtlarında kaldığını ifade edip, sonra da, aralarında yetiştiği kimseleri bir yerlere ispiyonluyor ve,  "Büyük illerin emniyet müdürleri ve valileri bilsinler ki, emirlerindeki polislerin bir kısmı kendilerini değil, cemaatin imamını âmir olarak kabul ediyor" iddiasını da dile getiriyor, ancak somut kanıt ve belgelere değil "tecrübelerine ve duyumlarına" dayandığını itiraf ediyor..

Hanefî Avcı, hem belge ve kanıtlara sahib olmadığını söylüyor, hem de‚ "İstihbarat Dairesi"nde cemaatin özel cihazları, elde ettikleri her türlü kanunsuz dinleme materyalleri mevcuttur, buralar neden aranmaz?" diye, Fethullah Gülen Cemaatini ihbar etmeye kalkışıyor.. "Ben açıkça ifade ediyorum ki, son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan bu cemaattir.." diye suçlayan ve Gülen Cemaati"ni olduğundan da fazla büyütmek gibi bir taktik güttüğü intibaını da yansıtan Avcı,

"Kozmik Oda"nın aranmasında kimliği belli olmayan bir ihbarcı vardı, bunu burada da ben açıkça ihbar ediyorum."  demeyi ve onlara itibar edilemiyeceğini belirtmeyi de ihmal etmiyor.. Ama, kendisinin operasyonlarını hep, kimliği belli olanlar aracılığıyla mı yaptığına değinmiyor.. Onları da açıklasa bari.. 

Hanefî Avcı, bu kitabı yazmakla başına bazı sıkıntıların geleceğini dile getiriyor.. Kendisi bile korktuğuna göre, kimliğini açıklamayan kimselerle işbirliği yapan meslekdaşlarının faaliyetlerine  niye karşı çıkıyor?

Polisin işi, kamu güvenliğini sağlamak için, yapılan her ihbarı, araştırmak-soruşturmaktır; kimliklerin belli olup olmadığına bakmak değil..

*

İspiyonluğa soyunan bir istihbaratçı - Emniyet Müdürü..

Avcı ayrıca,  kanunsuz dinleme cihazlarının bulunabileceği yerleri işaret ederken, "Bulunacak yerleri de söylüyorum. İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi neden denetlenemez?  İstihbarat Daire Başkanlığı"nda arama yapılsa, cemaatin, demirbaşa kayıtlı olmayan, kendine ait özel dinleme ve izleme aletleri bulunacağından hiç tereddüdüm yoktur."  da diyor..

Bunları kitabında şikayet konusu eden bir kimse, sonra da onların ele geçirilmesini mi murad ediyor; yoksa, onların yok edilmesini, gizlenmesini mi? Burası da pek anlaşılmıyor ve sadece belirli bir cemaati sözkonusu edinerek, diğer müslüman grup ve cemaatlerin bu cemaat gibi olmadığını anlatmak suretiyle, müslüman gruplar arasına fitne-fesad duyguları sokmak ister gibi bir hava yansıtıyor...

Hanefî Avcı, polisteki cemaatleşme ile yetinmiyor, (HSYK"ya ışık tutuyor ve) "Özel yetkili mahkemelerin tüm hâkim ve savcıları emsali hâkim ve savcılarla değiştirilmelidir, bu sağlanmadan cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatı güvencede olamaz." diyor.. (HSYK"nun son toplantısından hemen sonra piyasaya çıktığı bildirilen bu kitabın içindeki bu gibi tekliflerin,  önceden, HSYK üyelerine ulaştarıldığı da rahatlıkla iddia olunabilir.. Çünkü, onların yapmak istedikleri de, tıpa tıp, bu önerilerle aynîleşiyordu.. Ama, Adalet Bakanı"nın önlerine sed çekmesi münasebetiyle, muradlarına eremediler..)

Avcı, ayrıca, "BAYKAL"ın gizli kamerayla çekilen görüntülerini içeren kaset olayını kim yaptı, niçin yaptı?"  diyor.. Bu video görüntüleri daha önce çekilmiş. Baykal başbakan olsaydı ve ülke için kritik bir karar arifesinde birileri çıkıp elimizde bu görüntüler var, eğer şöyle davranmazsanız bunları kamuoyuyla paylaşacağız deseydi acaba durum ne olurdu? Acaba kaç bakan, kaç genel müdür, kaç komutan veya onların eşleri ve çocukları hakkında da bu veya benzeri görüntüler mevcuttur? Bu olayın ilk benzeri Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel"e yönelik hazırlanmıştı, bugün bu olayı cemaatin yaptığından en ufak şüphem yok."  diyor..

O bunları bir ihbar olarak yaptığını söylüyor, ama, emrindeki bir polis de bir çok gizli hususları, kendisine bildirmek yerine, medyadan duyursa, Hanefî Avcı bunu nasıl karşılar?

"Bu kitabı neden yazdım?" diyen ve bu soruya açıklık getirmeye çalışan Hanefî Avcı,
"Aslında herkes biliyor ama kimse dillendirmiyor. Son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan cemaattir, onlardan bilgi alan da, onlar adına konuşan da cemaatin adamlarıdır. Tarafsız basın mensubu, devletin polisi, savcısı numarasını artık kimse yutmasın, bu işler Emniyet ya da hukuk adına yapılmıyor, cemaatin planı ve programı doğrultusunda cemaatin talimatı ile gerçekleştiriliyor.
TÜRKİYE"de adalet çürüyor, gerçi zaten çürümüştü ama bu defa yok ediliyor. Böyle giderse iş adaletten çıkacak ve insanlar silaha sarılacak. İnsanların hayatları, şerefleri ile bu kadar oynanırsa, onlara en yakışıksız isnatlarda bulunulursa, hayatta onurlarından başka kaybedecekleri olmayanlar, kendilerine atılan lekeyi temizlemek için her şeyi yaparlar. Bu duruma çok uzak değiliz artık.." diyor..

Bu sözlerle, Hanefî Avcı kendisini de mi tehlikede görüyor, belli değil.. Ama, böyle bir kişinin Emniyet Müdürü olduğu bir şehirde,  sözünü ettiği cemaate mensub olan insanların huzur içinde bulunması, korkusuzca yaşaması, mümkün olabilir mi?. 

*

Sözkonusu cemaat mi TC rejiminin içine girmiştir; yoksa, kemalist -laik rejim mi bu cemaatin içine?

Hanefi Avcı, Erzincan"daki cemaat soruşturmasını bütün detaylarıyla anlattıktan sonra da şu sonuca varıyor: "... Hükümet ve cemaati dehşet senaryoları ile ürkütüp Savcı İlhan Cihaner ve 3.Ordu Komutanı Saldıray Berk"e karşı yöneltilen ve hakka- hukuka uymayan tahkikatlar hükümet, cemaat ve polis açısından bakıldığında doğruydu. Maddi deliller gerçek bir irtica eylem planına işaret ediyordu. Varlığına yüzde yüz inanılıyor, gizli tanıklarla ve doğruluğu tartışmalı delillerle iddialar güçlendiriliyordu. Ama, inandırıcı gözüken bu delillerin iyi bakıldığında göründüğü gibi olmadığı anlaşılacaktır. Bu davadaki gariplikler bir kitapa sığmayacak kadar karışık ve kapsamlıdır."

Hanefi Avcı"ya  göre, "Ergenekon da, Balyoz da, benzeri dosyalar da gerçekliği olmayan, boş iddialarla dolu.." 

Hanefi Avcı"nın yaptığı ispiyonculuktan birisi de şu:

Diyor ki: "Cemaatin İstihbarat Dairesi"ndeki teknik personelinin bir süre önce yurtdışına giderek gizli ses ve görüntü kayıt eden çok miktarda saat, kalem görünümündeki teknik cihazlar aldığı, küçük dinleme sistemleri alıp askeri ve belli kurumlardaki adamlarına verdiği, bu yöntemle her yerde ortam dinlemesi, gizli kayıtlar yaparak bilgi toplandığını duymuştum. Bugün sık sık kaynağı belirsiz şekilde internete düşen bu ses ve görüntülerin kaynağı çoğunlukla bu tür bilgilerdir."

Evet, bunları ünlü bir istihbaratçı ve Eskişehir gibi kocaman bir şehrin Emniyet Müdürü söylüyorsa, Hükûmet makamları da onu derhal açığa almıyorsa, ortada bir tuhaf durum var demektir..

"Osmanlı"nın yıkılışı İttihad ve Terakki ile Jön-Türk hareketinin, devlet kurumları ve ordu içerisinde örgüt kurması, ordunun ve devletin sistemini bozmasına bağlanır. Bugün cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur." diyen Hanefi Avcı, "Polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütlenme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engelliyorlar. Üstüne üstlük bu teşkilatların personeli arasında ayrım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaralıyorlar.

İşler nasıl yürüyor? Genelde her kurumun imamı işleri yürütüyor. Emniyet, ordu, MİT, basın, yargı, maliye gibi tüm buyuk kurumlardan sorumlu olan bir imam var. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevcut. Tüm illerde örgütlüler." diyor ve "Bu kitabı yazmanın bir bedelinin ne demek olduğunu biliyorum. Kimsenin anlamayacağı kadar ağır olacağının, hayatımın zorlaşacağının, cehennemin bu dünyada tattırılmaya kalkılacağının farkındayım. Bu daha önce bilinenlere benzemeyecek, onu da biliyorum. Fakat bedeli ne olursa olsun buna karşı çıkacağım, iki yüzlü olmayacağım, yanlışı kim yapıyorsa yapsın yanlıştır anlayışıyla bu yapılanların karşısında duracağım..." diye efelenmeyi de terketmiyor; ama, yüksek dereceli bir memur olarak sıfatlarından, rütbelerinden soyunmadan, bu gibi beyanlarda bulunamıyacağını bilmezlikten geliyor..

Ayrıca,  Avcı"nın hakikati aramak için, gibi bir derdi yok; o,  anlaşılıyor ki, F.Gülen Cemaati ile mücadeleye karar vermiş pozisyonunda gözüküyor.. Ama, dile getirdiği ifadelere bakılacak olursa, onun derdi sadece F. Gülen cemaati değil, bütün müslüman gruplar.. Ve şimdilik önce onları eritmeyi hedef edinmiş gibi gözüküyor.. Ancak, "otoriteye başkaldırmamak" adına her türlü rejimi kabul ettiğini "baş imam"ının ağzından defalarca beyan eden bu cemaat mi, devletin içine sızmıştır; yoksa, onun bütün hücrelerine  mi laik rejim mi sızmıştır? Ki, birçok müslüman gruplar da, bu cemaatin bir çok tavırlarına karşı, üstelik, Avcı"nın yaptığı gibi, kemalist-laik rejimin korunması adına değil, İslamî kaygılarla eleştiriler dile getiriyorlar,

Ve, yoksa, bu konuda, maksadlı bir agrandize etme / büyük gösterme ameliyesi ile karşı karşıyayız?

Çünkü, müslüman halkın içinde yer alanlar, ne o cemaati böylesine korkunç bilirler ve ne de o kadar etkin ve yaygın..

 

haksöz

Bu yazı toplam 2224 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar