'28 Şubat Adı Konmamış Bir Darbeydi'

'28 Şubat Adı Konmamış Bir Darbeydi'

“Türkiye çok büyük yol katetti” diyen Kavakçı yine de ülkenin istenen noktaya gelmediği inancında. Bu nedenle “Temkinli bir iyimserlik içersindeyim” diyor.

İŞTE MERVE KAVAKÇI İSLAM İLE RÖPORTAJ:
 
Türkiye’ye dönme kararınızda hangi gelişmeler etkili oldu?
 
Aslında uzun bir zamandır Türkiye’ye dönmek istiyordum. Fakat uygun ortamı bulmak gerekiyordu. Başörtülü kadınların Türkiye’de mesleki anlamda yerlerini bulup bulamayacağı sorusu beni düşündürüyordu. Zaten ülkemden de bu sebeple ayrılmıştım. Türkiye siyasetindeki değişiklikler ülkeme dönmemde büyük rol oynadı. Kısacası başörtüsü yasağının kamusal alanda ve üniversitelerde kalkmış olması dönmemin yolunu açtı.
 
31 Ekim 2013’te başörtülü milletvekilleri TBMM genel kurulunda yer aldı. Neler hissettiniz?
 
Ben hakkın gelmiş, batılın ortadan kalkmış olduğunu düşünüyorum. Ancak başörtüsü yasağı dört alanda; savcı, hakim, polis ve asker olamama konusunda hâlâ devam ediyor. Bence bu önemle üzerinde durulması gereken bir konu. Bu son derece büyük bir hata.  
 
“Başörtüsü yasağının sürmesi oryantalistlik”
 
Başörtüsü meselesinin çözülmesi 10 yılı aşkın bir süre aldı. Sizce de uzun sürmedi mi?
 
Bence uzun bir süreydi. Daha önce olmalıydı. Özgürlükler ve haklar için hiçbir zaman erken olamaz. Bazıları bunun çok yerinde ve zamanında olduğunu düşünebilir ama başını örten biz kadınlar için geçti. Ama sonunda oldu. Minnettarım. Fakat bu dört alandaki yasağın da kalkması gerekir. Çünkü başörtülü kadına “Sen avukat olabilirsin fakat hakim ya da savcı olamazsın. Çünkü objektifliğinde sorun var” demek tamamen oryantalist,
Batı kaynaklı bir düşüncedir.
 
Türkiye’ye dönmekten mutlu musunuz? Kızlarınız da sizinle birlikteydi. Kırgınlıklar geçti mi?
 
Çok memnunum. Şimdi baktığımda hiçbir kesinti olmamış, Amerika’daki rahatlığıma devam ediyormuşum gibi geliyor. Bir de çok güleryüzlü bir ortamdayım. Kızlarımdan
bir tanesi Türkiye’ye dönüş yaptı, eğitimini tamamladı. Diğeri Amerika’da doktorasına devam ediyor. Kırgınlıklar belki de bizi daha çok olgunlaştırıyor. Belki de kırgınlıklar bir tarafta soğuyor, yok olmuyor. Zaman üstünü örtüyor. Öyle diyelim...
 
2015 Genel Seçimleri yaklaşıyor. Milletvekili olma isteğiniz var mı?
 
Akademik çalışmalarıma devam edeceğim. Kaderciyim.
 
Bu nedenle gelecekle ilgili çok plan yapmıyorum.
 
Konuşmalarınızda “Türkiye 10 yılda çok değişti” demiş, önümüzdeki 10 yıldan umutlu olduğunuzu söylemiştiniz. Türkiye’den neler bekliyorsunuz?
 
Benim şu anda bir üniversite çatısı altında başörtülü bir akademisyen olarak oturuyor olmam Türkiye’nin 10 yılda ne kadar değiştiğinin en güzel ispatıdır. Artık görünüşünüzle değerlendirilmenin ötesinde akademik ortama katabilecekleriyle bireyleri değerlendirmeye başladık. Türkiye’nin sancılı ama çabuk değişimine tanık olduk. Kolay bir dönüşüm de olmadı. Her alanda çok yol katettik diye düşünmüyorum. Yapılması gereken çok şey var. Fakat en azından kadın özgürlükleri ve başını örtmeye karar veren kadınların yaşam alanlarının genişletilmesi açısından önemli değişiklikler oldu. Başka ülkelerin skalalarına göre bu çok önemli bir yol olmayabilir. Fakat Türkiye’nin nevi şahsına münhasır sorunları göz önüne alınınca önemli bir yoldur bu.
 
“Birisi endişeliyim diyorsa, ‘hayır endişe etme’ diyemeyiz”
 
Kadın özgürlüklerinden bahsetmişken şunu da söylemek gerekir. 10 yıl öncesinin aksine bu dönemde de başörtüsü takmayan kadınların gelecek endişesi yaşadığını görüyoruz. Sizce bu endişeler yerinde midir?
 
Birisi “Ben endişeliyim” diyorsa “Hayır. Sen endişeli olma” diyemeyiz. Bu hakka sahip değiliz. Çünkü geçmişte maalesef biz insanları, “Ben biliyorum. Senin kafanda şu var” diyerek yargıladık. Ben zaten böyle bir yaklaşımdan dili yanmış bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Bir endişe varsa bu endişenin giderilmesi gerekir. Daha objektif bir şekilde, bir akademisyen olarak değerlendirirsem şöyle düşünebilirim: Kadınlar üzerinden siyaset yapılması sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Ulus devletlerin birçoğunda bunun örneklerini görebiliriz. Tabii ki kişilik haklarına bir zarar geliyorsa, kişilik haklarının daraltılması söz konusuysa, bunu yaşayan bir insan olarak, bunu yapmaya kimsenin hakkı yok diyebilirim.
 
Diğer insanlardan öte Türkiye’deki siyasi güç de bazı zamanlarda kişisel haklara müdahale edebiliyor. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nden gördüğü manzaranın, Kadıköy vapurundan inen insanların halinin, kıyafetinin kendi değerlerine ters düştüğünü söylemişti...
 
Bu olaydan haberim yok. Tabii siyaset hata yapmaya açık bir alan. İnsan olduğumuza göre, insanın olduğu her yerde de hata olacaktır. Kadınların siyasetin merkezine bir obje olarak oturtulmasına karşıyım. Siyasette kadınlar kendileri olarak var olmalı. Kadınlar kendi adlarına konuşmalı diyebilirim. Uluslararası literatüre baktığımız zaman Türkiye kadın hakları konusunda bir rol model olarak gösteriliyor. Fakat Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre maalesef sadece çok az gelişmiş birkaç ülkenin önünde olduğumuzu görüyoruz. 2012’de 136 arasından sadece 126’ncı olduk.
 
“Gezi’yi Türkiye’nin iç meselesi olarak değerlendirmiyorum”
 
Türkiye’nin 2012’den bu yana bir kutuplaşma içinde olduğu dile getiriliyor. Siz Türkiye’nin kutuplaştığını düşünenlerden misiniz? Bununla bağlantılı olarak gezi parkı eylemlerini takip edip etmediğinizi de sormak isterim.
 
Türkiye’de kutuplaşma her zaman var oldu.  Çok duygusal bir toplumuz, duygularımızla hareket ediyoruz. Bu da kutuplaşmayı besleyen bir şey. İnsanlar dönem dönem sağcı ve solcu ya da dindar ve laik olarak kutuplaştı. Bu kutuplaşmalar bir anlamda Türkiye’nin popüler siyasi kültürünün de bir parçası haline geldi.
 
Gezi olaylarını dışarıdan bir göz olarak takip ettim. Endişeyi anlıyorum; dünya değişiyor, havanın kirlenmesiyle ve küreselleşmeyle gelen bazı gerçekler var. Sınırlı doğal zenginliklerin bize yetmeyeceği gibi gerçekler... Gezi’de samimi bir direniş olabileceğini ancak bunun daha sonra maksadını aşan ve Türkiye’nin sadece içinden değil, dışından da geçekleşen bir darbe girişimi olduğunu düşünüyorum. Gezi olaylarını Türkiye’nin bir iç meselesi olarak değerlendirmiyorum. Siyaset bilimci olarak aldığım terbiye buna müsade etmiyor. Bunu daha genel anlamda bölgesel bir değişim, o bölgeye ait haritanın yeniden çizilme çabaları çerçevesinde iç ve dış siyaseti birleştirerek değerlendirmek lazım.
 
“Türkiye ‘bahar’ını son 12 yıl içinde yaşadı”
 
Bahsettiğiniz bölgesel değişim Arap Baharı mıdır?
 
Sadece Arap Baharı değil. Arap Baharı olduktan sonra yükselen “Türkiye’de de Arap Baharı olsun” seslerini çok yadırgıyorum. Türkiye baharını zaten öyle ya da böyle, büyük bir atılımla son 12 yıl içerisinde yaşadı. Ama atmamız gerek çok adım var. Bu yüzden ben temkinli bir iyimserlik içersindeyim.
 
Gezi direnişini sormamın iki maksadı vardı. Birincisi özgürlükler konusundaki kaygıyı paylaşıp paylaşmadığınızı öğrenmek. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkı’nın önünde bir engel var. Bu hak bir yasağa dönüştü. Mahkemelerden aksi yönde kararlar çıktı ama bu engelin varlığı devam ediyor...
 
Bu demokratikleşme yolundaki bir ülkenin önünde engel değil midir? Demokrasiyi sadece sandıktan ibaret sanmak yanlış olacaktır...
 
Ben “haklar paradoksu” adı verilen teorik çalışmada da bulundum eğitimim sürecinde. Hakların sınırlarını nasıl çizebiliriz? Biraz felsefeye de girebilir bu. Fakat kısaca ifade etmem gerekirse, tabii ki insanların kendilerini ifade etme özgürlükleri var. Zaten böyle bir özgürlüğe sahip oldukları için protesto gösterileri yapabiliyorlar. Fakat istenen noktaya gelindi mi? Gelinmemiş olabilir. “Biz protesto hakkımızı kullanmak istiyoruz” diyen kesimin karşısına da şu argümanla çıkılabilir: “Bizim asayişi sağlama sorumluluğumuz var.”
 
Gezi sorusundaki ikinci maksadım şuydu: Herkesin samimi bulduğu direnişin ilk günlerinde semboller çıktı ortaya. Memet Ali Alabora bunlardan biriydi. Fakat sonra hedef gösterildi. Şu an yurt dışında. Siz kendinizle Alabora arasında bir paralellik, benzerlik görüyor musunuz?
 
Olanları bilmediğim için yorum yapamayacağım.
 
“Eğitimin şartı eleştirel bakış”
 
Üsküdar Üniversitesi’nde postkolonyalizm üzerine çalışacaksınız. Derslerinizde neler anlatacaksınız?
 
Üsküdar Üniversitesi Rektörü Nevzat Tarhan ile yaptığımız görüşmede postkolonyal çalışmaların ne kadar önemli olduğu konusunda hemfikir olduk. Postkolonyal teorinin Türkiye toplumunun gelişmesinde önemli bir rol oynayacağını düşünüyordum. Postkolonyalizm eleştirel bir bakış açısıdır. Şu an dünyada eğitim verdiğimiz alanların hemen hemen birçoğunda baskın bir bilgi hakim. Bu bilginin de önemli bir kısmı Batı çıkışlıdır. Postkolonyal eleştirinin temelinde kolonyalizm yani sömürgecilik yatıyor. Postkolonyal eleştiri de sömürgecilik sistemini acımasızca eleştiriyor.
 
Amerika’daki öğrencileriniz bu çalışmalara ne gibi tepkiler veriyordu?
 
Amerika’da oldukça özgür bir akademik ortam var. Siyasi dünya daha bölünmüş olabilir ama akademik alanda insanlar hemen hemen her konuya önyargısız bir şekilde, öğrenme çabasıyla yaklaşıyor. Bu nedenle öğrencilerimin yaklaşımları hep pozitif oldu. Zaten eğitim ister Amerika’da ister Çin’de verilsin önemli olan ele alınan konuya eleştirel bir bakışla yaklaşabilmektir.
 
“Bence Diyanet laiklik ilkesine aykırı”
 
2013’te verdiğiniz bir röportajda “Devlet din üzerinden elini çekmeli” diyerek, Diyanet’in kapatılması gerektiğini savunuyordunuz. Bu günlerde de zorunlu din dersleriyle ilgili bir tartışma, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) aldığı bir karar var...
 
Görüşlerim değişmedi. Cumhuriyet tarihinin başından itibaren din bir araç, insanları bir araya getiren bir birleştirici, bir anlamda bir yapıştırıcı madde olarak kullanıldı. Ancak bu esnada dinin insan hayatındaki yeri değiştirildi. Bu biraz da zorla yapıldı. İstiklal Mahkemeleri gerçeğine baktığımız zaman bunu açık açık görebiliyoruz. Ben devletin dini bir araç, aparat haline getirmesine karşıyım. Diyanet İşleri Başkanlığı, devlet otoritesinin bir kurumudur. Çalışanlar kamu personelidir. Devlet ve din işlerinin ayrışması bu şekilde olmaz. Bu bence laiklik ilkesine de aykırı. Zaten Türkiye çarpık laiklik ilkesinden çok çekti. Başörtüsü yasağı da laiklik anlayışının Türkiye’ce yorumlanması anlamına geldi. Tam anlamıyla laiklik ancak din ve devletin birbirleri üzerinde hakimiyet kurmamalarıyla olur. Burada biz dinin üzerinde hakimiyet kurmuş oluyoruz.
 
**************************************
 
Türk vatandaşlığından çıkarıldıktan sonra ABD'ye yerleşmek zorunda kaldığını ifade eden Merve Kavakçı İslam, Türkiye'de başörtüsü sorununun çözümü adına yaptığı çalışmalar hakkında bilgi verdi.
 
Konuşmasında, başörtüsü ve laiklik kavramları üzerinde duran Kavakçı, modernizasyon ve Batılılaşma hareketi projesi olarak gördüğü rejimi eleştirerek şöyle konuştu:
 
"2 Mayıs 1999 günü, Meclise girdiğimde körü körüne tek tipleştirici, batılılaşma projesi ilk defa başarısız oldu. O anda rejim bir şok geçirdi.
 
TBMM, milletin bir meclisi olması gerekirken, kendini bir devlet makamı olarak gördü. Rejim savunucuları ilk defa 'bu işte bir yanlış var' dedi. Bu yüzleşme ve öfke hepimize bir tokat attı. Rejim savunucuları ilk defa şapkalarını önüne koyarak, 1920'lerden 1990'lara gelindiğinde 'bu kadının bu mecliste olmaması gerekiyordu, biz nerede hata yaptık?' dediler.
 
Bu rejimin, siyasal anlamda benim gibi düşünen partimin mensubu ya da sosyal anlamda benim gibi düşünmeyen, bir kadın olarak benim mecliste bulunmamı bile islami bulmayacak partimin yine mensubu olan erkeklerle hiçbir problemi olmadı. Onların hepsi yemin ederken, problem kadının kimliği üzerinden gelişti."
 
"MİLLET İRADESİNE YAPILMIŞ BİR DARBEYDİ"
 
Milletvekili adaylığı sürecinde hiçbir sorunla karşılaşmadığını vurgulayan Kavakçı, "Kampanyamı yaptım, sabıka kaydımı aldım. Seçim oldu, mazbatamı aldım. Teknik açıdan milletvekili oldum, buraya kadar hiçbir sorun yok. Meclise girdiğim dönemde fiili eylem ile karşı karşıya kaldım.
 
Bu nedenle o güne, adı konmamış bir darbe nitelemesi yapıyorum. Gerçekten millet iradesini yapılmış bir darbeydi. Bu modernizasyon ve Batılılaşma projesinin ilk defa kendi içinde çelişerek gerçekten başarılı olamadığı sonuçlarıyla hepimize tesir etti" diye konuştu.
 
"BU KADINA HADDİNE BİLDİRİN' SÖZLERİYLE SİYASİ LİNÇ KAMPANYASI BAŞLATILDI"
 
Merve Kavakçı, 2 Mayıs 1999 günü TBMM'de yaşanan olayların ardından ailesi ve kendisi açısından zor günlerin başladığını söyledi. Kavakçı, "O gün söylenen 'Bu kadına haddine bildirin' sözleriyle siyasi bir linç kampanyası başlatıldı. Ben bu ülkeden ayrıldıktan sonra da bu linç devam etti" dedi.
 
ÖĞRENCİLERİN SORULARINI YANITLADI
 
Merve Kavakçı İslam konferansın birinci bölümünde yaptığı konuşmanın ardından ikinci bölümde öğrencilerin yazılı ve sözlü olarak sorularını cevapladı.
 
"BÜYÜK BİR HATAYDI"
 
Bir öğrencinin "O gün ile ilgili keşkeleriniz var mı?" şeklindeki sorusuna Kavakçı,"Keşkelerim var. Birşey değişir miydi bilmiyorum ama mecliste kopan o gürültüden sonra ara verildiğinde dışarı çıkmam büyük bir hataydı. Bir şey değişir miydi? Onu bilmiyorum. Genel manada partime getirdiğim eleştiriler var.
 
Strateji eksikliği affedilir bir şey değildi. Maalesef partimiz gerektiği gibi davranamadı. Çok şükür bugün mecliste öyle bir sorun söz konusu değil. Bunların hiçbiri yapılan hak ihlalini meşrulaştırmaz" şeklinde yanıt verdi.
 
Yaklaşık 2 saat süren konferansın sonunda Hukukçular Kulübü öğrencileri, Merve Kavakçı İslam'a çiçek hediye etti.
GAZETE VAHDET