Cebir Ve Kader

Cebir Ve Kader

Kaderimiz önceden belirlenmiş midir? Başarılarımız, ba­şarısızlıklarımız, düşmemiz, kalkmamız, sapmamız ve dü­zelmemiz, rahatımız, sıkıntımız ve dünyada karşılaştığımız...

Kaderimiz önceden belirlenmiş midir? Başarılarımız, ba­şarısızlıklarımız, düşmemiz, kalkmamız, sapmamız ve dü­zelmemiz, rahatımız, sıkıntımız ve dünyada karşılaştığımız başka durumlarımızın belirlenmesi ve kararlaştırılması hiçbir payımız olmayan başka bir güç veya güçlerin aldığı kararla­rın sonucu mudur? Ve eğer böyle ise, biz tamamen mecbur ve çaresiz miyiz? Biz dünyada başkalarının oynattığı kuklalar gibi miyiz? Biz daha önceden yapılmış planın bir parçası mıyız? Ya da, herkesin rolü daha önceden belirlenmiş dünya sahnesindeki aktörleri miyiz?

Bu sorular, herhangi bir zaman dünya ve insan konu­sunda kafa yoran herkesin kafasını kurcalar. Filozof, bilim adamı, tarihçi, hukukçu, toplum, ahlâk ve dinle ilgili sorun­larla uğraşanların yanı sıra alelade insanların da bu düğümü çözmek için beyinlerini patlatmaları gerekir. Çünkü herkes bu noktaya gelince birden bire duruverir, daha ileriye, gi­demez ve doğru ya da yanlış tatmin edici bir cevap veya çö­züm ister.

Bu sorulan sadece bir "evet" veya "hayır'le cevaplamak istiyorsanız cevaplayın; belki de, bununla tatmin olursunuz. Ancak "evet" deyin ya da "hayır", her iki durumda da sayısız sorular ortaya çıkar ki, bunları sizin "evet "veya "hayır"mızın cevaplaması mümkün değildir.

Eğer "evet" diyorsanız, o zaman şunu da kabul etmelisi­niz ki, taş, demir, ağaç, hayvan ve insan hiçbirinde gerçek bir fark yoktur. Hepsi gibi insan da kendisinin yapması ge­rekeni yapıyor ve kendisi için ne planlanmışsa ona göre hareket ediyor. Ne kendisi ne de onlar herhangi bir özgürlük ve yetkiye sahipler. Bir arının kovan yapması ve bir insanın demiryolu yapması arasında belki de derece farkı olabilir, ama nitelik bakımından herhangi bir fark yoktur. Zira, on­lara kovan ve demiryolu yaptıran başkasıdır. Her ikisi icat etme şerefinden yoksundur. Bundan sonra şunu da kabul etmelisiniz ki, dünyanın diğer eşyası gibi, insan da kendi fiillerinden sorumlu değildir. Bir insanın iyi amel işlemesi ve bir motorun iyi çalışması aynıdır. Bir kişinin bir suç işlemesi veya rezalet çıkarması bir dikiş makinasının kötü dikiş yap­ması da aynıdır. Ve durum böyle iken nasıl ki, "dürüst mo­tor", "haylaz dikiş makinası", "inançlı makina", "ahlaksız çark" gibi ifadeler kullanmazsınız, bir insana da dürüst, hay­laz, inançlı, hilekâr veya ahlâksız gibi sıfatlar yakıştıramaz­sınız. Veya bu gibi tanımlar kullanıyorsanız (ki, bu hareke­tinizi de siz kendiniz yapmıyorsunuz, size yaptırılıyor), şunu anlayın ki, bunlar boş laflardır.

Sonra mesele bununla bitmiyor. Dinimiz, ahlâkımız, ya­salarımız, adli sistemimiz, polisimiz, hapishanelerimiz ve suçlarla ilgili soruşturma yapan müesseselerimiz, okulları­mız, eğitim kurumlarımız ve ıslah yerlerimiz hepsi yararsız ve anlamsız hale gelir. Gerçi bütün bu işler yürüyecek, bunların hiçbiri kapanmayacaktır, çünkü sizin görüşünüze göre bü­tün bu aktörler dünya sahnesinde kendileri için biçilen rolleri oynayacaktır. Ama gayet tabii ki, camilerde namaz kılanlar,; tapmaklarda putlara tapanlar, mahkemelerin yargıçları ve hırsızlık ile haydutluk yapanların hepsi hepsi sadece birer aktör haline gelir ve ibadet yerlerinden kumarhanelere ve hapishanelere kadar her şey büyük bir piyesin değişik perde ve aksesuarları oluverirse, demek ki, insanın tüm dini ve ahJ lâki yaşantısı sırf bir oyun veya gösteridir. Gecenin sessiz­liğinde huşu ile ibadet eden ile birinin evini soymaya çalışan ikisi de bu oyunda kendilerine verilen rolleri oynamaktadır. İkisi arasında, rejisörün birine ibadet eden kişi ve diğerine hırsız rolünü vermesinin dışında bir fark yoktur. Mahkeme­mizde hakim ne kadar ciddiyetle davaya bakıyor ve kendine göre adaleti sağlamak için ne kadar çaba harcıyorsa harca­sın, sizin görüşünüze göre onlar iddia ve savunma makamı ve sanık olup hepsi aktördür ve zavallılar, orada sadece bir oyun oynanırken gerçekten bir mahkemenin çalıştığını ve adaletin yerini bulacağını sanıyorlar. İşte, benim ilk sorula­rıma "evet" diye cevap vermenizin sonucu budur;

Peki, şimdi bu sorularıma "hayır" cevabı mı vereceksi­niz? Ama burada da bir zorluk var. Bu sorun, sadece bir "hayır" cevabıyla çözümlenecek gibi değildir. Mesele burada bitmeyecektir ve bununla sizin birçok gerçekleri yok sayma­nız gerekecektir, örneğin, insanın kaderinin önceden belir­lenmediği ve kaderin bir dış gücünün kararıyla oluşmadığını söylediğiniz zaman, herhalde olumsuz cevabınızın anlamı insanın kendi kaderini kendi belirlemesi olmalıdır. Yani ka­derinin ve kısmetinin kendi irade ve çabalarıyla oluştuğunu ima ediyorsunuz.

Bunun üzerine ilk soru olarak, bu ifadenizde "insan"dan neyi kastettiğiniz sorusu akla gelebilir. Bireyler mi yoksa, toplum veya ulus dediğimiz insanların büyük bir grubu mu? Yoksa, tüm insanlık mı? Eğer demek istediğiniz her insanın kendi kaderini kendi yaptığıysa, kaderi oluşturan şeylere bir göz atın ve söyleyin, insan bunların hangisi üzerinde tasarruf sahibidir? Kaderin oluşturulması için ilk gereken unsurlar arasında insanın organları, zihinsel ve bedensel güç ve yete-nekleri ve ahlâki özellikleridir. Bunların iyi ve yerinde olması, bozulması, dengeli ve dengesiz oiuşundaki azalma ve çoğal­ma kaderini kesin bir biçimde etkiler. Ancak bütün bu şey­leri insan anne karnından alarak dünyaya gelir ve bugüne kadar kendi planı, programı ve seçimiyle kendini oluştura­rak dünyaya gelen tek bir kişi olmamıştır. Ayrıca, bir kişinin kaderinin oluşması veya bozulmasında, her insanın kendi atalarından miras aldığı pek çok etkenler rol oynar. Sonra, hangi aile, toplum, sınıf, millet veya ülkede doğmuşsa, onla­rın zihinsel, ahlakî, sosyal, ekonomik ve siyasal durumlarının pek çok etkileri dünyaya adım attığı zaman onu her taraftan sanverir. Bütün bu şeyler insanın kaderinin yapımında rol oynar. Şimdi, ırkını ve çevreyi kendi beğenisi ve seçimiyle belirleyen ve bunlardan her birinin etkilerini ne ölçüde kabul veya reddedeceğine karar veren bir kişi var mıdır? Aynı şe­kilde, insanın kaderini dünyanın birçok olayı ve rastlantıları da iyi veya kötü şekilde etkiler. Deprem, sel, kıtlık, hava, hastalıklar, savaşlar, ekonomik çalkantılar ve tesadüfi geliş­meler çoğu kez insanların tüm hayatlarının akışlarını değişti­rir ve yaptıkları bütün hesap ve planlarını altüsteder; oysa bu hesaplar ve planlar çok düşünülerek, taşınarak ve büyük çabalarla kendi rahatlık ve başarıları için hazırlanır. Ve bu­nun tam aksine, sık sık benzeri rastlantılar bir insanı anında öyle başarılara ulaştırır ki, elde edilmelerinde aslında kendi çabalarının payı çok az olur. Bunlar öyle belirgin gerçekler­dir ki, bunları inkâr etmek için inatçılık, hatta küstahlık ge­rekir. O halde, insanın kendi kaderini kendisinin yaptığı nasıl kabul edilebilir?

Şimdi eğer siz iddianızı değiştirip diyorsanız ki, bireyler değil, uluslar ve topluluklar kendi kaderini kendi çizer. O zaman bu da kabul edilecek bir husus değildir, Her ulusun kaderini oluşturan nedenler arasında ırksal özellikler, tarihi etkiler, coğrafi durumlar, doğal sorunlar ve uluslararası or­tam yer alır. Ve dünyanın hiçbir milleti bu nedenlerin dışına çıkıp kendi kaderini istediği gibi yapma gücüne sahip değil­dir. Ayrıca, yeryüzü ve göklerin düzeninin bağlı olduğu ve içine girmek söyle dursun, tam olarak bilinmesi de hiçbir ulusun gücünün yetmediği doğa yasası, ulusların kaderlerini öyle etkiler ki, bunları hiçbir millet veya topluluk durduramaz ve bunlardan kurtulamaz. Bu yasa geri planda işleyip durur ve bazen aniden ve bazen aşamalı olarak işleyişinden öyle sonuçlar doğar ki, bunlar yükselmekte olan ulusları alçaltir ve düşmekte olan milletleri yükseltir. İnsanın elinden tama­men uzakta olan nedenlerin durumu budur. Ne var ki, görü­nürde insanın elinde olan nedenler de iyice incelendiğinde umut verici bir sonuç vermez. Bir milletin kaderinin oluşma­sı, daha doğrusu düzelmesi daha çok uygun bir lider kadro­suna sahip olmasına, bu liderlikten yeterince yararlanması için elverişli nitelik ve özelliklere sahip çok sayıda bireylerinin varolmasına bağlıdır. Ancak bir milletin bu her iki şeyi elde etmesi için serbestçe kendi iradesi ve seçimini kullandığına ilişkin herhangi bir kayıda ne tarihte rastlıyoruz ne de gü­nümüzde bir örneğini görüyoruz. Bizim gördüğümüz sadece budur: Bir ulus yükselme noktasına geldiği zaman iyi bir lider kadrosuna sahip olur ve bu liderliğin başarılı olması için gereken nitelik ve özellikleri de kazanır. Ve aynı ulus çökmeye başlayınca, ondaki liderlik ve takipçilik gibi iki ye­tenek öyle kayıp olur ki, hiçbir sempatizanı onları geri geti­remez. Milletlerin tarihindeki bu iniş ve çıkışların hangi kanu­na bağlı olduğu ve o kanunun ne olduğu hakkında hiçbir bilgimiz yoktur.

Şimdi, siz milletleri bıraksp bütün insan irkıyla ilgili olarak mı hükmünüzü vereceksiniz ki, bu kendi kaderini kendi çizer? Ama bunu söylemek daha da zordur. Nesillere ve milletlere bölünmüş, ülkelere dağılmış, sayısız uygarlık ve kültürlere burünmüş ve yine sayısız dil ve lehçeler konuşan insan ırkiyla ilgili olarak eğer bir kişi, onun toplu bir iradeye sahip olduğunu, bu iradeye göre çok düşünerek taşınarak kendi kaderini, kısmetini belirlediğini varsayıyorsa, aslında aslında çok acayip bir varsa­yımda bulunduğu söylenebilir. İnsanoğlu gerçekten kendi ge­lişme takvimini kendi mi hazırlamıştı? Yani, falan döneme ka­dar taş aletlerini kullanacağına, fıian çağa kadar demir ve ateşi kullanmaya başlayacağına, filanca aşamaya kadar İnsanî ve hayvanı güç kullanacağına ve sonra makinelerin gücüne güve­neceğine, filanca yüzyıla kadar kompassız teknelerle yolculuk edeceğine, daha sonra, kendi yönünü belirlemek için kompas kullanmaya başlayacağına kendi mi karar vermişti? Sonra, Afri­ka, Amerika, Avrupa, Asya ve Avustralya 'daki değişik ulusların, yani kendi değişik bölgeleri için değişik kaderlerini belirieyen de insanoğlu mudur? Gayet tabii ki, böylesine garip iddialarda bulunmayı aklı başında bir kişi kafasından bile geçiremez.

Bundan sonra, sizin için, insanın kendi kaderini kendi be­lirler görüşünde kalmanızın hiçbir imkânı bulunmuyor. Çünkü ne bireylerin her biri, ne bireylerin bir grubu, ne bir ulus, ne de tüm insan ırkı kendi kaderinin sahibiyse, bu kaderin mülkiyeti hangi "insan"m payına düşecektir?

Gördünüz. Size ilk önce sorduğum soruların cevabı ne sa­dece "evet" ne sadece "hayır" biçiminde verilebilir. Gerçek bu ikisi arasındadır.

Bu akılalmaz evren düzenini sürdürmekte olan müthiş iradenin dışında dünyada hiçbir şey işleyemez, işe yaramaz; hatta, işlemesi ne demek, ayakta kalamaz, yaşayamaz. Ci­hanşümul bir plan var ve bu plan her şeyi ile dünyada ve uzayda işlenmektedir. Hiçbir kimsede bu planı, bu düzeni değiştirecek, buna karşı çıkacak, bunun dışına çıkacak veya bunu etkileyecek güç yoktur.

Sahip olduğumuz tüm bilimler, bilgiler, deneyimler, gözlemler hepsi kâinatın bu saltanatında başka kimsenin egemenliğine imkan olmadığını göstermektedir. Hangi dü­zenin ilke ve kuralları gökteki büyük kürelerin bir santim bile kaidelerinden oynamasına izin vermiyor, hangi güç dünya­nın belli bir yörüngede dönmesini zorunlu kılıyor hangi hü­kümet rüzgâr, su, ışık, sıcak ve soğuk üzerinde tam bir hâ­kimiyete sahip bulunuyor, hangi kudret insanın doğmasın­dan önce onun dünyada yaşamasını mümkün kılan imkân­lar ve ortam hazırlamış bulunuyor ve hangi gücün yetkileri, yaşamsal dengede en ufak bir değişiklik yapılması halinde tüm insan ırkının bir anda helak olması mukadder kılıyorsa, işte onun altında kalarak yaşayan insanın kendi kaderini istediği gibi yapma özgürlüğüne sahip olduğu tasavvur edi­lemez. Ancak, bizi bu dünyaya getiren, bize ilim, düşünce, görüş, irade ve karar yeteneği veren, bizde bazı yetkilere sahip olduğumuz hissini yaratan, bizde iyi ile kötüyü birbi­rinden ayırma yeteneği doğuran, bizim ahlâklı ve ahlâksız fiiler arasında ayırım yapma ve dünya işleriyle ilgili olarak belli bir tutum içine girme imkânını sağlayan gücün bütün bunları bizimle dalga geçmek için yaptığını düşünmemiz doğru değildir.

Biz bu evrenin hazırlanması ve işlenmesinde büyük bir cid­diyeti görüyoruz. Hiçbir yerde şaka, oyun veya alay görmü­yoruz. O halde, gerçek, vicdanen hepimizin hissetiği husustur. Yani, gerçekten biz burada sınırlı ölçüde bazı yetkilere sahibiz ve bu yetkilerin kullanımı açısından biz münasip derecede öz­gür de sayılırız. Bu özgürlük elde edilmiş değil, bağışlanmış bir özgürlüktür. Bunun miktarı nedir, sınırları nedir ve niteliği ne­dir? Bunu belirlemek zor, hatta imkânsızdır. Ancak bunun öz­gürlük olduğu inkâr edilemez. Evrenin cihanşümul planında bizim için seçilen konum, sınırlı bir ölçüde özgürce hareket eden bir aktörün rolüdür. Bizim için burada sahip olduğumuz özgürlük, ancak bu planda uygun görülen ve sığdırabilecek kadar özgürlük vardır. Ve biz, ahlaki açıdan aslında bize veril­miş olan özgürlük kadar sorumluyuz. Bizim ne kadar özgür olduğumuz ve yaptığımız işlerden ne kadar sorumlu olduğu­muz, bu her iki husus bizim bilgi alanımız dışındadır. Bunu an­cak kendi planında bize bu konuma layık gören güç bilebilir.

İşte dinimizin bu meselede benimsediği görüş budur. Dini­miz bir yandan Kaadir-i Mutlak olan Allah'a iman etmemizi ister ve bu da demektir ki, biz ve çevremizdeki bütün her şey ve evren Allah'a bağlıdır ve O'nun hâkimiyeti herkesi ve herşeyi kuşatmıştır. Diğer yandan, dinimiz bize ahlâk kavramlarını Öğ­retir, iyi ile kötü arasında ayırım yapmamızı sağlar ve falanca yolu seçtiğimizde kurtulacağımızı, filanca yolu benimsediği­mizde cezalandırılacağımızı anlatır. Bu husus, ancak bizim ger­çekten kendi hayat yolumuzu seçmekte özgür olmamız halinde tutarlı olabilir.

Cebir Ve Kader Problemi / Mevdudi