SOSYAL BİR HİPNOZ OLARAK FUTBOL

SOSYAL BİR HİPNOZ OLARAK FUTBOL

Simon Cuper’in “futbol asla sadece futbol değildir” sözünün çeşitli sosyolojik tabanlarda farklı karşılıklarının olduğu muhakkak...

Simon Cuper’in  “futbol asla sadece futbol değildir” sözünün çeşitli sosyolojik tabanlarda farklı karşılıklarının olduğu muhakkak. Futbol zaten -sadece futbol olamayarak- yani doğası gereği sadece bir sportif faaliyet ol(a)madığı için, tüm bu sosyolojik, psikolojik ve politik yansımalarıyla -ona hükmeden egemenleri tarafından- daha tehlikeli / geçerli bir alana doğru konumlandırılmıştır.
 
Portekiz’in ünlü diktatörü Salazar’ın “futbol olmasaydı bu ülkeyi yönetemezdim” sözü ya da faşist İspanyol General Franco’nun 3F (futbol, fado, fiesta) formülü ile bina ettiği felsefesini açıklarken söylediği; “Onları (halkı) o dev beşiklerde (stadyumlarda) salladım, hepsini uyuttum” cümlesi, geçtiğimiz yüzyılda egemenlerin futbolu yalnızca bir spor dalı olarak görmediklerinin en güncel / politik kanıtları olarak kayıtlara geçmişti.
 
Futbol’un “kitleleri yönlendirme konusundaki” en etkin-en işlevsel politik araçlardan birisi olduğunun keşfedilmesi meselesi, modern kapitalist sistemin futbola olan tutkusunu ve bu pazara karşı gittikçe artan iştahını daha da anlaşılır bir hale getiriyor. Bu bağlamda futbol güneşinin doğuşunun Britanya dağlarından başlamasının hiç de şaşırtıcı olmayan sebepleri üzerine kafa yorulabilir. Sanayi devrimi örneğinden yola çıkacak olursak; İngiliz futbol kulüplerinin sanayi devrimi ile yaşıt olmalarının sosyolojik bir anlama da kapı aralaması mümkün. (Fabrika ve demiryolu işçilerinin köklü futbol kulüplerinin kuruluşuna ön ayak olması, biraz da bu dönemsel şartların doğurduğu bir durumdu)
 
Futbolun köyü terk ederek şehre yerleşmesi; bu oyunun tüm safiliğini bozan ilk önemli hareketlenmesiydi. Sanayi Devrimi öncesi Britanya kırsalında en temiz ve en sade haliyle oynanan futbolun -işçi açığının kapatılması için üretim merkezi olan şehirlere göç etmek zorunda kalan- köylülerle birlikte geldiği şehir hayatında kendisine yeni etkinlik alanları oluşturması kaçınılmazdı. Köylü-işçilerin çok ağır şartlar altında çalıştığı ve henüz sendikalaşamadığı dönemin boşluğunu İngiliz burjuvazisi / yeni sermaye eliyle kurulan kamu okulu öğrencilerinin doldurması dönemin ruhu açısından önemli bir gösterge sayılabilir.
 
Futbolu köylü-işçilerin elinden “kurtararak” daha steril-kurallı bir hale getirenlerin ve yönetim bayrağını devralarak bir daha işçi sınıfına vermeyenlerin yine bu kamu okulu mezunlarından veya onların ait oldukları hakim üst-sınıflardan çıkması meselesinin, işi daha en başından -yani doğuşundan- itibaren asıl konuşulması gerektiği yere doğru çektiğini söyleyebiliriz, o yerin koordinatlarını şöyle sınıflandırmak mümkün; sürüklenenler ve sürüklenmenin kurallarını belirleyenler. Kurthan Fişek’in Sanayi Devrimi’nin en parlak politik icadını takdimine bakarsak; “Futbol, bütün takım sporları gibi Sanayi Devrimi icadıdır. 1832’de başlar. Yükselen burjuvazi, işçilerin sokaklara dökülmesini önlemek için, futbolu icat etmiştir.”
 
Futbolun -endüstri çağının yeni arzu nesnesi olarak- esas anlamını yitirdiği gerçeği uzunca bir süredir önümüzde duruyor. Modern kapitalizmin istediği gibi kullandığı, yönlendirdiği, daha fazla tüketim rüyasına yatırdığı ve yalnızca ”müşteri” kapasitesi devam ettikçe sevdiği bir endüstri artık futbol. Esaslı müşterilerinin; lisanslı ürün, bilet ve maç kutusu satın alarak -masumiyet karinesiyle-  besledikleri, ruh ve tutkudan çok uzakta kurulmuş bu yeni model sömürü düzeninin, sportif bir faaliyetten çok ötede bir yerde, başka türlü bir anlama hizmet ettiği de kusursuz-huzursuz bir gerçektir artık.
 
Taraftar kimliğiyle bu kapital gösteriye dâhil olan müşterilerin büyülü arenalarda sesleri kısılarak ortaya koydukları samimiyetlerinin yeterince örselenmiş / sömürülmüş olması, oyun kurucuların asla önemseyeceği bir şey değildir, olamaz da. Kulüplerle kurulan aidiyet duygusu ve renk fetişizmi bağlamında mutlaklaştırılmış taraftarlık olgusu, bireyin kendisini inkâr etmesi anlamına da dâhil olabilir. Bu tutkulu serüvene yaklaşımlarıyla oldukça keskin-dikkate değer bir mesafede hiza almış Terry Eaglaton’a kulak kabartırsak; “Futbolla, taraftarların kulüplerine zorla giren şirket kodamanlarına ayaklanması şeklinde kızgın popülizm patlamaları olsa da; günümüzde çoğunlukla futbol halkın afyonudur, eğer en alasından kokaini değilse. İkonu, kusursuzca Tory [muhafazakar], her şeyiyle konformist olan Beckham’dır. Kızıllar ['The Reds' -Liverpool ya da diğer bazı İngiliz takımları] bundan böyle Bolşevikler değil.”  
 
Yeri gelmişken sosyal ağlarda ve sanal ortamlarda Ali Şeriati imzasıyla dolaşıma sokulan; “Bir hak ihlalinde sokağa çıkma cesareti elde edemeyenler, bir maç sonrası aslan kesilebiliyor, bazen de canını verebiliyorsa; tribünden gelen sesler süren savaşlardaki mazlumun sesini kısıyorsa Futbol afyondur!” sözünün Ali Şeriati’nin bir kılıç gibi kullandığı kaleminden çıkmadığını söylemek lazım. Evet, futbol topluma bir afyon olarak sunulmuş ama kitlelerin -bu bize yetmez tonuyla- daha fazlasına da varız demesiyle, ritüellerine sıkı sıkıya bağlı kalınan bir din olarak sahiplenildiği ve sosyolojik bir yara haline getirildiği aşikar.
 
Modern kimlik bunalımı ve ‘taraftar’ olmak
 
Futbol tüm dünyada popülerliğini -yaygınlığını sürdürüyor. Oynanmasının oldukça basit ve anlaşılır bir mantıkla kurgulanması ve kurallarını öğrenmek için ortalama bir zekaya sahip olmanın yeterliliği gibi etkenler; “icra” edilmesini ve bu renkli dünyaya herkesin rahat bir şekilde dahil olabilmesini kolaylaştırmıştır. Futbolla, kulüp sevgisiyle, tribün kültürüyle ve aidiyet duygusuyla birlikte gelişen “kimlik” arayışı sonucunda, piyasanın; taraftarlığı “sosyolojik bir kimlik”e dönüştürerek onları yaşadıkları tüm modern kimlik bunalımlarından kurtarıp en üst bir çatıda buluşturarak eşitlemesi, anlam arayışlarına dair bir içerik yanılgısıdır aslında. Değerlerinden, manevi tedavi yöntemlerinden, kutsalla olan irtibatından uzaklaşmış modern insan için “taraftarlık” kimliğiyle ulaştığı bu korunaklı çatının; politik, dini ve sosyal aidiyetlerden daha geçerli bir ferahlatıcı etkiye sahip olduğu muhakkak. Çünkü kutsalla kesilen irtibat, modern kutsallara giden tüm tali yolların açılması anlamına gelecektir işin doğal seyrinde.
 
Futbol ve taraftarlık meselesinin en yaygın ve en kabul görmüş -ibadet edilircesine kıymet verilen- modern kutsallar olarak zihinleri ve kalpleri gereğinden fazlasıyla meşgul ettiği gerçeğini görmezden gelmek artık çok zor. Arjantinli iki akademisyen Archetti&Romero’nun futbol ve hayat eşleştirmesine dair söylediklerini taraftarlık bağlamından bağımsız olarak düşünmek de mümkün. Futbola verilen önemin ya da futbolla kurulan bağın, futbola atfedilen değerler toplamından daha fazla bir kapsayıcılığa sahip olması, bundan doğacak tüm sakıncalara toplumsal bir kefalet de isteyebilir; “Futbol sahici bir sosyal gerçeklikle, kendince bir bağ kurar. Futbol içi bağlamlarda meydana gelen hareket ve olaylar, daha geniş bir sosyokültürel sürecin aynasından ibaret olarak değil, bir toplumun, kendi merkezindeki ahlaki, siyasi ve varoluşa dair meseleleri ortaya koyma sürecinin bir parçası gibi değerlendirilmelidir.”
 
 
 
Modern kutsallar çağında futbolun pop-ruhu
 
Teknik Direktör Şenol Güneş’in “Futbolu eskiden açlar oynuyor toklar izliyordu, şimdi ise toklar oynuyor açlar izliyor” sözüyle anlatmak istediği gerçeğin bu paralı gösteriye bilet alan müşterileri kapsadığı çok açık aslında. “Ne sağcıyım, ne solcu! Futbolcuyum futbolcu” özdeyişine oyun kurucuların izlemek istediği filmin en heyecanlı sahnelerinden biri olarak bakmak bir tercihtir. İvan Ergiç ve Metin Kurt tarzındaki oyunbozan futbolcuların “yaramaz çocuk” muamelesi görmesi biraz da bu yüzden. Ortada proleter bir başkaldırı falan olmasa da, futbolun endüstriyel piyasa aklı bir tutam emekçi bilincine bile asla tahammül gösteremez. Kazım Koyuncu’nun bir futbol kulübünü sevme gerekçesinin izahını hatırlarsak; “Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti” Futbola bu şekilde (sarhoş olmadan, piyasanın taraftar biçimlendirmesinden uzak, anti-endüstriyel ve belirleyici bir zihinle) bakabilen kafaların kendilerine genel algı içersinde yer bulabilmeleri dün çok zordu, bugün de değişmiş değil bu durum.
 
Necip Fazıl “Büyük Doğu” dergisindeki bir baş yazısında santrafor aradığını okurlarına ilanen duyurmuştu. Ama aradığı santrafor -özellikleri itibariyle- hiç de modern kapitalist sistemin hoşlanacağı türden bir santrafor değildi; “Şu futbol, din çapında öyle bir vecd kaynağı olmuştur ki, konuşmaya başlayan çocuğun ilk kelimesi ‘gol!’ olsa şaşmamalı… Artık insanda kafa meşin top, beyin meşin top, kalp meşin top, mide meşin top… Bu nefsani ra’şenin yanına ruh ve fikir ürpertisini getirebilecek ve memleket kalesinin önündeki büyük mesele topunu muazzam bir şutla ağlara takacak santrafordan ne haber?”
 
Sermayenin oyuncağı haline gelmiş bir spor dalının seyircisi ve modern kapitalist sisteminin de müşterisi olmayı reddetmek bir muhalefet biçimidir. Endüstriyel futbol meselesi; yalnızca kazanmanın geçer akçe olabildiği, başarı putuna tapılan modern bir putperestlik biçimidir. Başarmak için her yol mubah felsefesinden beslenen bir yapının / algının kazanma şehveti, başarıya endeksli popülerlik, yalnızca galibiyet üzerinden yürüyen bir işleyiş, paranın bayrağını gönüllü olarak burçlarına çekmiş kulüpler ve nihayetinde sisteme teslim olmuş bir arzu nesnesinin toplam karşılığı.
 
Sponsorluk, yayın gelirleri, bahisler, kombine, naklen yayın ihaleleri, reklam anlaşmaları ve sermayenin diğer soğuk enstrümanları bu baş döndürücü sarhoşluğu hiç durmadan körüklerken, güç zehirlenmesi yaşayan kulüp başkanları, işadamı kimliğinin yanına iliştirilmiş yöneticilik sıfatıyla kendisini yeni bir görünür-pazara açmış sayan para babaları, yapısal işleyişiyle mafyatik yapılanmaya oldukça müsait oluğundan her renkteki paranın kolayca girebildiği paravan kulüp  kasaları ve milyar euro’luk dev işlem hacmi. Üzerine legal-illegal bahisler oynanan sportif bir kumar eğlencesi olarak; yalnızca kazanmaya, başarmaya, zafere odaklı bir felsefeye biat etmenin ve kitleleri uyuşturarak bir meşguliyet oluşturmanın en geçerli güncel parolası olan endüstriyel futbol meselesinin “ben futbol’un ‘şu’ özelliğini önemsiyorum ama” denilecekse de, entelektüeller için savunulacak hiçbir tarafı kalmamıştır artık. Vaktiyle taraftarlık fanatizminin değirmenine su taşıyan şeyler yazdığı için mahcup olduğunu söyleyen Ahmet Turan Alkan’ın topa en sert haliyle girmesi gibi; “Bilmem hayrı olur mu ama söylemeli; futbol bir din haline geldi. Bu dinin sözde ilahı da başarıdır. Şirk bu değilse, nedir?”
 
“Futbol bizim neyimiz olur?” sorusu, modern kutsallar çağında değerlerinden kopartılmış bireylerin yeni anlam arama çabaları ile açıklanabilirdi belki de. Ama esas’a olan bu uzaklığımızın tüm modern kutsallara dâhil olduğunu da söylemeliyiz. İyi ortanın gol getireceğine duyduğumuz mutlak inanç kadar mesela, daha iyi bir insan olmaya ya da yoksulluğun bertaraf edileceğine inanmak, bir rüyaya veya hakikate temas eden bir asıl’a inanmak, yaşadığımız şu soğuk çağın kalesine sert bir şut atmak yerine de geçebilir, gol atmak meselemiz değilse bile. Sosyal bir hipnoz vazifesi gören futbol konuşulacak her şeyin üstünü örtecektir çünkü yoksulluk politikaları konuşulmaz olacaktır mesela seri galibiyetler almaya başladığında tutkuyla sevilen bir takım, milli maçların ulusal afyon olma iddiası arşa değecek, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu günlere doğru kıvanç ve umutla koşar adım ilerleyeceğizdir. Aynı renklere bayrak aşkı muadili bir tutkuyla bakılması gerekliliği tabi bir de. Çünkü esası sabote etmek Sanayi Devrimi’nden beri doğasına oldukça uygundur endüstriyel futbolun, üstüne başka elbise biçmeye pek de gerek yok, şimdilik.
 
Tanıdığımız en tutkulu kaleci: Albert Camus
 
Latin Amerika edebiyatının önemli ismi Uruguaylı Aziz Eduardo Galeano “Gölgede ve Güneşte Futbol” adlı şahane kitabında 20. yüzyılın en önemli Cezayirli yazarlarından biri olan -futbola karşı ilgisi malum- Albert Camus hakkında şunları yazmıştı; “1930′da Albert Camus, Cezayir Üniversitesi takımının kalesini koruyan bir melekti. Çocukluğundan beri kaleci olarak oynamaya alışmıştı, çünkü orada ayakkabılar daha az eskiyordu. Fakir bir ailenin çocuğu olan Camus için sahalarda koşmak bir lükstü. Her gece büyükannesi onun ayakkabılarının tabanını kontrol eder, eskimiş bulursa onu döverdi. Kalecilik yılları boyunca Camus çok şey öğrendi. Kazandığında çok sevinmemeyi, kaybettiğinde de çok yerinmemeyi öğrendi; futbol oynayarak insan ruhunun derinliklerine inmeyi başaran Camus, daha sonra kitapları vasıtasıyla, bu dünyanın labirentlerinde ilerlemeye devam etti, bazı sırlarını öğrendi ve bilgelik yolunda önemli bir yol kat etti. Camus belki de tanıdığımız en tutkulu kaleciydi ve şöyle diyordu hep; ‘top birine hiçbir zaman beklediği yönden gelmiyor. Bu bana hayatta çok yardımcı oldu, özellikle de büyük şehirlerde insanlar göründükleri gibi olmuyorlar…’’’
 
Tüberküloza yakalandıktan sonra devam edemediği futbol yaşantısı ona başka bir dünyanın yabancı kapılarını aralamıştı. Camus’nün kalede olması bir zorunluluktu, yani kaleci olmaya bir mecburiyeti vardı, mecburiyeti; kederli yoksulluğuydu, ayakkabılarının daha az yıpranması gerekiyordu ve bu iş için en iyi mevki, kalecilikti. Camus için rüya erken bitti, bir yabancıydı artık. Ayakkabılarını aldı ve gitti. Çünkü top hiçbir zaman beklediği köşelerden gelmemişti ona. Sermaye’nin şehvetli oyuncağı olarak ele geçirilmiş ya da bir biçimde işgal edilmiş o köşelerin sahipleri de değişeli çok oldu zaten. Camus’nün beklediği de bizim izlediğimiz de başka bir dünyanın sevdiceği artık.
 
Futbol bizim neyimiz olur?
 
İmaj toplumlarında tribün, politik muhalefetin kalesi olarak değil psikolojik rahatlamanın adresi olarak kullanılabilir durumdadır ancak, hepsi bu. Kurgucuları tarafından daha fazlası olduğu sanılsın istenir ama. Futbol; sermayenin şehvetli oyuncağı olduğu günden beri bu işler böyle alçaktan seyrediyor. Endüstriye ram olmuş bir tutkunun sahiciliğini sorgulamak, önümüzdeki maçlara baksak da bakmasak da, gerekli ve saygıdeğerdir. İspanyol futbol kulübü Sporting Gijon’un oyuncusu Javi Poves’in gösterdiği tavrın -ki yüzyılın pop-ruhuna çelmedir de bu- endüstriyel futbolun lanetinden kurtulma çabalarına bir dua niyetine geçmesi dileğiyle.
 
-Son olarak bir de şu var; tutkulu, arsız, doyumsuz bir cehaletin ürettiği sıradan bir şiddet gösterisine kurban edilen Burak YILDIRIM isimli genç bir taraftarın cenazesi; futbol üzerinden düşünülen tüm değerler sisteminin, kapitalizmin görkemli gösterisine müşteri bulabilme isteğinin, tribün fanatizmiyle insaniyetimiz arasına sızan kanın, rakip takım taraftarını “düşman” olarak gören hastalıklı algının ve futbol hayattır sloganıyla ruhumuza açılmış derin yaraların hesabını bir kez daha önümüze getirmiştir. Burak YILDIRIM’ın kalbine saplanan bıçağın eşkâli ne kadar da tanıdık. Yanlış hesap her şehirden geri döner, dönmeli. Evet, her durumda futbol asla sadece futbol değildir.
 
Kültür Gündemi 
Güven Adıgüzel